'Fırsat verme' korkusu, 'sana ne' muhalefeti

Yaşananlar, iktidar sözcülerinin önlerine gelen, -hatta karşı taraftan atılan- siyasi "fırsatların" değerlendirmesi gibi görünüyor olabilir. Zaten, açıktan "tepki korosuna" katılmayan bazı mahcup CHP'liler de, "fırsat vermiş" olduğu gerekçesiyle Kaftancıoğlu'na dolaylı "eleştiri" imkanını kullanıyor. Son derece anlamsız suçlamalara "sana ne" denmediği için, bu dürtülerle harekete geçirilmek istenenler de "bana ne" demiyor.

Kemal Can kcan@gazeteduvar.com.tr

Yakın dönemdeki sayısız örnekte görüldüğü gibi, seçim veya başka bir nedenle politik destek ihtiyacı acilleştiğinde, AKP sözcüleri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, "kolay hedef" olarak gördükleri CHP'ye doğrudan ve "ölçüsüz" bir saldırı başlatıyor. CHP gerçek tüzel kişiliğinden daha geniş bir "öteki" tarifi için sembole dönüştürülüyor. Bazen gelen fırsatlar öne çıkıyor olsa da, genellikle saldırı işaretinin verilmesi bir hazırlığın göstergesi. Geçen hafta "Erken gelenler neyin habercisi?" başlığının altında, iktidarın seçime dönük taktik manevralarda bütün dikkatini 'muhalefeti bozmaya' tahsis edeceğinden ve seçim dahil bazı şeylerin erkene çağrılabileceğinden söz etmiştik. CHP İstanbul İl Başkanı seçilen Canan Kaftancıoğlu'na dönük ve bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dahil olduğu saldırılar da bu kapsamda okunabilir.

Önemli siyasi hamleler öncesinde, üzerine gidileceklere veya hamleye direnebileceklere karşı başlatılan saldırılar, seçim gündemi söz konusu olduğunda "CHP zihniyeti" başlığında toplanıyor. Rahatsız olunan bütün kesimler, ya bu başlığın altına sokuluyor ya da CHP ile ilişkilendirilerek pakete dahil ediliyor. Böylece hem sağ zihniyet dünyasının refleksleri tek noktaya odaklanarak kolay harekete geçiriliyor hem de muhalefet içindeki gerilim alanları aktifleştiriliyor. Verilen işaret, sırasıyla parti teşkilatı, yandaş medya ve giderek tüm destekçiler nezdinde bir tür "subliminal" etki yaratıyor, sosyal medya trollerinin yönlendirmesiyle, bazen mesneti de sorgulanmayan toplu ayine dönüşüyor, belki de böyle bir hava yaratılıyor. Bu kesimde, biraz sağduyu sahibi veya öyle görünmeye çalışanlar ise, ya derin bir sessizliğe gömülüyor ya da bu ölçüsüz saldırıya katılmasa bile "sosyolojik, tarihi, siyasi" bahaneler üretmeye çalışıyor. Ayrıca, saldırganlık dozu yukarı çıkıldıkça, zirveye yaklaştıkça artıyor. Ölçüsüzlüğün bu ters işleyişi, sanıldığı gibi kişisel tercihin veya üslubun sonucu değil, doğrudan varılmak istenen amacın gereği.

Canan Kaftancıoğlu, eşinin domuz yediği iddiası, ona ait olmayan bir fotoğrafla yapılan benzetme ve bazıları düzmece sosyal medya paylaşımları dolayısıyla meclis kürsüsünde, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından suçlandı. Bu sefer yayılma da daha geniş oldu. CHP içinden ve muhalefette olduğu iddiasındaki bazı çevreler de, farklı gerekçelerle açıkça koroya katıldı, hatta gerekçe yapılan malzemeyi teminde öncü rol üstlendi. Saldırı iştahını artıran bu gelişme, bir tür iş bölümü yarattı: Milliyetçi reaksiyonlar CHP civarındaki ulusalcı çevrelere bırakılırken, iktidar sözcüleri "hayat tarzı" meselelerine odaklandı. Çoğu "sana ne" demekten daha uzun bir cevabı hak etmeyen suçlamalar, CHP'yi ele geçirmiş "marksist zihniyeti" hedef alıp, "asıl CHP"yi savunur gibi yapsa da, aslında yine "yerli-milli olanlar" dışındaki bütün muhalefetin içine doldurulduğu "bunlar" torbasını yumrukladı. Muhafazakarlığın ve milliyetçiliğin "öteki" algısı tahkim edilirken, bu zihniyetlerin etki alanı muhalefet bloğunun içinde de ilerletildi. Tıpkı geçen hafta HDP'deki tartışmalarda yapıldığı gibi.

