Malum gazetecilikte ‘fikri takip’ esastır. Biz de öyle yapalım ve 2017 yılında ‘Sinemanın Tasfiyesi’ üst başlığıyla yazdığımız üç yazıdan sonra dördüncüyü kaleme alalım. Çünkü görünen o ki “Benim Varoş Hikayem” filmine açılan dava ile yeni bir sürece girmiş bulunuyoruz.
Ama önce kısaca daha önce dikkat çektiğimiz üç konuyu hatırlamakta yazar var. 2017 Ocak ayında ‘Barış Akademisenleri’nin bildirisine destek metnine imza atan sinemacılara açılan soruşturmaya dair bunun bir tasfiye girişimi olduğunu belirtmiştik.
Şubat ayındaki ikinci yazının konusu ile imzacı sinemacıların –özellikle de uzun metraj çekenlerin- Kültür Bakanlığı’nın destekleme fonundan mahrum bırakılması oluşturuyordu. Temmuz ayında ise Adana ve Antalya film festivalleri başta olmak üzere festival ve festivalcilerin tasfiyesine yönelik çabaları dile getirdik.
Şimdi başka bir bölüm başlıyor. Filmlere dava açılıyor. “Benim Varoş Hikayem” filminin yönetmeni Yunus Ozan Korkut, birkaç gün önce filminde ‘suçu ve suçluğu övdüğü’ gerekçesiyle hakkında dava açıldığını duyurdu. Korkut 30 Ocak 2019’da hakim karşısına çıkacak. Bu gelişmenin iki önemli göstergesi var. İlki, Türkiye’de geçmişteki on yıllar boyunca birçok film mahkemelere dava konusu oldu, onlarcası mahkeme kararıyla gösterim hakkı kazandı ya da yasaklandı. Sinema tarihimizin birçok önemli filmini ancak 90’lı yıllardan sonra yine mahkeme kararlarıyla izleme fırsatı bulabildik. Dikkat çekici olan önceki uygulamalarda ‘dava konusu’nun filmler olması. Burada ise doğrudan filmin yaratıcısı ‘dava konusu’ haline geliyor. Yani filmin bir ‘suç’ teşkil edip etmediği, toplum için ‘zararlı’ olup olmadığı değil; yaratıcının bu suçu işleyip işlemediği öne çıkıyor. Bunun açık bir gözdağı olduğunu bir kenara koyalım.
‘UZLAŞMAK’ SİZİ KURTARMAZ!
Ama asıl sorun daha büyük. 2015 Nisan’ında İstanbul Film Festivali’nde “Bakur” filmine yönelik sansür uygulamasının ardından geri atım atan ve taviz verip ‘uzlaşarak’ sorunu aşabileceğini zanneden sektörün daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalmış olması. Hatırlarsak, o festivalde “Bakur” filmi içeriğinden dolayı gündem haline gelmiş, Kültür Bakanlığı yıllardır kullanmadığı ama elinin altında tuttuğu ‘eser işletme belgesi’ silahını çıkarmış ve filmin gösterimini engellemişti. Filmlerin vizyona girmeden önce almak zorunda olduğu ve asıl olarak eser üzerindeki hak sahipliğini düzenleyen bu belge, festival gösterimleri için zorunlu tutulmuyordu. Bu sayede filmler festivallerde özgürce gösterilebiliyordu. Ancak birçoğunda olduğu gibi bu konuyla ilgili hukuki düzenlemelerdeki esneklik bakanlığın böyle bir uygulamayı dayatmasına olanak tanıdı. İstanbul Film Festivali’nin hararetli ilk birkaç günü geçtikten sonra hem festivaller hem de sektör eser işletme belgesi zorunluluğunu sessiz sedasız kabul etti. Böylece kısa, belgesel ve uzun metraj bütün yerli yapımlar festivallerde gösterilebilmek için bu belgeye sahip olmak zorunda kaldı. Hal böyle olunca da sansür devreye girdi. Örneğin Kazım Öz’ün son filmi “Zer”in bazı sahnelerinin çıkarılması istendi. O da İstanbul Film Festivali’nde bu bölümleri karartarak gösterdi. Ankara’da ise tamamen çıkarmak zorunda kaldı. Ondan önce de !F İstanbul’da gösterilmesi planlanan “Son Şinitzel” filminin bazı sahnelerinin çıkarılması talep edilmiş, ancak yönetmenler bu talebi reddetmişti. Yani bir kazanım elde etmeden ‘uzlaşmak’ devleti durdurmadığı gibi açık sansür talep eder noktaya getirdi. Önceleri filmleri toptan reddeden kurul, şimdi yönetmenlerden otosansür yapmalarını talep eder hale geldi.
DAVANIN BİZE GÖSTERDİĞİ
“Bakur” sansüründen sonra ‘eser işletme belgesi’ zorunluluğunun festivaller ve sektör tarafından kabulü aynı zamanda ‘hukuksal sorumluluktan kurtulma’ anlamına da geliyordu. Yani bir filmin devletin resmi kurulundan belgesini alındığında hukuk alanının da konusu olmaktan çıkacağı var sayıldı. Böylece festivaller o filmin gösterimi sırasında yaşanacak bir ‘tatsızlıktan’ filmin ‘devlet onaylı’ olduğunu belirterek kurtulabilecek, sinemacılar da belgeyi almış olmanın rahatlığıyla filmlerini her yerde özgürce gösterebilecekti! “Benim Varoş Hikayem”e açılan dava artık ‘eser işletme belgesi’ almış olmanın hukuksal bir tehdidi berhava etmek için yeterli olmayacağını açıkça gösteriyor. Bu belgeyi almış, birçok festivalde gösterilmiş, vizona girip seyirciyle buluşmuş bir film aylar sonra ‘suç unsurları içerdiği’ gerekçesiyle mahkeme konusu olabiliyor, yönetmeni yargılanabiliyor. Yani sektörün ‘aman başımız ağrımasın’ diyerek kabul ettiği eser işletme belgesi zorunluluğu kimse için bir hukuksal koruma sağlamayacak belli ki bundan sonra.
İşin daha da vahim olan tarafı, takip edebildiğim kadarıyla aradan günler geçmiş olmasına rağmen, benim de üyesi bulunduğum ve bu konularda çok hassas olan Sinema Yazarları Derneği dahil bu davaya yönelik sektörden ses çıkmamış olması (arada kaçırdıklarım varsa peşin özür dileyeyim). Bir iki yıl öncesine kadar en küçük bir sansür girişiminde harekete geçen ve ciddi kamuoyu oluşturan sektör bu durumu normal mi karşılıyor? Yaz rehaveti mi diyelim? Yoksa bütün varoluşunu bakanlık desteği ve festivaller üzerinden inşa eden ‘bağımsız sinema’nın içinde bulunduğu umutsuzluğa mı verelim?