Fırat Tanış: Sanat hayat kurtarmaz!
Al Hamlet’i çarp Pir Sultan’a. Hakikaten kutuplaşmada ekmek var! Sanat memleketi kurtarmaz. Sanatın ‘hiç’leştiği günü hiç birimiz göremeyeceğiz. Devletinki hafıza korkusu.
DUVAR - “Türkülerin yollarından geçerek, ezgilerin izlerini sürerek, aşktan ve hayattan, ayrılıktan ve vuslattan, sıla ve gurbetten, haktan ve hakikatten, dağların başından, suların kıyısından, ekinlerin içinden geçerek anlatıldı bu hikâye…
Bir daha kâbuslar görmeyelim diye anlatıldı… Ellerimizden hayatımız kül olup uçmasın diye... Ağıtlarımız azalsın, halaylarımız, horonlarımız çoğalsın diye... Tanımadığımızla, düşman bellediğimizle tanış olalım diye..” Böyle anlatıyor Semih Çelenk Gelin Tanış Olalım oyunuyla ilgili... Fırat Tanış’ın oynadığı, Semih Çelenk’in yazıp yönettiği ‘Gelin Tanış Olalım’ insanı özüne davet ediyor, kendimize bile yabancılaştığımız şu günlerde bugünün ‘Abdal’ı oluyor Tanış ve hakikatin izini sürüyor... O hakikatin izinde deyişler ve türkülerle yol alıyor. Yol aldıkça çoğalıyor insana ait olanlar; umutlar, barışlar, sevdalar... Bugünün Türkiye’sine ince göndermeler yapıyor, incinip incitmeden! En-el Hak diyor ve Hallacı Mansur’a koca bir selam yolluyor; bu selamı almak isteyenlere de “Gelin Tanış Olalım” diyor Fırat Tanış.
Oyun kasım ayı boyunca İstanbul’un pek çok noktasında olacak, en yakın tarihler ise şöyle; 2 Kasım Ataşehir Belediyesi Mustafa Saffet Kültür Merkezi, 4 Kasım Kozyatağı (Kozi) Kültür Merkezi, 8 Kasım Trump Gösteri Merkezi, 11 Kasım Kadıköy Halk Eğtim...
Biz oyunu izledik, oyun sonrası söyleşi yapmak farz oldu... Önce Fırat Tanış’la bir araya geldik, sanatı ve hayatı konuştuk. Semih Çelenk’e de sorularımız vardı. Her ikisiyle de keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik...
-Türkiye’de kutuplaşmanın arttığı bir dönemde insanları özüne davet ediyorsunuz, “Gelin tanış Olalım” diyerek...
Fırat Tanış: Çılgınca de mi?
-Evet, çılgınca...
F.T: Bilmiyorum, belki de tam zamanı. Hiç aklıma gelmemişti, sen söyleyince hakikaten fantastikmiş gibi geliyor ama hiç bir sıkıntıya da da düşmedik oyunu yaparken.
-Ne zaman karar verdiniz?
F.T: 4-5 yıl önce, tasarım olarak aklıma geldiğinde iki tane amacım vardı, bir tanesi, bu çok kopuk ve uzak olduğu söylenen dili, bize bizim dilimizle bizi anlatmaktı; ikincisi de daha teknik bir şeydi, türkü müzikali olur mu olmaz mı üstüne bir fikirdi.
-Tabii Gezi’den sonra karar verdiniz aslında... Biraz da o ruhu taşısın mı istediniz?
F.T: 4 yıldır, Gezi’den bu yana değişmeyen muhalefetin dili, biraz böyle bir oyunun ortaya çıkmasına sebep oldu diyebiliriz. Belki de buradaki kopukluk, uzaklık dediğim şey bu muhalif süre gelen, hala da devam eden muhalif dilin bizzat kendisidir.
-Muhalefeti de eleştiriyorsunuz?
F.T: Zaman içinde çeşitli yerlerde eleştirdim de, bunun böyle olmaması gerektiğini, muhalefet buysa yüzde yüz muhalif olmadığımı dememe rağmen, arkadaşlar yüzde yüz muhalif değilim algısı yaratacak başlıklar attılar. Demek ki orada ekmek var. Hakikaten kutuplaşmada ekmek var. Demek ki barış diyen dillerin de aslında özünde savaş çığırtkanlığı var. Bunu görüyorum ben. Ne yapalım bir birimizi mi yiyelim?