Yaşananlar, iktidar sözcülerinin önlerine gelen, -hatta karşı taraftan atılan- siyasi "fırsatların" değerlendirmesi gibi görünüyor olabilir. Zaten, açıktan "tepki korosuna" katılmayan bazı mahcup CHP'liler de, "fırsat vermiş" olduğu gerekçesiyle Kaftancıoğlu'na dolaylı "eleştiri" imkanını kullanıyor. Ama daha önceki örneklerde de görüldüğü üzere, fırsatların zamanlaması, kullanılan malzemenin gerçekliği, verilen tepkinin oranı, hatta tepkinin sahiciliği gibi meseleler aslında son derece tali. Saldırı başlatmak için çoğu zaman fırsata ihtiyaç olmuyor; fırsat bazen tarihin derinliklerinden, bazen doğru olmadığı kanıtlanmış ama kullanılmaya devam eden yalanlardan, bazen de sadece "öyle denildiği" için yaratılabiliyor. Mümkünse yaratılan gerekçelerin çok güçlü olmaması zaten amaca daha uygun. "Kabataş olayı" veya "camilerin ahır yapılması" gibi yalanların, "vatan haini, terörist" gibi ölçüsüz suçlamaların bu kadar bol ve kolay kullanılması bu yüzden. Zayıf gerekçelerden üretilen yüksek tepki görüntüsü, karşı tarafta "fırsat verme korkusunu" besliyor. Yayın organlarından siyasi partilere, iş çevrelerinden sivil topluma kadar geniş bir alan "milletin değerleri" sopasının etki çemberine alınıyor.

Kolayca harekete geçen veya kışkırtılmaya teşne sağ hassasiyetleri işaret etmek için kullanılan "milletin değerleri" genellemesi tamamen saygıyı, hatta dikkati hak ediyor mu? Gerçeği görmek, ona teslim olmak, hizaya girmek demek midir? "Sağ zihniyet dünyasının" refleksleri, domuz yemek ve haram yemek arasında bir seçime zorlansa -dini referansların hepsi aksini söylese de- tepkilerini kıyas kabul etmez biçimde birincisine yönlendiriyor. Domuz yemek, haram yemekten açık ara daha "yabancı" ve tepki toplamak / yaratmak için daha elverişli. Bunun toplumdaki dinsel derinlikle, ahlaki referanslarla ilgisi tartışılabilir, "millete saygısızlık" suçlamasına da konu edilebilecek sosyolojik kökünden bahis açılabilir. Ama bizim konumuz olan siyasi kimlik meselesiyle ilişkisi olduğu açık. Siyasi temsil açısından "kendine benzeyeni" aşırı önemseyen, "yabancı" olana da kişisel deneyimleriyle karar veriyor. Son derece anlamsız suçlamalara "sana ne" denmediği için, bu dürtülerle harekete geçirilmek istenenler de "bana ne" demiyor. Ne söyleneceğine, kimin söyleyeceğine, nasıl söyleyeceğine karar veren bir vasata teslim olunması isteniyor ve ne yazık ki çoğu zaman bu mümkün oluyor.

Muhalefet bloğunda kimi küçük hesap sahiplerinin veya ideolojik arızalıların bahane olarak kullandığı "fırsat verme" argümanı, saldırılara meşruiyet sağladığı gibi, açıkça besler hale geliyor. Laikliği savunma iddiasındakiler, "yeterince dindar olunup olunmadığı" sorgulamasını "siyasi alanın dışına itmek yerine, "Müslüman olmayı" öğretmeye soyunuyor. "Millete yabancı olma" suçlaması, "sen buna mezun musun" demek yerine milliyetçilik yarışıyla karşılanmaya çalışılıyor. İktidar partileri kendi ittifaklarını partilileriyle bile tartışmazken muhalefetin kiminle yan yana durabileceği konusunda icazet merci kabul ediliyor. Son dönemde revaçta olan garip bir "çare" yöntemi ve tuhaf siyasi aritmetik de zemini iktidar için bereketli hale getiriyor: Sınırlarını iktidarın çizdiği "yerli-milli" alanına girmek için formüller aramak, böyle bir yarıştan sonuç alınabileceğini ummak ve muhalefet bloğunda saldırı altında olan diğer aktörlerin uğrayacağı oy kaybından nasiplenileceğine inanmak. İktidarın saldırıları veya "içeriye" dönük kışkırtmalarıyla siyasi fırsat yakalanabileceğini düşünenler bir tarafta, İyi Parti'nin CHP'den, CHP'nin HDP'den oy alabileceğini hesaplayanlar diğer tarafta. Gerçekçi olmayan bu akıl yürütmelerin yerine, iktidarın "belirlemeciliğine" "sana ne" demek siyasi gündemi değiştirebilir.

Üstelik "sana ne" muhalefeti, sadece suçlamalara karşı değil, hayat tarzı dayatmalarından kiminle birlikte hareket edileceğine kadar geniş bir alanda ve yargıya siyasi müdahalelerin hepsinde de son derece kullanışlı.

Tüm yazılarını göster