Filozofun hânesi II: Evin estetik mevcudiyeti ya da sarhoş-oradalık

Sokrates’in Atina’da, Kierkegaard’nun Kopenhag’da, Weininger’in Viyana’da mestmevcudiyetleri ya da sarhoş-oradalıkları bugünün zarâfet yoksunu tüm anlatılarına ve “otoritenin yığın-söylemi”ne rağmen hâlen birer estetik iletidir.

Abone ol

Hamza Celâleddin/hamzacelalettin@gmail.com

Nunc est bibendum!

Felsefe tarihi bir “estetik iletiler bütünü” olarak okunduğunda; söz gelimi, felsefe hakkındaki tarihsel söylem, bilgece zarif Schopenhuaer’un, çılgınca zarif Nietzsche’nin, cesurca zarif Spinoza’nın, dâhice zarif Weininger’in ya da zarifçe zarif Camus’nün üzerine kurulduğunda, zarâfet yoksunu felsefî kavrayışın (ki zarâfet yoksunluğu kimisi için bir yaşam biçimidir, yürümesinden tutunuz dövüşmesine değin tüm edimleri bu yoksunluktan mürekkeptir) ne denli “asılsız” ve ne denli “talihsiz” olduğu bir kez daha anlaşılır. Nitekim felsefe tarihi, “filozofun oradalığı”ndan bahisle estetik bir söylem birliğidir. Bugünün kaba anlatısı ise (bkz: Foucault sapıktı, Althusser katildi, Hegel salaktı, Nietzsche faşistti, Sartre çapkındı, Sokrates ayyaştı ya da Spinoza FETÖ'cüydü) kaba politik kurulumun öngörülebilir neticelerinden yalnızca birisidir. Gel gelelim, bugünün anlatısı ne denli zarâfet yoksunu olursa olsun, filozof hâlen kendi hânesinde ve “sarhoş-orada” bizi beklemektedir. Filozofun Hânesi’nin ilk yazısında (bkz: Evin Politik Mevcudiyeti ya da Yersiz-Yurtsuzluk) filozofun izini, “politik olan”da bir “yersiz-yurtsuz” olarak sürmüştük –ki bu oldukça yorucudur–; şimdiyse niyetim kendinden-açıktır ki, filozofun estetik mevcudiyetinin izini sürmekle politik-olana tahammülümüzü ödüllendireceğiz. O hâlde artık Kierkegaard’nun Kopenhag’daki, Weininger’in Viyana’daki yâhût belki de Sokrates’in Atina’daki sarhoş-oradalığına eşlik etmek için sabırsız davranabiliriz.

Omnia mea mecum porto!

Evvelâ Sokrates’ten ve Atina’dan bahse başlamayı –kronolojik bir ödev olarak değil ama– “estetik akış”a uygun bir başlangıç olarak görüyorum. Felsefeye az-çok kulak kabartmış herkesin (rüyada Hegel görmek buna dâhil değildir) yine az-çok ismini duyduğu bu Antik anti-kahraman (anti-kahraman diyorum, zirâ hiçbir “kahraman” 2 bin 500 sene sonrasına ulaşmak konusunda becerikli olamamıştır), bir filozoftan da ziyade “orada-olan” olarak saygıya değer bir bilgedir. Onun yaşamına ve yaşam pratiğine dair elimizde fazla veri yoktur lâkin ben onun elli üç yaşında doğmuş olduğuna ilişkin –ilkin kulağa pek tuhaf gelebilecek– argümanımın hâlen arkasındayım. Elli üç yaşından genç bir Sokrates’in varlığı ne düşünülebilirdir, ne sezilebilirdir, ne de estetik tarihe sığar! Bu bahisten de öte, Sokrates’in yaşam pratiğine dair elimizde somut bilgiler olmaması; örneğin onun, evli olup olmadığı, kaç çocuğunun olduğu ve onların isimleri, geçimini nasıl sağladığı, komşularının kim olduğu ya da kahvaltıdan kaç saat sonra öğle yemeği yediği; dert edilecek şeyler değildir. Sokrates Atina sokaklarında sürekli sarhoş gezen, mestmevcut “bilge-ruh”tan fazlası değildir ve işte Platon (geniş omuzları olan genç adam) ise onun dostu ve onun katilidir! (Platon’un altını neden Sokrates’in katili olarak çizdiğimi açmak konusunda çekingenim; bu, bu yazının konusu olamayacak kadar “etraflı” bir bahistir.)

In vino veritas!

Ve bin yıllar sonra...

