Filozofun Cephesi IV: Tutkunun ve coşkunun felsefî anatomisi

Bugüne kadarki yazılarda filozofu; “dövüş”te, “nefret”te ve “endişe”de mahir bir “antikahraman” olarak bellemiştik. Bugün içinse filozof, tutkunun ve coşkunun eseri olarak cephede belirecektir. Öyleyse “buğdaylara sürtüne sürtüne” ve “bırakarak başımızı rüzgâra” cephelerimize gitmenin tam vaktidir: Buyurunuz; bir tutku cephesi olarak Albert Camus ve bir coşku cephesi olarak Arthur Schopenhauer...

Abone ol

Hamza Celâleddin/ hamzacelalettin@gmail.com

Ex nihilo...

Tutkudan ve coşkudan bahsi şöyle açmak isterim: Söz gelimi; ereği bir yere varmak/ulaşmak ya da –kendi hikâyesini başkasından dinleyen bir hikâyeci misâli; kendi memesinin oburu bir kalp doktorunun da tavsiyesiyle– spor yapmak/sağlıklı yaşamak olmayan yürüyüşü (anımsayınız: “yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile” diyen Kierkegaard’yu, “iyi bir yürüyüşçü” olarak Nietzsche’yi, yalnızgezer Rousseau’yu ya da yürüyüşün varsılı Rimbaud’yu), ereği dinlenmek, beklemek ya da nefesvâr bir seyirlikte seyre dalmak olmayan durmayı/orada olmayı, ereği üremek/çocuk yapmak ya da kuru kuruya boşalmak olmayan sevişmeyi/cinsel birleşmeyi; tutkudan ve coşkudan biliriz. Çünkü tutkunun ve coşkunun motive ettiği (daha safça bir ifadeyle; “kurduğu”) eylem, –sözde– ulvî bir amaç uğruna araç olmayı reddetmiş, yegâne-yüce amacı yine kendisi olan eylemdir. Bir başka deyişle; tutku ve coşku, eylemi “bir şey-için” olmaklıktan “kendi-için” olmaklığa davet eden şeydir. Tarih kentinin sakin sokaklarında başıboş ve mest gezinirken, filozof ile “bir kurgu olarak normal insan”ın ayırdı da ancak böylece mümkün olabilir: “Bir kurgu olarak normal insan”, söz gelimi üremek/çocuk yapmak için sevişirken (ki otoritenin arzuladığı da budur; örneğin Nazi Almanya'sı gibi üstü açık faşizmlerde “en az beş çocuk”, demokrasiyi gölgelik olarak kullanan beceriksiz faşizmlerde –örneğin Galler’de– “en az üç çocuk” salık verilir); eylemini tutkuyla ve coşkuyla motive etmiş (kurmuş) olan filozof için sevişmek, anlamın da amacın da ta kendisidir (Kant ise, kimsenin fark etmediği bir muzipliğe sahiptir; ne üremek için sevişmiştir ne de “kendisinin amacı olarak” sevişmek için. Bakir yaşayıp bakir ölmüştür). Böylelikle, tutkunun ve coşkunun tarihsel değeri artık açık-seçikse (hiç değilse biraz daha), Filozofun Cephesi’ne yeni cepheler eklemenin de vaktidir.

Lâkin yeni cepheler açmazdan da evvel, daha önce açtığımız dövüş, nefret ve endişe cephelerini anımsamak gerekir (Bkz: Dövüşün Felsefî Anatomisi, Nefretin Felsefî Anatomisi ve Endişenin Felsefî Anatomisi): Zirâ metin de, tıpkı politik olan gibi tarihsel bilince muhtaçtır (öyle ki tarihsel bilinçten yoksun bir kimse, daha dün yılmaz bir barış savunucusu iken –yani öyle görünmüşken–, bugün için savaş kayığının en azimli kürekçisi olarak bulabilir kendisini); dahası bir metnin değeri, o metnin tarih içerisindeki yeri ile ilgilidir. Bugüne kadarki yazılarda filozofu; “dövüş”te, “nefret”te ve “endişe”de mahir bir “antikahraman” olarak bellemiştik. Bugün içinse filozof, tutkunun (söz gelimi bir Sappho şiiri misâli tutkunun) ve coşkunun (söz gelimi bir Wagner müziği misâli coşkunun) eseri olarak cephede belirecektir. Öyleyse “buğdaylara sürtüne sürtüne” ve “bırakarak başımızı rüzgâra” cephelerimize gitmenin tam vaktidir: Buyurunuz; bir tutku cephesi olarak Albert Camus ve bir coşku cephesi olarak Arthur Schopenhauer...

