Tarihte çok az eser, yayınlanışının üzerinden tam 200 yıl geçmiş olmasına rağmen hala referans kaynağı olma maharetiyle bezelidir. Mary Shelley’in 18 yaşında yazmaya başladığı, 20’sinde adsız yayımlamak zorunda bırakıldığı, imzasını ancak 23 yaşındaki baskıya koyabildiği ölümsüz romanı “Frankenstein ya da Modern Prometheus” da bu eserlerden birisi. Zaman ilerledikçe “Modern Prometheus” bölümü dışarıda bırakılıp “Frankenstein” olarak anılan bu roman daha yirmisine varmamış genç bir kadının dehasının ürünü olarak, mitolojiden dini metinlere, sanayileşme devriminden bilimde çığır açıcı gelişmelere, sınıf ilişkilerinden insanın karanlık dünyasına kadar onlarca farklı alanda okumalara tabii tutuldu, hala da referans kaynağı olarak önemini korumaya devam ediyor.
Aslında roman, ‘yaratık’ın yaratıcısı Victor Frankenstein’dan adını alsa da zamanla bu isim yaratıkla daha çok özdeşleşmeye başladı. Kimileri bunu ‘yanlış’ bulsa da ‘yaratık’ın yaratıcısının yansıması olduğu düşünüldüğünde çok da yanlış bir yorumlama olduğunu söylemek zor.
Haliyle romanın yazarı Mary Shelley’in kendisi de her zaman merak konusu olmaya devam etti. Babasının ünlü bir düşünür, annesinin önemli bir kadın hakları savunucusu olması bile onun nasıl bir iklimde büyümeye başladığını anlamak için merak uyandıran referanslar. Üstelik annesinin onu doğurduktan çok kısa bir süre sonra hayatını kaybetmesi bu dehanın iç dünyasını anlamamız için başka bir merak uyandırıcı durum olarak dikkat çekiyor.
Birkaç yıl önce Suudi Arabistan’ın ilk kadın yönetmeni olarak çektiği “Vecide” filmiyle kurmaca sinemaya sağlam bir giriş yapan Haifaa Al-Mansour’un bu karaktere el atmış olması sevindirici bir haber olarak kabul görmüştü. Mansour’un Emma Jensen ile birlikte kaleme aldığı senaryodan ortaya çıkan “Mary Shelley” ise bu heyecanı karşıladığını söylemek biraz zor. Bu tür biyografik filmlerde hikayenin neresinden tutacağınız, karakterin hangi dönemini, hangi boyutunu anlatacağınız önem kazanıyor ister istemez. Dört başı mamur bir biyografi filmi yaratmak sinemanın en zor işlerinden birisi olsa gerek. Mansour ve Jensen ikilisinin tercihleri de bu bakımdan filmin kaderini belirlemiş görünüyor. Daha çok Shelley’nin hayatının önemli duraklarında seyahat eden, bu anlardaki gelişmeleri ikna edici bir şekilde anlatmak için ‘derinlerde’ olup bitenleri, arka planda yaşananları ihmal eden bir film var karşımızda. Bir anlamda her şey var ama hiçbiri tam olarak anlatılmıyor sanki.
Shelley’nin annesi gibi güçlü bir kadının etkisinde olduğunu görüyoruz ama tam değil. Annenin onun doğumunda hayatını kaybetmesinin yarattığı suçluluk duygusunu sadece hissedebiliyoruz. Percy Shelley ile olan inişli çıkışlı ilişkisini duygu derinliğinden çok kronolojik bir sırayla takip etmek zorunda kalıyoruz. Shelley’nin din, mitoloji, dönem edebiyatı, bilim gibi referanslarının hayatındaki yeri konusunda tam bir fikir sahibi olamıyoruz. Victoria Dönemi’nin eşiğinde bulunan İngiltere’deki sınıf ilişkilerini, değişim sancılarını arka planlardaki atmosferde bulmakta zorlanıyoruz. Kitapta yoğun olarak hissedilen gotik unsurlardan yeterince nasiplenemiyoruz. Ama bütün bunların hepsinden de birer parça görüyoruz. Bazen, her şeyi anlatma/ gösterme telaşı, hiçbir şeyin tam olmaması gibi sonuçlar doğurabiliyor. Filmin temel sıkıntısı asıl olarak bu sanki.
“Mary Shelley” bu haliyle yüzyılları etkileyen bir eserin yaratıcısının anlam dünyasını anlatmaktan çok, bir dönem filmi tadı veriyor. Her şeye rağmen böylesine önemli bir kadın yaratıcının ve önemli bir eserin ortaya çıkış sürecini takip etmek, dönemin entelektüel dünyasına dair fikir edinmek için görülmesi gereken bir film “Mary Shelley”.
Filmi tanımlayacak en doğru cümle şöyle olabilir: Bilgi veriyor fakat ilham vermiyor!
YÖNETMEN: Haifaa Al Mansour
OYUNCULAR: Elle Fanning, Douglas Booth, Bel Powley, Maisie Williams, Tom Sturridge, Ben Hardy, Stephen Dillane
YAPIM: 2018 ABD
SÜRE: 120 dk.