Filozofun cephesi II: Nefretin felsefî anatomisi
“Nefret” hususunda Weininger’den bahis açmamın asıl nedeni, onun nefretinin kendisine yönelmiş olmasıdır (zirâ bu, nefretin en spesifik hâlidir, klasik narsisizmin alaşağı edilişidir). Yoksa örnekler pekâlâ çoğaltılabilir: Schopenhauer, Nietzsche, Camus ya da Kafka...Filozof için “nefret” ya da “derinleşen öfke” bir motivasyon biçimidir. Bugünün politiğinde de bu, insanî kaygının tam göbeğine oturur.
Hamza Celâleddin
Odi profanum vulgus et arceo.
Felsefe, onu icrâ edenden –sözcük uzlaşısı gereği; filozoftan– bağımsız bir etkinlikmiş gibi düşünüldüğünde, onu bir üst-söylem olarak kavramak zihinsel bir eğilime dönüşür. Oysa ki felsefe ne bir üst-söylemdir, ne de onu filozofun duygu durumundan azâde bir disiplin olarak kavramak âdildir. Bilakis, filozof ne hissediyorsa (örneğin; Schopenhauer gibi bıkkınsa, Nietzsche gibi öfkeliyse, Kafka gibi kırgınsa yâhût Abélard gibi âşıksa –körkütük âşıksa–), felsefe de tam mânâsıyla odur. Bir filozof cephesi olarak bu yazıya konu olan “nefret” ise, tüm bu duygulanımlar için ortak bir payda ya da duygunun-duygusudur.
Aslına bakılırsa; tarihsel olarak “nefret” nosyonu, filozoftan çok diktatörle ilişkilendirilir. Oysa ki bu bütünüyle kavramlara işkence etmek demektir. Dahası bu, Otto Weininger’i Adolf Hitler’e eşitlemek anlamına gelir. Gel gelelim, nefret hâkim olan bir duygu değil, hâkim olunan, yönetilen ve felsefî amaç adına araçsallaştırılan bir duygudur. Bir kimseyi esareti altına alan ve onu gerek ahlakî anlamda, gerekse de (bir ahlaksızlık formu olarak) politik anlamda kör eden duygu ise “hınç”tır. Örneğin; Franz Kafka’nın bir soru üzerine “Ben Franz Kafka kadar yalnızım” deyişindeki ya da Heinrich von Kleist’ın, sevgilisi Vogel ile birlikte intihar etmezden önce son mektubunda “hakikat şu ki; bana bu yeryüzünde hiçbir zaman bir yardım eli uzanmadı” deyişindeki zarif ve üstü kapalı nefretle, Dekadanistan Reisi’nin “Niye kaçıyorsun ulan, İsrail dölü?” deyişindeki kaba hıncı ayırt etmek tarihsel bir ödevdir. Hülâsa deyişle söyleyecek olursak da: Filozof nefretinin efendisi, diktatör hıncının kölesidir. Hoş, bizler derd-üstü murâd-üstü bir coğrafyanın tasasız yurttaşları olarak, filozofu pek yakından tanırız lâkin diktatör kimdir pek bilmeyiz...
Diktatör diye bahsedeceğimiz kimse, insanları hiçbir zaman geçemeyecekleri yollar, köprüler, hiçbir zaman oturamayacakları evler, binâlar yoluyla hipnotize ederek onları “kendi hânelerinde esir” düşüren ve yine aynı insanları kimsenin bilmediği ve asla bilemeyeceği bir ülkü uğruna biteviye savaşa (ve daha fenası, savaş hissine) mahkûm eden, “tarihsel anlam”ı yıkarak yerine varolmayan başka bir anlam ikâme etmeye (nafile) çabalayan, velev ki daha da ileri giderek; etrafında kavga edebileceği kimse kalmadığında “dil” ile kavgaya tutuşup, Athena’nın yeryüzüne armağanını bir top-tüfek sembolü olarak kullanarak savaş-barış diyalektiğinde olumlamanın yönünü değiştirmeye (yine nafile) çabalayan, zamanının efendisi ve hıncının kölesi bir “kahraman”dır. Filozof olarak bahsedeceğimiz kimse ise bütün bunlara karşı tek varsıllığı nezâket dolu nefreti olan “yoksul” bir “antikahraman”. İmdi, filozofun cephesine davet eden sesi filozof-diktatör diyalektiği ile kurduğumuza göre, bir önceki yazıda (bkz: Dövüşün Felsefî Anatomisi) açtığımız Spinoza ve Nietzsche cephelerine, bir taze cephe daha ekleyebiliriz: Otto Weininger cephesi: O hâlde herkes siperlere...
