Fotoğraflar çoğaldıkça çoraklaşıyor

Herkes sürekli fotoğraf çekiyor. Bir günde, bile isteye çektiklerimiz kadar farkında olmadıklarımızla birlikte sayısız fotoğraf karesine giriyoruz. İyi de sabitlenmiş anlarımız, anılarımız çoğaldıkça, hikayelerimiz çoraklaşmıyor mu sizce de?

Nur Betül Çelik nbcelik@gazeteduvar.com.tr

Karşımda çerçeve içinde yılların soldurduğu siyah-beyaz bir fotoğraf, fotoğrafta 11-12 yaşlarında bir çocuk... Fotoğrafta tarih yok. Ama 1945 civarı olmalı. İçinde tek bir hasır sandalyeden başka nesnenin olmadığı bir stüdyoda çekilmiş. Annem bu. Yaşını olduğundan büyük gösteren koyu renkli, sanırım kadife, bir elbise var üzerinde. Bağcıklı ayakkabıları eskimiş. Uzun konçlu yün çorapları ile eteğinin boyu hemen hemen aynı. Bir elinde küçük bir çanta, diğer eli arkasında duran hasır sandalyenin üzerinde. Saçları kulak arkasına alınmış, tepedeki perçemi arkada kurdele ile tutturulmuş, özenle taranmış belli ki. Poz ver(diril)miş. Gözleri dışında. Pırıl pırıl siyah gözleri fotoğrafın cansızlığına tezat, doğrudan bize bakmıyor ama kameranın arkasında belirsiz bir noktaya sabitlenmiş. Elleri dikkat çekiyor. Yoksul eller bunlar. Yoksulluğunu yırtmaya çalışan bir hali var bu çocuğun. Büyümüş çoktan. Yaşını aşan bir vakarla yüzünde belli belirsiz bir gülümseme duruyor öylece. Gözlerinde ise çocukluğunu ele veren bir canlılık... Belki de öyle olmalıydı, hanım hanımcık görünmeliydi. Uzaktaki babaya ulaştığında bu fotoğraf, baba kızıyla, onun ağır başlılığıyla gurur duymalıydı. O bakışlar baktıkları boşlukta yaşarken yitmiş babayı mı arıyordu acaba?

.

Eski fotoğraflara bakmak hep hoşuma gitmiştir. Fotoğrafın sabitlediği o anda kalan yüzlerde, poz vermenin telaşının ötesinde bir duygu, bir düşünce yakalamaya çalışırım. Hepsinin hayatını ele veren bir bakış, bir mimik, bir aykırılık bulmaya çabalarım. Fotoğrafın böyle bir gücünün olup olmadığı tartışılır elbet ama nedense bu eski fotoğraflarda anı aşan o “şeyi” aramaktan kendimi alamam. Doğrudan objektife bakanın bakışında, fotoğrafa gizlice sızan kamerayı tutanın dışarıdayken içeride olan, temsilin düzeneğini bölüp parçalayan varlığı sezilir ya, işte bu ikircikliliğin fotoğrafın gizemini inşa ederken neredeyse eşzamanlı biçimde onu yerle bir edişi üzerine düşünmeyi severim.

Kendi fotoğraflarımı sevmem. Kendime fotoğrafta bakmaktan hoşlanmam. Bunun nedeni orada olanın eksikliği mi acaba? O eksiklik, benliğimin kırılganlığını yüzüme vurduğu için olabilir mi? Olabilir. Hiçbir fotoğrafın temsil etmeyi başaramadığı o artık mı sorun yani? Olabilir. Hakikaten de fotoğraf, hikayeyi yutuyor sanki. Fotoğrafın kendi kurgusu içine hapsettiği ile o kurgudan taşan arasındaki büyük açıklıkta yitip gidiyor hikayelerimiz. Fotoğraftaki genç kız, ona bakan ben değil bir başkası olduğunda bir başka hikayenin kahramanı artık. Bakan ne görürse o.

Çoğumuzun elinde akıllı telefonlar var şimdilerde. Hep birlikte kendi kendimizi fotoğraflamak, her halimizi, her sosyalleşme girişimimizi herkesle paylaşmak konusunda hummalı bir çaba içindeyiz. Herkes sürekli fotoğraf çekiyor. Bir günde, bile isteye çektiklerimiz kadar farkında olmadıklarımızla birlikte sayısız fotoğraf karesine giriyoruz. İyi de sabitlenmiş anlarımız, anılarımız çoğaldıkça, hikayelerimiz çoraklaşmıyor mu sizce de? Ardı ardına çekilen fotoğraflar, hikaye anlatmayı olanaksızlaştırıyor mu? An akışkanlaşırken hikayelerimiz oluşamadan yitip gitmiyor mu?

Teknolojinin depolama konusunda sağladığı hızla ve kolaylıkla birlikte elimizde tuttuğumuz o cihazlarda sakladığımız fotoğraflar baş edilemez bir niceliğe erişiyor. Çektiğimiz fotoğrafları ayıklayıp sınıflamak, hangilerinin arşivlenmeye değer olduğuna karar vermek bile başlı başına bir işe dönüşüyor. Bana fi tarihinde çektiği bir fotoğrafı gösterebilmek için telefonlarıyla boğuşan arkadaşlarımın arşivlerinin büyüklüğü karşısında dehşete düştüğüm oluyor inanın. Kendiminkinden hiç bahsetmiyorum bile. Sorum ise şu: Bu sayısız fotoğrafın içinden çıkabildiğimizde ne olacak? Örneğin, şu karşımdaki çerçeveden bakarken benden gözlerini kaçıran çocuk-annemin hikayesindeki aşinalığı onlarda bulabilecek miyiz? Kuşkuluyum.

Her anımızı kaydetme ihtiyacımızın büyümesinin, hayatın hiç olmadığı kadar hızlı akışıyla bir ilgisi var sanırım. Oturup şöyle derin derin kendi üzerimize düşünebilecek zamanımız kalmadı. Her şey baş döndürücü bir hızla değişiyor. Öyle olunca da her halimizi, her anımızı üzerine sonra düşünmek üzere kaydediyoruz sanki. Akışkan hayatlarımızın, şöyle eski fotoğraflardaki gibi gizemli, çoklu hikayelere gebe durağanlıklar edinebilmesine ihtiyacımız var. Ama beyhude çaba! Fotoğraf bu akışı durultmak şöyle dursun, hayatın yetişilemez hızını gözümüze sokuyor. Annemin solmuş fotoğrafları onun ölümüne direnirken, dijital fotoğrafları onun ölüme adım adım yaklaşışını gösteriyor. İşte şurada hasta, işte şurada biraz daha iyi, işte şu ölüme iki kala! Bunlar, ölümün kaçınılmazlığını öyle bir anlatıyor ki balyoz yemiş gibi oluyorum. Hayatın hızı karşısında çaresiz bırakıyor bu fotoğraflar beni.

İşte bazı yazılar, iç dökme gibi oluyor sevgili okur! Aslında seçimlere doğru baş döndürücü bir hızla yaklaşırken gündeme dair bir iki kelam etmek için oturdum bilgisayarın başına ama klavyemden dökülen bu! Annemin karşımda duran koyu renkli çerçeveden dışarı taşan bakışlarında arayın kabahati, bende değil! Artık haftaya daha politik bir yazı yazarım...

Tüm yazılarını göster