Ad augusta per angusta...

Schopenhauer yüz elli yıldır beklediği dehlizde biraz daha bekleyedursun, biz Albert Camus’den ve tutkudan başlayalım: Sene 1913, yine aylardan Kasım ve yer Fransız Cezayir'i. “Doruklara doğru dar yollardan” Albert Camus yeryüzü sahnesinde belirir (Mükremin’in kapıda belirmesi için geçerli olan şey; bkz. “bir insan ancak bu kadar kapıda belirebilirdi”, Camus’nün yeryüzü sahnesinde belirmesi için de geçerlidir). Sartre henüz sekiz yaşında “babasız” bir çocuk, Wittgenstein Cambridge Üniversitesi’ne henüz girmiş –Russell’ın buyurduğu üzere– genç bir dâhi, yeryüzü ise I'inci Dünya Harbi’nin arefesinde (ki Camus de babasını bu harpte kaybederek Sartre ile aynı yazgıyı paylaşacaktır) karanlıktır. 1913’te dünyaya gelmek en başta bahtsız bir şeymiş gibi algılanır lâkin gel gelelim “yazgını sev!” öğüdü tam da bu zamanlarda, tam da bu zamanlar için söylenmiştir. Camus hayata, kaybedilmiş bir baba, asla kimsenin kazanamayacağı bir savaş ve yaygın bir sefâletle başlamış görünür. Camus’nün ilk ve yaşamının sonuna dek sürecek olan tutkusu futboldur (tabii o zamanlar futbolda, gazeteci pataklamak, mekân basmak, müsabakalara “döner bıçağı” getirmek, otorite yalakalığı yapmak gibi zorunluluklar yoktu, anlayacağınız futbol sadece futboldu). Kendi deyişiyle Camus, hayata ve ahlaka dair bildiği her şeyi, ilk tutkusu olan futboldan öğrenmiştir. Gel gelelim, çocukluğundan beri yakasını bırakmayan yoksulluk, Camus’yü genç yaşta verem etmiş ve bu yüzden Camus kaleci olarak sürdürdüğü futbol yaşamına son vermek zorunda kalmıştır. Âh ki; Camus için talihsizlik sayılabilecek bu hadise, bizim için bir talihtir, zirâ Camus futbolu bıraktıktan sonra iyiden iyiye kendini felsefeye adamış ve felsefe eğitimini de hastalığının seyrinden dolayı ancak 1936’da tamamlamıştır. Hastalıktan bahisle Albert Camus; Novalis’in ya da Friedrich Schiller’in yenemediği veremi yenerek dünya tarihine şu mesajı vermiş gibidir: Bu kadar basit değil; daha da basit!

Hastalık sonrası birkaç farklı Camus’den bahis açabiliriz: Bir filozof olarak Camus başlığının altında; bir direnişçi olarak Camus (II'nci Dünya Harbi sırasında, Naziler’e karşı, yazınsal olarak), bir sevgili olarak Camus (Cesares’in, Faure’ün ya da bizim sevgilimiz olarak), bir baba olarak Camus (Catherine ve Jean’in babası olarak) ve belki de en mühimi –bu yazıya da konu olmasıyla– bir tutkun olarak Camus (bir futbol ve edebiyat tutkunu olarak –ve tabii kedisi Cigarette’i ve ona koyduğu isimden de anlaşılabileceği gibi sigarayı da unutmamak gerekir–) Camus’lerden yalnızca birkaç Camus’dür. Bahsi geçen bütün Camus’lerin, kırk altı senelik yeryüzü konukluğu (Nietzsche’den daha aceleci, Kafka’dan daha ağırdan alır şekilde) 1960’da yapılan bir yolculukla son bulmuştur. Tarih tam olarak, Nietzsche’nin çıldırdığı gün olan 3 Ocak’ın hemen ertesi, 4 Ocak’tır. Kendi deyişiyle “en absürt ölümlerden birisi” olan trafik kazası, Camus’nün de absürt sonu olmuştur.