(Tam burada derin bir nefes alarak)...
Otto Weininger ya da nâm-ıdiğer “Kendinden Nefret Etmenin Peygamberi”; 1880 senesinde yeryüzüne fırlatıldı (fırlatıldı diyorum lâkin fırlatma edimini gerçekleştiren özne bütünüyle bir kurgu ve asıl ifadeyle “boşluk”tur). 1880, önemli bir senedir; zirâ tam da bu sene dövüşte-bilinçte Friedrich Nietzsche “gezgin bir filozof” olarak (yani yersiz-yurtsuz, çıldırmaya adımlayan son dönem yaşamına başlayarak) tarih sahnesinde belirir. Yine aynı yıllarda ve yine bir gezgin olan Arthur Rimbaud, sonunu hazırlayacak olan Afrika macerasına atılmıştır. Yine aynı seneler, Sigmund Freud ilk çalışmalarını yapmaya başlamış ve Rainer Maria Rilke bile beş yaşına çoktan basmıştır. Franz Kafka’nın yeryüzüne teşrifi içinse, sabırsız yerzaman birkaç sene daha sabretmelidir. İşte tüm bu hengâme içinde Otto Weininger, henüz küçük yaşlarda cepheye atılmış; keskin zekâsını ve derin dehâsını, henüz on sekizinde öğrendiği sekiz dil ile onurlandırmış, kendisinden her dilde nefret edebilen orijinal bir dövüşte-bilinç olarak sahnede görünür. Otto Weininger’in bugün için bir dehâ olarak anılması, onun yirmi üç yıllık kısa yaşamının on dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyıl arasında bir köprü görevi görmesinden kaynaklanır. Yirmi üç yıllık kısa yeryüzü konukluğunda sadece bir kitap –Sex und Character- yazmış olan Weininger, Freud’dan Kafka’ya, Wittgenstein’dan Nazilere birçok farklı kesim için etkileyici olmuştur.
(Derin bir nefes daha)...
Otto Weininger düşünü için belirleyici olan iki temel karşıtlık, aslında onun kendisine duyduğu nefret için de belirleyici olandır. Weininger için kadınlar ve Yahudiler “şeytanî varlıklar”dır. Lâkin geliniz ve görünüz ki, Otto Weininger hem Yahudi kökenli bir aileden gelir (Adolf Hitler buradan hareketle Weininger hakkında “Dünyada tek bir haklı Yahudi vardı ve o da kendisini öldürdü” notunu düşecektir), hem de kadınsı nitelikleri ağır basan bir eşcinseldir. Weininger’in bu düşmanca tavrını “kaba bir öteki düşmanlığı”ndan ayırt etmek gerekir. Çünkü onun nefreti bir ötekine karşı değil, bizatihi kendisine yönelmiştir. Kendisinde “şeytanî saydığı” bu nitelikleri gören Weininger, kendisine karşı beslediği derin nefreti körükler ve körükler. Gelgelelim Otto Weininger 1903 senesinde, kendisine duyduğu nefretin zorunlu (Camus’nün not düşeceği üzere “mantıksal” değil fakat “zorunlu”) bir sonucu olarak, Ludwig van Beethoven’ın öldüğü evde, kalbine ateş ederek intihar etmiştir (Katil Nietzsche Asker Kant’ta Weininger’in ağzından Weininger’e dair şöyle bir not düşmüştüm: “Weininger’i ancak Weininger öldürebilir” Zirâ bütün bir yeryüzü tarihi için Weininger’in en büyük nefret edeni yine