-‘”Gelin Tanış Olalım”da incitmeden bir dil kurmaya çalışılmış. Ama bir yandan da ince göndermeler var değil mi?
F.T: Oyunda hakikaten kimseyi incitmeden bir dil bulmaya çalıştı Semih Çelenk, kimseye diktatör demeden, kimseye bunun burada bulunmasında siz suçlusunuz diye seyirciyi bizzat işaret etmeden , hırsıza bile çalmana gerek yok, sen de daha büyük bir zenginlik var kardeşim diyerek... Saray’dan bahsediyoruz, Mısır sultanının sarayından... Kibirden söz ediyoruz... Aslında bütün hikâye çok basit 3-5 tane ortak değerden bahsediyor. Biz bunları dile getiriyoruz. Bir dil kurmaya çalıştık oyunu yaparken. Bu seyirciye de çok yansıdı. Sonuçta Anadolu hikâyelerinin olduğu deyişlerle, türkülerle zenginleştiği bir oyun çıktı ortaya.
-Türküleri seçmekte zor olmuştur...?
F.T: Oyunda 11 türkü var, elbette çok zordu çünkü Anadolu bu anlamda derya... Bir de hiç bilmediğimiz türkülerle karşılaştık. Gülabi’den dinlediğimiz Pir Sultan’a ait olan “H.Z Ali mezarlıktan dönerken gördü bir kuru kafa” diye bir deyiş var, yani al Hamlet’i çarp Pir Sultan’a... Çok büyük bir zenginlik. Shakespeare mi Pir Sultan’dan duymuş diyorum bazen, acayip bir dünya. O yüzden de seçerken çok zorlandık.
-Aslında bildiğimiz türküler ama bize yeni bir şey söylüyor, yeni bir hikâye anlatıyor gibi...
F.T: Belki bugüne kadar gelen seyirci oyunu izlerken, eskitilmiş metinler toplamıyla karşılaşmış olabilir... Mesela “hararet nardadır sacda değildir... “ ya da “ben yürürüm yane yane... Gel gör beni aşk neyledi...” Ama bütün bunları deşifre edip tiyatro diliyle söylediğiniz zaman, bugüne kadar hiç duymadığımız şeylermiş gibi geliyor kulağa. Bu da hikâyenin başka zenginliği...
-Aradaki hikâyelere ve bütünlüğe baktığımızda hakikatin peşinde olan bir oyun aslında. Bugünlerde de en çok ihtiyacımız olan paylaşımı çok güzel ifade ediyorsunuz..
F.T: Empati dediğimiz zaman, paylaşım dediğimiz zaman derviş kaşıklarından başka neyi anlatabiliriz! Aklımıza elbette ki uzun kaşığın sapından tutup kendi ağzına değil de karşısındakine uzatmak gelir... Dünya güzeli kızını kaybetme pahasına hayır diyebilen Keloğlanın dervişliği gelir akla... Bir şeye “Hayır” deme cesareti göstermektir!
Anadolu’da bunun gibi nice hikâyeler var. Keloğlan’dan dinlediğimiz hikâyeleri başka başka kahramanlardan da dinliyoruz. Derviş kaşığı hikâyesi sadece Kaygusuz Abdal’ın değil pek çok kişiden de duyduğumuz şeyler...
-Oyun dışında konuşursak.... Son zamanlarda sanat üzerine sanatçılar üzerine tartışılıyor. Sanatın ‘hiç’leştiğine inanıyor musunuz?
F.T: Öyle mi gerçekten? Ben öyle bir şey görmüyorum, ya ben körüm ya da sanattan çok şey bekleniyor... Sanat memleketi kurtarmaz.
-Beklenti var tabii...
F.T: Niye öyle bir şey olsun? ‘Hiç’leştirildiğine de inanmıyorum, nerede ne koşulda? Burada sanatını yapan kişinin içinde bulunduğu koşullardan mı bahsediyoruz? Bunu çok duymaya başladım! Bunu söylemekte ki kasıt ne? Ezber gibi gelmeye başladı?
-Korku kültürü var, bu korku kültürü içinde de sanat icra etmek zorlaşıyor gibi?
F.T: Kim mesela?
-Mesela Füsun Demirel’e yapılanlar...
F.T: Onun umurunda değil, Füsun abla en dayanıklılarından. Böyle biri yok bence...
-Peki Şehir tiyatrolarında yaşananlara ne dersiniz?