A mari usque ad mare...

Şimdi biraz daha geriye ve derine, daha derine: Sene 1788. Hölderlin henüz çıldırmamış ve on sekizinde bir genç; Goethe otuzlu yaşlarının sonlarında ve benlik buhranlarının içinde kendini kaybetmemek için çırpınmakta (yersiz bir dipnot olarak; Goethe solaktı –tıpkı Nietzsche ve Kafka gibi– ve bu nedenle “şeytan” olarak da anılabilir; bkz. “sol elle şeytanlar yemek yer”). Nereden bakarsanız bakın, yeryüzü ve tarih dönüşümün sancılarını çekmekte. “Bilgece zarif” Arthur Schopenhauer yeryüzü sahnesinde belirir. Karamsarlığın içindeki coşkunun (bu yine bir Wagner müziği tanımı olabilir), öfkenin ve nefretin içindeki zarâfetin (bu da örneğin bir Baudelaire ya da bir Blake şiirine benzer), bilgeliğin içindeki çılgınlığın (daha sonra bu yakıştırma Rimbaud’ya ya da Nietzsche’ye yapılabilir), cesaretin içindeki tedirginliğin (otoriteye karşı korkusuzca savaşıp, her zaman tıraş olduğu berberin boğazını ustura ile kesmesinden korkmak bunun kâfi –mi kâfi– örneğidir), “öylelik”in içindeki yüceliğin, kabalığın içindeki erostiğin, “buradalık”ın ya da “şuradalık”ın ve iyinin düşmanı olarak en iyinin “antikahraman”ı olarak Schopenhauer’dan bahsediyorum... Bu defa bir aylaklık yaparak Schopenhauer’un yaşamından (örneğin Hegel ile çekişmesinden, yolculuklarından, üniversite hayatından ya da öfkesinin kökenlerinden; örneğin annesinden) bahsetmeyerek, ondaki coşkuyu sizin sağduyunuza emanet edeceğim: Çünkü ondaki coşku aktarılır olan değil, deneyimlenir olan; bilinir olan değil, sezilir olandır. (Bağışlayınız)...

FİLOZOF'UN CEPHESİ'NE BİR SONUÇ GİRİŞİMİ

Festina lente!

Dört yazıdan oluşan Filozofun Cephesi yazı serisine bu yazıyla son vermiş oldum. Bu dört yazıyla; dört cephede yedi filozoftan (dövüşte-bilinçte, nefrette-bilinçte, endişede-bilinçte, tutkuda ve coşkuda-bilinçte; Spinoza’dan, Nietzsche’den, Weininger’den, Kierkegaard’dan, Zweig’dan, Camus’den ve Schopenhauer’dan) bahsettim. Ve bu bahisle, bugünün politiğine gerek estetik gerek etik gerekse ontolojik bir iletim vardı: Bugün için tarihsel ödevimiz, dostlarım; (bir politik enstrüman olarak) nefreti dinç, (bir etik enstrüman olarak) endişeyi sürekli, (bir estetik enstrüman olarak) tutkuyu ve coşkuyu dinamik ve (bir ontolojik enstrüman olarak) dövüşü yaygın kılmaktır. Gelgelelim, “tarihte olan”la “tarihsel olan” arasındaki fark, bugün için “yaşam” ile “ölüm”, “varlık” ile “yokluk”, “canlılık” ile “cansızlık” arasındaki fark ile aynı gözükmektedir. Dostoyevsky’nin de söylemiş olduğu üzere; “yaşamın bilinci yaşamın kendisinden daha yüksektir”. Ve Edip olanın söylemiş olduğu gibi; “umudu dürt”ünüz, “umutsuzluğu yatıştır”ınız, cepheye geliniz ve dövüşte kalınız.

Nietzsche yâr, Camus yardımcınız olsun...

Not: Flora Hanım Hegelcilikte ısrar ediyor...

Filozofun cephesi III- Endişenin felsefî anatomisi

Filozofun cephesi II: Nefretin felsefî anatomisi

Filozofun cephesi I: Dövüşün felsefî anatomisi