kendisidir. Weininger, “nefret”in hem sujesi, hem de objesidir). Bu intiharın “oluş”u bana göre, birisi disiplinlerarası ve birisi anlambilimsel iki yoruma açıktır: Weininger kendisine “ölüm yeri” olarak Beethoven’ın öldüğü evi seçmiştir; peki ama neden? Anımsayalım; Schopenahuer için Wagner, Nietzsche için Bizet, 20'nci yüzyıl düşünü için Beethoven ya da Bach... Felsefe, müzikten ayrı düşünülemez ve hatta o, içinden müzik geçen bir etkinliktir. Weininger’in “ölüm yeri” olarak Beethoven’ın öldüğü evi seçmesi de asla “tesadüfî” değildir. Ve bununla birlikte, daha da ilginç olanı; Weininger kalbine ateş ederek intihar etmiştir. Yukarıda tartışmaya açtığım, diktatör-filozof bahsinde yeni bir ufuktur bu: Yine anımsayınız; Adolf Hitler, Sovyetler’in eline geçmemek için ağzına ateş ederek intihar etmiştir. Yani Weininger kalbine, Hitler ağzına ateş etmiştir... Tekrar etmek istiyorum: Weininger kalbine, Hitler ağzına ateş etmiştir... (Buraya geniş bir yorum alanı bırakarak, bahsi bıçak gibi kesiyorum.)
(Böylesi bir not düşmek zorunda hissetmekten hicap duyarak): Şimdi; pekâlâ etik bir indirgeme ve ahlaktan da ziyade ahlakçılığın peşinden koşturan bir cengâverlik ile Weininger’i “ırkçı” ya da “kadın düşmanı” bir kimse olarak anmak ve onun tarihsel rolünü yadsımak mümkündür. Ama bilinmelidir ki, filozofun yaşamı hiçbir zaman etik bir mevzu değildir; dahası etik, tarihsel olanın üstünde sallandırılabilecek bir yargı kılıcı da değildir. Bütün bunlar etiğin olmadığı gibi, estetiğin mevzusudur. Hâ kezâ aynı şey, bir seri katil için de; örneğin Aileen Wuornos, Hamilton Fish ya da Edmund Kemper için de geçerlidir. (Bkz: “Jean-Jacques Rousseau çocuklarını terk edip gitmiş, vay vicdansız adam, böyle baba olmaz olsun!” ve yine bkz: “Althusser karısını öldürmüş, yere batsın senin ‘epistemolojik kopuş’un da ‘ideolojik aygıt’ın da...”)
Sonuç önermesi niyetine; “nefret” hususunda Weininger’den bahis açmamın asıl nedeni, onun nefretinin kendisine yönelmiş olmasıdır (zirâ bu, nefretin en spesifik hâlidir, klasik narsisizmin alaşağı edilişidir). Yoksa örnekler pekâlâ çoğaltılabilir: Schopenhauer, Nietzsche, Camus ya da Kafka...Filozof için “nefret” ya da “derinleşen öfke” bir motivasyon biçimidir. Bugünün politiğinde de bu, insanî kaygının tam göbeğine oturur. Bilgece nefret hissi, dövüşün ve otoritenin söylemine karşı geliştirilecek olan karşı-söylemin en temel motivasyonu olarak anlaşılmalıdır. Ve işte böylelikle “nefret” cephesi de kurulduğuna göre ve dövüşte-bilince eklemlendiğine göre, bir sonraki yazıda, kaygı cephesini kurmak adına, Kaygının Felsefî Anatomisi’nde görüşmek dileğiyle; cepheye geliniz, dövüşte kalınız...
Nietzsche yâr, Camus yardımcınız olsun...