Frankenstein: Çağımızın kusursuz bir tasviri

Feminist bir anne ve anarşist bir babanın kızı olan Mary Shelley, tam 2 asır önce var ettiği bir yaratıkla, çağımız insanının dramına hâlâ ışık tutuyor. Doktor Frankenstein’ın yarattığı ucube canavar, insanlığın paramparça haldeki anlamsız varlığını tasvir etmek için kusursuz bir örnek teşkil ediyor.

Abone ol

Patricia MacCormack*

Popüler düşünceye göre, 2018’in ilk günü, Antroposen (İnsan Egemenliği) Çağı’nın 68’inci yıldönümü olarak anıldı; bu çağda insan etkinlikleri Dünya’yı öylesine derinden değiştirdi ki doğa olgusunun yerini artık insan aldı.

Bilim-kurgu ve gerçek, aslında tüm kurgu ve gerçekler, değişmez biçimde insanlar tarafından yönlendiriliyor. Bu karmaşanın etkileri, kurgusal sanatın rolünün (fantezi sanatın) şimdiye dek ne denli baskın olduğunun da bir gösteriyor: O kadar baskın ki, insanların ne denli yetenekli olduğunu görebildiğimiz oranda kusurlarımızı görebilme yetimizi yitirmiş oluyoruz.

İnsanlar şu anki çağa dair bir yörünge oluşturdu; ancak o yörüngenin nasıl bir görünüm kazanacağına dair çok az bilgimiz var. Bizler, dünyadaki aktif ve güçlü bir yaratıcının vekilleri ve dünyanın egemen türüyüz. Ve neden böyle olduğumuzdan ya da aslında ne olduğumuza ilişkin en ufak bir ip ucun sahip değiliz. İnsanların dindar, laik ya da çevreci olması fark etmeksizin, tıpkı diğer çağlarda olduğu gibi, aynı soruları soran ve aynı sessizlikle cevaplanan organizmalar açısından bazı kaotik durumlar söz konusu: Neden buradayız? Biz neyiz? Amacımız ne?

FRANKENSTEIN SAADET Mİ FELAKET Mİ GETİRECEK?

Daha uzun ve daha iyi bir yaşamın vaat edilmesinin yanı sıra, bir felaket tehdidinin de söz konusu olduğu Antroposen Çağı’nda, insanlığın değeri git gide artan biçimde sorgulanıyor. Bilim-kurgunun en eski örneklerinden biri, günümüzden iki yüz yıl önce yine bir yeni yıl gününde aynı soruları hayatımıza sokmuştu. Mary Shelley (tanınmış anarşist William Godwin’in ile o dönem dünyanın en ünlü feministi Mary Wollstonecraft’ın kızı ve kötü şöhretli bir ateistin eşiydi), “Frankenstein: Ya da Modern Prometheus” adlı romanını yayınladı.

Daha başlıkta bile, Shelley’nin, her yaştaki insanın kıskançlıkla içinde hissettiği yukarıdaki soruların kalıcılığının, temelde varoluşsal krizimizle bağlantılı olduğunu açık ettiğini görebiliyoruz.

Frankenstein ilk kez 1818'de yayınlandı.

Shelley, romanın girişinde Milton’ın “Paradise Lost”undan (Kayıp Cennet) Adem’in içinde yaratıldığı ve ardından ağıtlar yaktığı bölümü alıntılar. Shelley, varoluşsal hikayesinde, bize ansızın insan ile hesap verebilir ve sorumluluk sahibi olan ama belki de yaratılış eylemine dair bilgelikten yoksun olan yaratıcısı arasında bitmek bilmeyen bir gerilim olduğunu anımsatır; ve insanın rızası ya da talebi olmaksızın kendisine verilen hayat ve bilgiyle ne yapıp ne yapmayacağına dair bir fikri olmaması da ayrı bir meseledir.

Shelley patolojik sorunları olan, sınırlı düzeyde merak sahibi ve neticede umutsuzluğa boğulmuş bir canavar yarattı; ve yaratıcısı onu kibirsiz, empati yoksunu (karşısındaki kişiyi anlayamayan), kendini beğenmişlikten uzak ve kişisel gururu diğer canlılar üzerindeki etkisi yanında önemsiz kalan bir yaratık olarak var etti.

