Bir arkadaşımın babası Ordu’dan geldi. Bilge, aydın bir insan. Gelirken kızına fındık ve kivi getirmiş. O anlattı, ben dinledim. Fındık toplaması, ayıklaması zahmetli. Para da getirmiyor. Kivi daha çok su istiyor. Dere kenarlarında arazisi olanlardan başlamış fındık ağaçları sökülmeye. “Kiviye dönüş kaçınılmaz, yıllar önce yerel Olay gazetesine yazmıştım, dediğim gibi oluyor.” diyor.
Öyle, hüzünlü bir tavırla bir yandan önündeki fındıkları parmak uçlarıyla okşuyor, evirip çeviriyor, sonra teker teker bıçakla soyup, torunu için ayrı bir kaba koyuyor. Hem uzun yaşamış, hem uzun zamanı olan yahut acelesi olmayan bir insanın tavrıyla. Kendi toprağıyla, kendi habitatıyla barışık bir insanın deneyimli ve estetik hareketleriyle. Gerçek sonrası diye bir kavramdan söz ediyoruz ya, onun tersi gibi. Gerçeğin ta kendisi adeta.
Hani balık isimleri Rumca’dan (kalkan, kılıç dışında), denizcilik terimleri İtalyanca’dan (Frenkçe demeli belki) gelmedir. Üzüm isimleri oysa, nasıl saf bir Türkçedir. Toprak kokusu gelir burnunuza: Öküzgözü, Boğazkere, Kınalı Yapıncak, Tilkikuyruğu, Narince. Sonra karalar: Karasakız, Adakarası, Papazkarası, Kalecik Karası, Horozkarası. Yerli ve milli işte.
Bağcılıkta dünyada en tepelerdeyiz. Şarapçılıkta yerlerde. Halbuki para da, itibar da şarapta. Biz ise kuru üzümde, pekmezdeyiz. Fındık üretimi de bizde. Ama Nutella’yı İtalyan yapmış, keyfini o sürer. Biz fındığı söker, kivi dikeriz mecburi. Diyarbakır’ın Boğazkere’si canhıraş bir üzüm. O susuzlukta, o çatlamış toprakta, o güneşin altında yetişiyor. Acılı, baharatlı kebapların baş yancısı.
Öğrenmiş, aramış, bulmuş adam Boğazkere’yi, götürmüş ta Avustralya’nın en çorak bölgesinde, kırmızı toprağa, neredeyse çöle dikmiş. Zahmetli iş. Bu sene dik, seneye üzüm versin, ez, bas şişeye, iç şarabı, yok öyle. Yıllarca uğraşmak gerekiyor. Sabırla, tutkuyla, özenle. Sebatla. Gavur tabii. Bizim buralarda nasiplenmemişiz biz şu sebat denen meretten.
Robert Paul 2008’de Diyarbakır’dan getirdiği Boğazkere’den ilk şarabı 2014’de yapmış. Paul, yenemeyecek lezzette şaraplık bir üzüme ilk kez denk geldiğini anlatıyor. Yenemiyor ama şarabı güzel oluyor tevekkeli. Üzümü yemiyor da, maksadı da bağcıyı dövmek değil.
Ama durun: Şok, şok, şok. Mardin’de bir polis baskını. Yer Mardin’se, terörö? Belki. Basılan yer bir soğan deposu. Sürgülü kapılar usulca açılıyor. Bir de ne görelim?! Soğan deposunda yığılı çuval çuval soğanlar! Baskını gerçekleştiren sivil memurlar yürüyüp gidip çuvallara hafifçe dokunuyorlar. Önce biri. Ardından diğeri de. Görev tamam amirim, göz açtırmıyor polis yazın aldığı ürünü, kışın satmak üzere depolayan soğan üreticisi çiftçiye. Sıra patateste olabilir, kim bilir?
Bu defa Erdoğan muhtarlara konuşuyor. Sert. Kendi soruyor, akabinde kendi kendini yanıtlıyor. “Neymiş Türkiye buğday ithal ediyormuş. Dürüst ol.” diyor. Belagat ustası olduğundan, şöyle bir es verip, ardından ne gelecek, dur bakalım nasıl madara edecek yine anamuhalefetin müdürünü diye beklentiyi yükseltiyor. Sonra patlıyor, isyan ediyor haklı olarak. "Buğday ithalatımız yok mu? Var. Hem de oldukça yüksek miktarda.” diye taşı gediğine koyuyor. Alkış, kıyamet…
Varank Bey var, Sanayi ve Teknoloji Bakanı. Para vereceğiz dedi, ayda 24.000 TL. Varank derken ertesi gün dangadank, bakıyorsunuz mesela Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, Boğaziçi Üniversitesi’nde Matematik Profesörü Betül Tanbay gözaltında. Hatta adının yanına mesleğini “Matematik Öğretmeni” yazmış, değerli EGM. CHP’nin Kasım ayı raporunda da genç, nitelikli yurttaş yani beyin göçünün bir yılda yüzde 63 arttığı yazıyor.
