Fırat’ın batısı ve 30 km

Yıl olmuş 2018, ama yönetici akıl aynı. Oysa 1930’larda maruz kalan Kürtler, şimdi müdahil oluyorlar. Munzur, Afrin’e akıyor.

Selim Temo stemo@gazeteduvar.com.tr

30 Aralık 2015’te, “devlet 90’lara değil 30’lara döndü” demiştim. Bugün bunun iki yansıması daha ortaya çıkıyor: “Fırat’ın batısı” stratejisi ve “otuz kilometrelik tampon bölge” söylemi. Ama işte kazın ayağı öyle değil bu sefer.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kürtlere birtakım raporların gözüyle bakar. Bu raporlarda kullanılan dil, geleneksel sömürgeciliğin dilidir. Bu dil asla insanlardan, bir halktan, bir ulustan bahsetmez. Bir canlı grubundan söz edilir ve onların tedibi, temsili (asimilasyonu) ve tehciri teklif edilir. Bu yaklaşım ve onun dili, kanunlara ve kanun adlarına da yansır. “Tunceli İl Merkezinin Kalan Kasabasına Nakline ve Kalan İlçesi Kadrosuyla Kütahya İlinde Altıntaş İlçesinin Kurulmasına Dair Kanun” gibi. Sözü edilen Altıntaş bucağı, 1947’de çıkarılan bu kanunla ilçe yapılmıştır.

Söz konusu ilçenin belediyesinin sitesindeki “Tarihçe” bölümünün ilk iki cümlesi şöyledir: “İlçe merkezi olan Altıntaş ve ovasının tarihçesi oldukça eskiye dayanır. Ancak ‘Altıntaş’ın tarihçesi’ adlı eser ya da bir kitaba rastlanmamıştır.” 17 Ağustos 2017’de baraj inşaatında çalışan Kürt işçilere saldırılan yer, işte bu Altıntaş ilçesidir. “Eser ya da kitaba” ulaşamayan belediye için tarihçeyi özetleyeyim; bu, aynı zamanda kısa Türkiye tarihi olacak: Kürdü oraya sürüp ilçe yap, sonra açlıktan süründürdüğün Kürdü oralara kadar sürükleyip oradan da sür!

İl merkezi Kalan kasabasına taşınan Dersim’e yapılan seferin gerekçesi ise, Fırat’ın batısı stratejisiydi. “Aman” diyordu Ankara’ya art arda ulaşan raporlar, “Kürtler Erzincan Ovası'nda ziraat yapıyor ve Fırat’ın batısına geçiyorlar; tiz tedbir alına!” İşte bu strateji, Kürtlerin Rojava’da idareyi alma ve Fırat’ın batısına geçmeleriyle yeniden hatırlandı. Malum, devlette devamlılık esastır!

Aslına bakılırsa Kızılırmak’ın da batısında Kürtler vardı, ama 1930’larda Fırat, Kürtlerle savaşın sınırı olarak düşünülmüştü. Kürdistan seferi zafere ulaşamazsa Fırat sınır olacaktı. Güncellenen hali ile Rojava’daki Kürtleri Fırat’ın doğusunda tutma stratejisi ise, Akdeniz’e ulaşmalarını engellemeyi hedefliyor.

Pek sevilen kalıpla söylemeli: Yıl olmuş 2018, ama yönetici akıl aynı. Oysa 1930’larda maruz kalan Kürtler, şimdi müdahil oluyorlar. Munzur, Afrin’e akıyor. Rojava Kürtleri Fırat’ı güneyleri için bir sınıra çevirdiler ki sararmak bilmeyen raporları iyice kızartan bir durumdur bu. Ayrıca Kürtlerin denize ulaşmasını engellemeye çalışan Türkiye’nin unuttuğu bir şey var: Kürtler çoktan denize ulaştı!