F.T: Şehir tiyatrolarında yaşananlar... Onlar devlet memuru, amirleri var, devletin koşullarıyla çalışan insanlar. 657’ye tabiiler. Bunlara aykırı davranırsan çeşitli yaptırımlara da maruz kalırsın. Burada sanatçılık kavramıyla ilgili bir şey göremiyorum.
-Neticede bir baskı var... Sanata, sanatçıya, yazara, gazeteciye...
F.T: En çok darbe yiyen gazeteciler, sanatçı takımı içinde medyalaşmış olanlar. Yani görünürlüğü artmış olanlar. Burada sanatla falan iktidarın, muktedirin bir derdi yok. Burada en büyük sıkıntı görünür olan, medya gücünü, kitlelere duyurma gücünü elde etmiş kurumlar, kuruluşlar ‘hiç’leştirilip yalnızlaştırılıyor. Yoksa, bunlar fantezi, ütopya, sanatın ‘hiç’leştiği günü hiç birimiz göremeyeceğiz, mümkün değil.
-Hala sözünü söyleyenler var diyorsunuz?
F.T: Sahneden en zehir zemberek, sözünü sakınmadan, söyleyen arkadaşlarımı görüyorum. Bunun dışında bildiğim, Şehir Tiyatrosu’ndaki memur arkadaşların başına gelenler var. 657’ye tabii olanlar var, bir de 657’ye tabii olmayıp orada sözleşmeli işçi olarak çalışanlar var. Sanatçı mağduriyeti yok, sözleşmeyi okumamışlar, sözleşmeyi okuyup da imzalayan yok çünkü son madde “diğer” diyor... Yani ben seni istediğim zaman atarım... Sen buna imza atıyorsun. Burada kim kimi mağdur etmiş? Ama dolaylı bir mağduriyet söz konusu, bir toplum mühendisliği var, bildiğimiz sanatçı kavramı dediğimizde biraz oradaki taşlar yerinden oynamaya başladı ama bizde her şöhretli insana sanatçı diyoruz, olmaz!
-Bu popüler kültürün biraz dayattığı değil mi?
F.T: Televizyon ticarethanedir, sanatçının ticaretle ne ilişkisi var? Televizyona çıkmıyor olmak, bu işi yapan kişinin ekmek parasını engel olur ama sanat yapmasına engel değildir.
-Sanatçı kavramı dediğiniz gibi çok değişti, artık oyuncu olmak için ajanslara gidilip sıraya giriliyor... Nasıl bakıyorsunuz?
F.T: 1991 yılında anneme, babama “ben sanatçı olmak istiyorum” dediğimde “ağzın açlıktan kokar hepsi aç” diyorlardı... Şimdi görüyorum durum tam tersine dönmüş. Oğlumuzu bir ajansa yazdırın diyenler var.
-Bu nereden kaynaklanıyor?
F.T: Para kazandıklarını görüyorlar, şöhret, meşhur olmak tek dert. O başka bir alan. O yüzden diyorum, şöhret olmakla sanatçı olmak bir birinden ayrı... Görünürlüğü artmış şöhretli insanların sansür edilmesi “sanat sansür ediliyor” şeklinde değerlendirmek ne kadar doğru, bu bir soru?
-90’lar çok farklıydı... Bu kadar kanal yoktu vs...
F.T: Kimse bize televizyonlardan milyonlar kazandırıp şöyle evlerde yaşayacaksınız demedi 1990’larda... Zaten böyle bir anlaşmayla çıkmadık. Hayattan ne beklentimiz var ki, bir evde yaşayacaksın, yemek yiyeceksin, güvenlikte olacaksın. Nasıl bir evde yaşamayı hayal ediyorsun ki? Ne yiyeceksin? Bir de beklentilerin ne?
-Türkiye’de televizyona çıkmak, popüler kültür içinde olmak tiyatroda iş yapanlar açısında da avantaj değil mi?
F.T: Yine dolardı salon televizyon iş yapmamış olsaydım. Eğer yaptığınız iş değerliyse, sizde bu içerikle buluşmuşsanız o salon dolar. Karşılığını mutlaka bulur. Aşık Veysel kaç salonda oynadı? Görünür olmak bunu biraz hızlandıran bir şey, o kadar.
-Korku toplumundayız en nihayetinde...
F.T: O da korku içinde ondan... Mesela çocuğunu korkutan baba, nasıl büyük korkuları vardır babanın...
-Sizin korkularınız var mı?
