Fuat Talay: Ülkeyi ışığa çekmeliyiz

Sıla özlemi hiç bitmeyecek ve memleket hasretiyle ölecek isimlerden Fuat Talay. 18 yıl önce lise öğrencisiyken aldığı hapis cezasıyla sürgün hayatı başlayan Talay’la uzaktan da olsa hasret giderdik.

Abone ol

KOPENHAG - 17 yaşındasınız, ailenizle ve arkadaşlarınızla iç içe bir hayatınız ve kendinizle ilgili belki de komik sayılabilecek hayalleriniz var. Sonra birden bire, hiç beklemediğiniz bir anda, sadece düşüncelerinizi dile getirdiğiniz için alışık olduğunuz dünyadan koparılıp kendinizi bir girdabın içinde buluyorsunuz. Daha 17 yaşındasınız, hayatın çok başındasınız ve mücadeleniz çoktan başlamış bile. Sonra mecburen, yeni ülke, yeni dil, yeni çevre, yeni arkadaşlar, yeni okul, yeni hayaller… Bu liste böyle uzar gider.

Bazı enstrümanlar vardır, sizinle konuşur, tellerine vurdukça ağlar; bağlama da öyle bir enstrüman... Bağlama ustası ve ses sanatçısı Fuat Talay da bu enstrümanı 'ağlatanlardan'… Daha birkaç yıldır canı gibi sevdiği ülkesine misafir olarak gidip gelebilmeye başlayan müzisyen, dünyanın en değerli sanatçılarıyla birlikte sahne almış ve almaya devam ediyor. İşte sadece Duvar’a konuşan Talay’ın hikayesi…

.

Her klasik soru gibi önce neden müzik diye sorayım; çocukluktan beri var mıydı müzik sizin için?

Şimdi ben de müzik ile doğmuşum desem klasik bir cevap mı olur? Evet, çocukluktan beri hep var oldu müzik hayatımda. İlkokulda mandolin ile başlayan serüven, halk oyunları ve bağlamayla devam etti Halk Eğitim Merkezi’nde. Yavaş yavaş gençliğe adım atarken de evde yankılanan Ruhi Su, Livaneli, Ahmet Kaya şarkıları ve kafada şekillenmeye başlayan dünya görüşü de sanıyorum müziği kalıcı kıldı bende.

Hangi enstrümanları çalıyorsunuz? Neden onlar?

Bağlama, gitar ve daha başka telli enstrümanlar da çalıyorum. Ama sorunun cevabı ‘bağlama’. Vazgeçilmezim benim. Bağlama sadece çalınan bir enstrüman değil benim icin. Taşıdığı kültür, gelenek, siyasi sembol… her şeyiyle kutsalım.

Müzik pedagogu olduğunuzu biliyorum, bu terimi hiç duymamıştım, ne olduğunu anlatır mısınız?

Türkiye’de yaşadığım dönemde üç yıl müzik öğretmenliği okumuş olmama rağmen ben de bu terimi duymamıştım. Buraya yerleştikten ve dil okulunu bitirdikten sonra yeniden konservatuara başlamaya karar verdim, eğitim imkânlarını araştırırken bir yüksek lisans bölümü olarak karşıma çıktı müzik pedagojisi. Türkiye’de ve kısa bir süre İsveç’te aldığım eğitimimi referans göstererek başvurdum ve kabul edildim. Müzik pedagojisi eğitimi hem ritmik, hem klasik hem de elektronik müziği kapsayan bir bölüm. Bu dallardaki pratik ve teorik eğitimin yanı sıra yoğun bir şekilde çocuklara ve yetişkinlere müzik eğitiminin nasıl verileceğini öğreniyorsunuz.

“İKİ YIL SÜRECEK 'YERALTI' SERÜVENİME BAŞLAMIŞ OLDUM; DÜNYANIN EN GÜZEL KENTİNDE…”

Bundan neredeyse 20 yıl evvel ülkeden ayrılmak zorunda kaldınız. Neydi sebebi?

Evet, hayatımın dönüm noktalarından biri… 1998’in güneşli bir ağustos günü, 16 yıl sürecek sürgün hayatıma İstanbul’dan sahte bir pasaportla bindiğim Kopenhag uçağıyla başladım. Politik nedenlerden ötürü almış olduğum hapis cezası nedeniyle yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. Çocukluğum ve gençliğim, 90’larda faili meçhullerin, baskının, bir tarafta Kürtçe ağıtlarla, diğer tarafta resmi törenlerle gençlerin cenazelerinin kaldırıldığı, boşaltılan köylerle birlikte şehir kimliğini yavaş yavaş kaybetmiş ve koca bir köye dönüşmüş bir şehirde geçti. Sanıyorum bir dönem Genelkurmay’ın kullandığı bir terimdi ‘düşük yoğunluklu savaş’...

