Irkçı düşmanlık duygusu herhangi bir ahlaki kaide veya “üst ben” tarafından “düzenlenmemeye” başladığı an tehlikeli gidişat başlamış demektir. Epey süredir bu tehlikeli gidişatın ortasındayız. Nitekim daha önce belli bir güruhun “toplumsallık” sınırları içinde kalan ırkçılık ve bilinçaltına atılmış her türlü “çer-çöp” dışa vurulmakla kalınmıyor, üzerimize fışkırtılıyor.
Çoğumuz lağım kokusu yayan bu akıntının toplumu parçalayacağını, en büyük tehlikenin de bu parçalanma olduğunu düşünüyoruz. Oysa Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında Sigmund Freud belli bir grubu bir arada tutmanın, saldırganlığa hedef gösterilecek başka bir topluluğun varlığıyla mümkün olduğunu söylüyor: “Öyle görünüyor ki, insanların bu saldırganlık eğilimlerinin tatmininden vazgeçmeleri kolay olmayacaktır; bu eğilim olmadan kendilerini rahat hissedemezler. Bu içgüdüye dışarıdan gelenlere düşmanlık besleme şeklinde bir çıkış yolu tanıyan küçük bir uygarlık çevresinin sağladığı avantaj yabana atılmamalıdır. Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür.”
“Öyle görünüyor ki” Freud, belli bir toplumsal yapıyı sarsıcı, parçalayıcı saldırganlığın, ırkçılığın aslında yeni bir toplumsalın “inşası” manasına geldiğini hatırlatıyor. İnşa demişken, İstanbul'da bir inşaat firmasının, işçilerin "farklı lisanlarda" konuşmalarını yasaklama gerekçesi olarak “diğer personelin” rahatsız olmasını gösterdiğini unutmayalım.
Unutmamamız gereken esas husus ise işçilerine “farklı lisanlarda” konuşmayı yasaklayan firmanın yaptığı ırkçılığın toplumsal, siyasal ve hatta yasal bir karşılığı olduğudur.
Örneğin Dicle Üniversitesi kampüsünde “ıslıkla Kürtçe marş söyledikleri” için darp edilerek gözaltına alınan iki üniversite öğrencisi hakkındaki 27,5 yıla kadar hapis cezası istenmesini, iddianamede “İçerisinde örgüt propagandası mahiyetinde cebir, şiddet, tehdit çağrılarının bulunduğu marşı ıslık çalmak suretiyle seslendirerek örgüt propagandası suçunu işlediler” ifadelerini, işçilere Kürtçe konuşma yasağı getiren inşaat firması pekâlâ referans alabilir.
Anti-Kürtlüğe, ırkçılığa ilişkin sayfalar dolusu çarpıcı örnek vermek mümkün. El konan belediyelere atanan kayyımların sayısız Kürtçe tabelayı söktüğünü, park, sokak, cadde isimlerini değiştirdiğini, Kürtlerin hafıza tazeleme anıtlarının yakılıp yıkıldığını iktidar gizlemiyorken, sonradan yalanlanan ve aslında 2015 öncesine dayandığı ifade edilen “Kürtler Camii’nin ismi Türkler Camii olarak değiştirildi” gibi haberlerin peşinden gitmek bizi bir yere götürmez.
İzini sürmemiz gereken, iktidarın yeni bir “toplumsalı” sadece anti-Kürtlük üzerinden inşa etmeyeceği tespiti olmalı. Nitekim şimdiye kadar Freudyen dil sürçmeyle dile vuran anti-Kürtlük artık her alanda patlak vermeye, hiç olmadığı kadar açıktan dillendirilmeye başlanırken bu saldırganlığın Kürtlere yönelmekle yetinmediğini görüyoruz da.
Yüzümüzde patlayıp hafızamızın kör kuyusunda hızla kaybolan örnekleri sıralamaya gerek yok ama yine de hatırlayalım: Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın başlattığı “Meclis sohbetleri” programı öncesi yapılan müzikli gösteride “Kadınlar sahneye çıkmasın” krizi yaşandı. Ankara Balgat'ta bir çocuk atölyesinde oyun kurucu olarak çalışan genç öğretmen, sigara molasında Çav Bella'yı mırıldanınca, atölye yöneticisi 'Sen bunu çocukların yanında da mırıldanırsın, biz muhafazakâr bir kurumuz' diyerek öğretmeni işten çıkardı.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Profesörü ve Yeni Şafak yazarı Faruk Beşer, Sağlık Bakanlığı yetkililerine "Yoğun bakımda kadın ve erkeği ayrı odalarda tutmak mümkün değil mi? Kadına kadın, erkeğe erkek doktor bakamaz mı?" sorusunu yöneltti.
Örneklerin sonu yok. Ama iktidar cephesinden gelen “Freudyen dil sürçmeleri” mahiyetindeki birtakım uygulamaların peşine düşüp muhalefeti günü kurtarıcı bu tür skandallarla geçirmek yerine, arzulanan alternatif toplumsallığın inşasının peşine düşmemek, tarihsel fırsatın veya son şansın ıskalanmasına sebep olabilir.
“Sivil” iktidarın neredeyse günaşırı üzerine asker kamuflajı çekerek poz verdiği bir dönemde Kürtlerle dayanışmaktan imtina edenler, “ama onlar da emperyalistlerle işbirliği yaptı”, “ama onlar da şiddet uyguluyor” gibi bahanelere sığınanlar, kendi toplumsallıklarını muhafaza edebileceklerini zannediyorsa, dizlerine vurmakta bile geç kalmış sayılır.
Çünkü AKP sadece anti-Kürtlükle, sola yönelik baskıyla değil, laiklerin, demokratların ve bilhassa Kemalistlerin “toplumsallığını” yaratan nüfusu devşirerek, onların kalbine bir başkasıyla birleşmesini engelleyecek duygular yerleştirerek, dayanışmaktan imtina edeni kısmen de olsa baskılarından azade kılarak, küçük küçük “hediyeler” vererek, hapse atmayarak, kapatmayarak, kayyım atamayarak ayrıştırdığı ölçüde yeni hegemonyayı kurabileceğini çok iyi biliyor. Freud’un tespitini akılda tutalım: “Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür.”
Yazıyı bitirirken Ülkü Tamer’in ölüm haberiyle sarsıldık. Ustanın “Düello” şiirini bu yazıya katık ederek huzurunda saygıyla eğilelim.
Düello
Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?
Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtmeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.