F.T: Aklımı kaybetmekten çok korkarım. Yoksa bunun dışında ölüm, yoksulluk, yoksunluk korkum yok. Siyaseten falan da korkum yok. Akli irademi kaybetmekten korkarım. Akli iraden yoksa yemişim siyaseti, yemişim ölümü...
-Peki devletler sanattan korkmaz mı?
F.T: Devletinki hafıza korkusu! Bir kişiyi, bir toplumu, geçmişi, hafızasıyla ilgili her kim tarih bilincini taze tutar, her kim toplumun hafızasını diri tutar ve canlı hale getirirse bundan korkulur. Devletin işi zaten hafızayı ortadan kaldırmaktır. Sanat da bunu yapıyor işte.
-Nasıl?
F.T: Picasso’nun Guernica tablosu BM binasının kürsünün arkasında asılı duruyor. O sırada da basın açıklaması yapılacak, açıklama Körfez savaşının başlayacağının duyurusu... Bir gazeteci gelip, biz sizin fotoğraflarınızı çekeceğiz ama arkanızda bu tablo varken bir şey yapmamız mümkün değil” diyor... Tabloyu kapatmak zorunda kalıyorlar. Picasso 1938’den 1990’lara selam çakar. Her kim o hafızayı diri tutmaya çalışırsa, devletin en büyük düşmanıdır.
SEMİH ÇELENK: TİYATRO DA BİR YABANCILAŞMA YAŞIYOR
-Oyunda ‘Abdallık’ geleneği ön planda... Alevilikle ilgili ise çok bir sözünüz yok, bu bilinçli miydi?
Semih Çelenk: Bizim oyun Alevilik merkezli olan bir oyun değil, Abdalız biz diyoruz. Şunu yapmaya çalıştık; çok az kavram var oyunda Alevi- Bektaşi’likle ilgili... Özümüz bu. Terimlere kavramlara folklora girmedik.
-Kendini tekrarlayan sanat anlayışından uzak bir oyunu sahneye koymuşsunuz, bir sözünüz var ve herkese mi?
S.Ç.: Formül şu; hiç kimseyi dışarıda bırakmayan bir şey. Politik olarak durduğumuz bir yer var, hikâye anlatıcısı olarak hikâyemizi şunlar dinlemesin diye bir lüksümüz yok, herkes dinlesin istiyoruz. Tiyatroda bir yabancılaşma yaşıyor, hikâye anlatmıyor folklor yapıyor, tekrarlıyor kendini. O zamanda oyunun anlamı kalmıyor, biz burada belki kendi şahsımızda bu yabancılaşmayı kırmış oluyoruz... Günle ilgili, insanlığın haliyle ilgili bir hikâye anlatıyoruz... ,
-Bu bir hatırlatma mı diyelim?
S.Ç: Bunları bir hatırlayalım. Karşındakini gör, diyalektik bu. Her şey zıttıyla var... Mutlakiyetçiler bunu anlamıyor. Sen karşıtını görmezsen kendin olamazsın. Bu büyük bir yabancılaşma...
-Hem yabancılaşma hem de mülkiyet...
S.Ç: Barbarlık var doğru. Bir ev değil, 10 ev falan... O zamanda kendisi yok oluyor, başka bir şeye dönüşüyor.
-Sanat ve sanatçı üzerine konuştuk ama siz nasıl bakıyorsunuz günümüzde yaşanılanlara...?
S.Ç: Marjinalize ediliyor. Kimse şunu yasakladım demiyor çok küçük zaten. Yasaklasa da 40 kişilik salonda sanat yapmaya çalıştığında yasaklanmış demektir. O ne zaman olur biliyor musun? 1500 kişiye oynarsın işte o zaman engellenirsiniz...
-Bunun da nedenleri var ama?
S.Ç: Şöyle; özgürlük alanı gibi, bu özgürlük değil, bu parçalanma. Yani siz 40 kişilik salonda muazzam iyi bir şey yapıyorsunuz, yaratıcı ekiplere bakıyorsun muhteşem. 11 temsili yapıyorsunuz, 440 seyirci... Bunu analiz ediyorsunuz 160’ı tiyatrocu, yarısı birinci derece akraba geriye 35 kişi kalıyor. Bu bir suçlama değil, buna razı olmayalım, çalışalım ama 1000 kişiye çıkalım. Mahmut Bey’deki bir seyirciyi Avcılar’daki seyirciyi kabul etmiyoruz. Bu cumhuriyet içinde yapıyoruz.