Bir: Rojava Kürtleri Fırat’a “deniz” derler. Kürtçedeki “çem” ve “robar” gibi nehir anlamına gelen sözcükleri ya da deniz anlamına gelen “zerya” sözcüğünü değil, Türkçedeki “deniz” sözcüğünü kullanırlar. Demek ki denize ulaşılmış, hatta ötesine geçilmiş! İki: Rojava’nın devletleşmesi durumunda uluslararası hukuk gereği denize bir çıkışının olması gerekecek. Üç: İngilizler 1830’larda Urfa-Birecik’e bir liman inşa etmeye başladılar. Oradan Basra Körfezi ve Hindistan’a ulaşan bir suyolu yapılacak, böylece bölgeye hâkim olunacaktı. Süveyş Kanalı projesi başlatılınca liman yarım kaldı. İki yüzyıl sonra Fırat denizinin Karkamış’tan Irak sınırına kadarki bölümünü büyük barajlarla birlikte kontrol altına alan Kürtler ve müttefikleri, şimdiden Basra Körfezi’nden Mısır’a kadarki sahada söz sahibi olmaya başladılar. Yani Fırat’ın batısı stratejisi 90 yılın sonunda Kürtlerin lehine netice vermiştir. 30 kilometrelik tampon bölge söyleminin tekrarını ise, bu noktada hem yenilginin itirafı hem de zafer rüyasındaki sayıklama olarak okuyabiliriz.

Pek de saygın bir tarihi olmayan havuz medyasına göre ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, 10 kilometre filan denince, “ne demek, dükkân sizin, 20 de bizden olsun” deyip 30 kilometrelik tampon bölge sözü vermiş. Sonradan yalanlandı ama bu 30 kilometre “bilinç altına kaçırılan” bir mesafedir.

Bu 30 kilometre, eskiden Türkiye ile Fransa manda yönetimi arasında imzalanan bir anlaşmanın maddesiydi. Buna göre Suriye’ye geçmeyi başaran Kürt aydın ve siyasetçilerinin bugünkü Türkiye-Suriye sınırına 30 kilometreden fazla yaklaşmaları yasaklanıyordu. Kürt siyaset ve edebiyat tarihinin birinci sürgün kuşağı olarak tanımlanan insanlar ölünce, işte bu hattın berisine gömüldüler.

İkinci tampon bölge, 1950’lerde başlatıldı. Demokrat Parti yönetimi Türkiye tarafındaki arazileri müsadere etti ve yaklaşık bin kilometrelik mayınlı bölge oluşturdu. Suriye BAAS’ı da sınırdaki arazileri müsadere etti, ardından 10-15 kilometre genişliğindeki hatta yaşayan Kürtleri sürüp yerlerine Arapları yerleştirdi. “Arap Kemeri” denen bu tedip, temsil, tehcir ve müsadere hattı 350 kilometre uzunluğundaydı. Bu hattaki 335 köy boşaltıldı, 50 yeni köy kuruldu. 150 bin Kürt sürüldü, bu Kürtlerin 2 milyon dönümlük arazilerinin yarısı yerleşimcilere, yarısı askerlere verildi. Sürülen Kürtler, sınırın 30 kilometre uzağına yerleşmek zorunda bırakıldı. İnsanın biraz özgün olun diyesi geliyor, zira “yeni kızıl” elma bu 30 kilometre işte. Benim bildiğim kızıl elma kabaca Nijerya açıklarından Kuzey Çin Denizi’ne kadar uzanıyordu. Ama belli ki yeni şartlara göre gerçekçi biçimde revize edilmiş!

Gel gelelim rapor yazıcıları, insanların yan yana ve dip dibe yaşamasının mümkün olduğunu bilmezler. Siyasetçiler, kitleleri efsunlayan “kızıl elma”nın Bizans’tan gelen bir mefhum olduğunu bilmezler. Tamponcular, ilk iki tampon bölgeden sürülen Kürtlerin bugünkü Rojava’yı genişlettiğini bilmezler. Bilmediği her şeyi biliyormuş gibi yapanlar ise, Fırat’ın Akdeniz’e döküldüğünü bilmezler!

Tüm yazılarını göster