Yazarla aynı çağdan herhangi birinin söyleyebileceği üzere, Antroposen Çağı, Shelley’nin öyküsünü küresel bir ölçekte gerçeğe dönüştürüyor gibi görünüyor; tek başına bir canavar, şimdi insan olmayan türleri, azınlıkları ve ezilen birçok insan topluluğunu temsil ediyor. Bu esnada yaratıcı konumundaki hükümetler, ulus-odaklı vatanseverler ve çokuluslu şirketler, Shelley’nin aşırı büyüleyici yaratıcısı Dr. Frankenstein’ı ziyadesiyle anımsatıyor.

KORKUNUN BEDEN BULMUŞ HALİ

Shelley’nin ardında bıraktığı Frankenstein mirası, şaşırtıcı düzeyde benzersiz bir felsefe barındırır. Tanınmış makyaj sanatçısı Jack Pierce’ın oldukça yaratıcı dehası sebebiyle aslında çok daha farklı bir edebi karakter tasarlandı ve bu canavar korkunun tam anlamıyla somut bir ikonu haline geldi: Oyuncu Boris Karloff’un canlandırdığı canavarsa, Frankenstein (1931) ve Frankenstein’ın Gelini (1935) adlı filmlerde asıl öyküye (en azından kitap açısından) daha sadıktı.

Kitap, tarihteki ilk korku sineması uyarlamalarından (1910 yapımı Charles Ogle filmi) birine ilham kaynağı olsa da James Whale’in Universal Pictures şirketi için çektiği 1920 yapımı film, canavarın yaratıcısıyla birlikte hikayenin en can alıcı noktasını da bir öyküden efsaneye doğru değiştirdi. Sorumsuz bir şekilde tehlikeli bir gücü kullanan deli bilim adamı ile karşılaştırıldığında; birleştirici, neredeyse tamamen sessiz, sadece bir “arkadaş” arayışındaki bedeni yalpalayan bir canavar ve bundan daha fazlasını yaratmak isteyen Dr. Frankenstein’ın Tanrı kompleksine odaklanan bir anlatıdan, sevimsiz bir canavarın perişan varlığına geçiş, izleyici için mütevazı bir ayna etkisinin yaratıldığı bir ânı işaret ediyor.

Belki de insanların (her ne olursa olsun) kendini yaratanlar yerine kendilerine odaklanma süreçlerini yansıtan Karloff’un filmi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde deforme olmuş insan türünün varlığının değeri konusundaki kuşkuları ortaya koyuyor ve Sartre’ın varoluşçuluğunun aktardığına benzer endişeleri dile getiriyordu: Hayatın bir anlamı var mı?

Sinema alanında henüz Gotik bir Shelley uyarlaması göremedik. Son yapımlar, Hammer’ın 1950-70’li yılların duygusallığı ile kıyaslandığında daha hafif görünüyor ve bilimkurgu robotu ya da genetik yaratım, Viktoryen estetiğine galip geliyor. Daha fazla metal ve daha az etten oluşan yaratık daha şık ve daha güçlü olması nedeniyle, yalnızca ölüme yazgılı hücrelerden oluşan bir et yığını olmaya dair korkularımızı hafifletiyor.

Vampirler, kurt-adamlar ve hatta zombiler parıltılı, çekici ve tam anlamıyla hijyenik olmakla birlikte, bir yansıması olarak bedenimizin izlerini taşıdığı kimlikleri ve ideolojileri bizlere hatırlatan, paramparça haldeki yamalı canavardan bu güne biraz zaman geçti.

Bu canavarla kurulacak duygusal bağ, içinde yaşadığımız çağı anlayabilmek için en uygun araç olabilir. Farklılıkları ve zayıflıkları kabullenmeli ve başkalarının hayatı pahasına uygulanan Frankensteinvari güçler üzerinde epey kafa yormalıyız. Niçin burada olduğumuza odaklanmamalıyız; öte yandan, düşünmemiz gereken asıl şey nasıl daha yaratıcı ve daha öngörülebilir biçimde (birbirinden oldukça farklı parçaların nedensiz ya da anlamsız ama kendine özgü bir biçimde bir araya getirildiği bir dünyanın parçası olarak) var olabileceğimiz.

*Patricia MacCormack Anglia Ruskin Üniversitesi’nde Felsefesi Profesörü olarak çalışmaktadır.

Yazının aslı Conversation sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)