“1813” oldukça esrarengiz bir tarihtir. Öyle ki bahsi geçen sene, “cehennem coşkusunun ezgisi” olarak Richard Wagner, “çok-sesli sükûnetin ezgisi” olarak Giuseppe Verdi, “Friedrich’in tetikleyicisi” olarak Carl Ludwig Nietzsche –ve işte şimdi sarhoş-oradalığına konuk olacağımız– “bir gizem” olarak Søren Kierkegaard yeryüzünde belirmişlerken; aynı sene Arthur Schopenhauer felsefe doktorasını henüz vermiş genç bir dehâ, Hegel rüştünü ispatlamış disiplinli (mi disiplinli) bir profesör, Beethoven iyiden iyiye işitme yetisini kaybetmiş (lâkin yine de bundan sonra dokuzuncu senfoniyi besteleyecek) ünlü bir müzisyendir. Kierkegaard’nun yeryüzünde belirişi ve orada (işte; Kopenhag’da) oluşu, tüm bu çok-seslilik ve hengâme içinde dâhi hemen fark edilebilir bir huzurluluk hâlidir. Kierkegaard’nun sarhoşluğu, asırlar evveline –belki Sokrates’in son kadeh şarabına, belki de Thales’in dalgınlıkla kuyuya düşmesine– dayanır. Kierkegaard’nun Kopenhag sokaklarındaki gölgesi, (hâlen) her mevsim kendisini yenilemektedir. Tüm ailesinin birer birer yeryüzüne veda etmesi (ki bu, ona göre Tanrı’nın bir lânetidir) ve son olarak pek sevgilisi Regine Olsen’in yeryüzünde başka bir oradalığa bürünmesi (yani bir başka birisiyle evlenmesi), Kierkegaard’yu Kopenhag sokaklarında dolaşan bir gizeme dönüştürmeye yetmiştir. Çok değil, Kierkegaard’nun yeryüzüne konukluğu kırk iki sene, eşdeyişle kırk iki sarhoş sene sürmüş, yine esrarengiz sayılabilecek bir tarihte, 1855’te (Rimbaud doğalı bir, Gogol öleli üç sene olmuştur) onun gölgesi Kopenhag sokaklarından eksilmiştir. Ve aradan geçen on yıllara karşın, onun son cümlesi yeryüzünde yankılanmaya devam edecektir: Süpürün beni!

(Apollinaire’i anımsayarak)...

Bir kahkaha gibi kırılır kadehim birden!

Ve nihayet; kısa bir kelâm için, güzelimiz Otto Weininger’in hânesine konuk olabiliriz. Belki de en sondan başlamak gerekir, Nietzsche öldükten birkaç yıl sonrasından, Sartre doğmazdan birkaç yıl öncesinden; tam olarak 1903’ten (âh ki, Kierkegaard süpürüleli kırk sekiz sene olmuş). Kent, Viyana; yer, Beethoven’ın 1827 baharında sağır-aksak öldüğü o ev. Otto Weininger, bir Yahudi ve bir “kadınsı” olarak (anımsayacaksınız, Weininger için bu ikisi “şeytanî” varlıklardır), sebebi âşikâr “kendinden nefret etmenin peygamberi” olarak, tam yüreğine ateş ediyor ve henüz yirmi üçünde (“henüz” bin yıllardan pay biçilerek) yeryüzündeki kısa konukluğuna son veriyor. Weininger’in sarhoş-oradalığı, bugün dahi insanı sarhoş etmeye muktedir gibi görünüyor; ya da hiç değilse “kendini yüreğinden vurma cesareti ve estetiği” hafif bir baş dönmesine sebep oluyor.

Kalsın bu öyleyse.

Bir oğlu gibiyim ben

Yeryüzünün: Sevmek için yaratılmış, acı çekmek için...

Gel gelelim tüm bunlardan hareketle; “kent”, “ev” ya da “yurt”, felsefe için yalnızca bir olanak değil, aynı zamanda estetik bir yükümlülük gibidir. Sokrates’in Atina’da, Kierkegaard’nun Kopenhag’da, Weininger’in Viyana’da ve dahası; Thales’in Milet’te, Herakleitos’un Efes’te, Lucretius’un Roma’da, Hume’un Edinburgh’da, Montaigne’in Montaigne Şatosu’nda, Deleuze’ün, Baudelaire’in, Sartre’ın, Beauvoir’nın ya da Aragon’un Paris’te, Schopenhauer’un ya da Goethe’nin Frankfurt’ta, Kafka’nın Prag’da (Numara: 22’de), Dostoyeski’nin St. Petersburg’da (Kuznechny, 5/2’de), Kavafis’in –sonsuz kere– İskenderiye’de (...) mestmevcudiyetleri ya da sarhoş-oradalıkları bugünün zarâfet yoksunu tüm anlatılarına ve “otoritenin yığın-söylemi”ne rağmen hâlen birer estetik iletidir. Lâkin yalnız “politik” ya da yalnız “estetik” yetmez evi kurmaya. Son olarak “etik” bir mevcudiyet gerekir; elbet bir sonraki yazıda görüşmek dileği ile...

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.