Bu savaştan ben de kendi payıma düşeni bir şekilde almış oldum işte. 17 yaşımdayken bir grup arkadaşımla birlikte önce 23 günlük bir gözaltı deneyimi yaşayıp, ardından tutuklandım. Daha sonra avukatımın yaptığı itirazıyla tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldım. O arada dava DGM’ye gitti ve ben üniversiteye başladım. Sonra bir sabah öğrenci evinden çıkıp kampüse giden minibüsteyken telefonum çaldı ve telefondaki ses Diyarbakır DGM’deki davadan 12,5 yıl hapis cezası aldığımı, başımın çaresine bakmam gerektiğini söyledi.

Mahkemeden çıkan karar daha yazılmadan Ankara’ya giden ilk uçaktaydım... Aslında ilk sürgünüm orada başladı. Doğup büyüdüğüm, her şeyiyle özümsemiş olduğum şehri, ailemi, okulumu, hayallerimi bir anda, bir kaç saat içinde sırtımda küçük bir çantayla bindiğim Ankara uçağıyla terk ettim, kafam allak bullak... Ankara’ya indikten sonra İstanbul’a geçtim ve iki yıl sürecek ‘yeraltı’ serüvenime başlamış oldum; dünyanın en güzel kentinde.

Kaç yıl ülkenize dönemediniz?

16 yıl... Çok uzun geçen bir 16 yıl…

''TÜM HAYALLERİM, UMUTLARIM, KAVGAM... ''

.

İçinizde ukde kalan neler var?

Neler yok ki! Yukarıda da anlattım ya, tüm hayallerin, umutların, kavgan, dostların, ailen.. Sana ait olan herşeyi bir anda terketmek zorunda kalmak... Bu bahsettiğim şeylerin hepsinden onlarca ukde çıkarırsın içimde kalan. Ülkeyi terkettiğimde kundakta ya da iki-üç yaşında bıraktığım yeğenlerim vardı. O çocukların her biri ülkeye döndüğümde birer genç olarak karşıma çıktılar. Onların çocukluklarını yaşayamadım örneğin.

Neden Danimarka'yı seçtiniz gitmek için? Kucak açtığı için mi?

Aslında Danimarka’da olmam bir tesadüf. Ülkede kaçak bir şekilde geçen yaklaşık iki yılın ardından aldığımız cezaya yaptığımız itirazlardan bir sonuç alınmayınca, en azından dava sonuçlanıncaya kadar arkadaşım Cahit ile yurtdışına çıkmaya karar verdik. Gelişen durumlar neticesinde tesadüfen Danimarka oldu geldiğimiz yer. Ama ben 1 hafta kadar Kopenhag’da kaldıktan sonra İsveç’e geçtim ve iki yıl İsveç’te yaşadım. Sonrasında yeniden Danimarka’ya döndüm. Kucak açtı mı? Evet, iki ülke de hem eğitim hem yaşam imkânlarıyla kucak açtılar bizlere, haksızlığa uğradığımızı düşündükleri için.

Burada özlediğiniz şeylerden bahsedelim...

Neler neler… Senin günlük yaşamında belki rahatsız olduğun bir çok şeyi özlemişimdir. Sokak satıcılarını, simitçileri, Beşiktaş’ta iskelede oturup bir bardak çay içmeyi. Sevdiğin bir sanatçının konserine gidip, şarkıları hep bir ağızdan söylemeyi, Van gölünün kıyısında oturup Süphan’a bakarak bir duble rakı, Çiçek Pasajı'nda dostlarla bir bira içmeyi, sokağa çıkılması gerektiğinde çıkıp omuz omuza mücadele etmeyi… Bu liste o kadar uzar ki! Yeni çıkan filmleri, albümleri.. Biliyor musun, burada olduğum ilk yıllar; internet yok, Türkiye’den bir tek Hürriyet’in Almanya’da çıkan baskısı geliyordu, o da bir gün sonra… İnan o zamanlar o gazetenin reklam sayfalarını bile okurdum.

'GEZİ DİRENİŞİ BAŞLADIĞINDA DÖNMÜŞTÜM'

Geri dönseniz yine aynı şeyleri yapar mıydınız?