Acaba göçün nedeni ifade özgürlüğünün kısıtlanması olabilir mi? Hiç sanmam, haşa. Baksanıza hak ve özgürlükler banyosu alıyoruz her gün. Suratıma tükürüldükçe, “ya Rabbi şükür, hamdolsun” diyorum ben. Sayın İçişleri Bakanı Soylu, Sayın CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na “şerefsiz, alçak, çirkef, düzenbaz” deyip, eklemişti: “Bu adam edepsiz siyaset yapıyor. Türkiye böyle bir sahtekar görmemiştir." Yüce Türk adaleti ifade özgürlüğü sınırları içinde kaldığına hükmetti Sayın Bakan’ın bu incelikli sözlerinin. Yahu, daha ne olsun be? Bu özgürlüğün ağababası değilse, nedir be?
Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden. AİHM kararları da bağlayıcı. Demirtaş’ı salın, siyaseten içeri tıkmışınız dedi bu AİHM. Erdoğan’dan yanıt gecikmedi: “Karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz.” Orada da durmadı Sayın Cumhurbaşkanı, yukarıda değindiğim muhtarlara hitaplarında “hiç bir zaman ciddiye alamayız” dedi. Hem HDP’nin PKK bağlantılı olduğunu vurguladı, hem Demirtaş’ı “elliden fazla” yurttaşın öldüğü 6-8 Ekim olaylarından sorumlu tuttu.
HDP, terör örgütüyle bağlantılı ise nasıl seçimlere girebiliyor? Nasıl TBMM’de bulunuyor? Savcıların bu duruma isyan etmesi gerekmez mi? Demirtaş içeride de, neden hakkında 6-8 Ekim olaylarına dair açılmış bir dava, bir soruşturma yok? O da belli değil. Muhtarlar coşuyor, avuçlarını patlatırcasına alkışlıyorlar Sayın Cumhurbaşkanının sözlerini.
Yeşil Sol Parti’nin eşbaşkanları Eylem Tuncaelli ve Naci Sönmez, Yeşiller Kongresi’ne gideceklerdi. Havaalanında pasaportlarına el konuldu. Neden? Belli değil. Sorsam? Soramazsın. Ama? La, yürü git! Sanırım Yeşil Sol Parti’nin yaklaşan belediye seçimlerinde yurt sathında tulum çıkaracağını ve ardından genel seçimde iktidara geleceğini sezinledi iktidar. Ve tak, karşı hamlesini yaptı, işi bitirdi havaalanında.
Daha bunun antisemitizm hiç olmayan ülkemizde “Macar Yahudisi Soros’u” var, daha millet bahçeleriyle çevrecilik yapmak var, daha bunun sözleşmesi olmayan gaz boru hattı Türk Akımı var, var da var. Ha bak, VAR yok ama. Diyeceksiniz ki sen Galatasaraylısın konuşma. Eyvallah, başım üzerine. Serdar Aziz ayağını rakip oyuncunun ayağının altına sokmak suretiyle yaptırdı penaltıyı diyelim pekiyi. Yahu VAR neden çağırmaz Hüseyin Göcek’i? VAR bunun için değil mi? “Gel, bir bak” diyecek. Yok, adı VAR ama yok. Yani düşünün geçtim yukarıdaki mevzuları, VAR dahi işlemiyor canına yandığım memleketinde.
Tüm bunlar neden oluyor? Yanıtı basit: Çünkü. Olabiliyor da ondan olabiliyor. Gerçek bu denli yalın. Hesap soran yok. Tepki gösteren yok. Tepki göstermek zaten yasak. Mahkeme yok. Medya yok. Meclis yok. Siyasi partiler yok. Sivil toplum yok. Akademi yok. Muhalefet yok.
Sonunu bağla, ne yapalım onu söyle mi diyorsunuz? Valla sizi bilmem. Ben huni aldım. Nalburlarda satılıyor. Gayet de hesaplı. Plastik. Birkaç rengini aldım. Mor, sarı, kırmızı… Haftanın çeşitli günlerinde değiştire değiştire kullanıyorum. Kafamdan uçmasın rüzgarda diye delik de açtım bıçakla, don lastiğini düğümledim iki yanından, çenemin altından geçiriyorum, sıkı duruyor kafamda. Don lastiğini de manifaturacıdan aldım. O da pahalı değil. Rahat ettim, öneririm. Yoksa Sayın Soylu gibi ifade özgürlüğümü kullanmaya yeltenecektim ki, Allah saklasın…