Bugünün Türkiye’sine baktığımda daha fazlasını yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Gezi direnişi başladığında dönmüştüm ülkeye, o güzel çocuklara katılmıştım. Orada olmamış olsam çok büyük bir ukde kalırdı içimde. Ülke şu an maalesef gitgide bir karanlığın içine doğru sürüklenmekte, onu ışığa giden yola çekmek hepimizin görevi… Farklılıklarımızı bir tarafa bırakıp, aydınlığı isteyenler olarak ipin ucundan tutmalıyız bir şekilde.

'HER ŞEYE RAĞMEN YABANCI BİR TOPRAKTAYIM'

.

Danimarka'daki hayatınızdan biraz bahseder misiniz? Orada yaşam nasıl?

Yoğun, tek kelimeyle… Bir taraftan günlük olarak yaptığım eğitmenliğin yanısıra müzik projeleri, albüm çalışmaları, ara ara konserler, politik faaliyetler ve son üç yıldır yeniden dönmüş olduğum öğrencilik hayatı (sosyoloji okuyorum) gün boyu bir koşuşturma içinde olmama neden oluyor.

AB araştırmaları falan işte, en yaşanılası yerler, insanların en mutlu olduğu yerler falan… İşte öyle bir yerdeyim ama Mehmet Uzun’un ‘Yaşlı Rind’in Ölümü’nde yazdığı gibi; “İnsan köklerini yabancı bir toprağa salamaz’. Her şeye rağmen yabancı bir topraktayım.

Kimlerle turneler yaptınız?

Kendi projelerime başlamadan önce hem Türkiye kökenli hem de dünyanın başka yerlerinden pek çok sanatçı ve gruplarla birlikte sahne aldım. Bunların arasında Şivan Perwer, Sabahat Akkiraz, Civan Haco, Nizamettin Aric, Ferhat Tunç, şu an İstanbul’da elektronik müzik çalışmalarını sürdüren Arap kökenli Aida Nadeem, Danimarkalı Maria Kynne, İzlanda’lı DISA, İsveçli Jonas Knutsson ilk aklıma gelenler.

Elektronik Anadolu müziği yaptığınız bir albümünüz var. İlginç bir mix…

2008’de bir radyo programında tanıştığım Norveçli elektronik müzikçi Mads Nordheim (Mashti) ile Anadolu müziğini elektronik tonlarla harmanladığımız, deneysel çalışmalarımızın yer aldığı SUFISTICATED adlı bir albüm yayınladık. Aynı yıl albüm Danimarka müzik ödüllerinden en iyi dünya müziği alanında aday gösterildi.

4 yıl önce de İsveçli saksafonist Jonas Knutsson’la birlikte Norveç, İsveç ve Danimarka’dan seçtiğimiz 9 müzisyenle birlikte ‘Talay & Knutsson Projekt’ adlı, Anadolu ve İskandinav geleneksel müziklerini ve kendi yaptığımız besteleri bir nevi ‘worldjazz’ tarzında yorumladığımız bir proje yaptık. Bunların dışında nefesli sazlar üstadı, kader arkadaşım Cahit Ece ile birlikte bir çok programa katılıyoruz.

Perver ve Qasimov'dan biraz bahseder misiniz?

Şivan Perwer’le yurt dışına çıktıktan 2-3 ay kadar sonra, onun da sahne alacağı bir konserde tanıştım. Kuliste oturmuş sıramın gelmesini beklerken elinde sazıyla içeri girdi. Bağlama çaldığımı görünce oturdu yanıma, “güzel çalıyorsun, benim parçalarımı biliyor musun?” diye sordu. Ben yarı tutulmuş dilimle, “sizin parçalarınızla büyüdüm” dedim. “İyi o zaman hadi birlikte çıkalım sahneye” dedi, sonra çıkış o çıkış. 10 yılı aşan uzun turne dönemleri ve albüm çalışmaları başlamış oldu Perwer’le.

Bu hikaye aslında onun kişiliğini çok net koyuyor ortaya. Peki, ya Qasimov?

Alim Qasimov, benim için Azeri müziğinin duayeni, tartışmasız en büyük seslerinden biri… Ben aslında Azeri kökenliyim. Aile olarak Türkiye’ye yerleşmiş olalı çok uzun yıllar olsa da annem, teyzemler hala Azeri aksanıyla konuşurlar Türkçeyi. Bunun için Azeri müziğinin bende bambaşka bir yeri vardır. Yoğun turne dönemlerimizden birinde Fransa’daki menajerlik şirketi ‘Alim Qasimov & Şivan Perwer Konserleri’ düzenledi. Fransa’yı baştan aşağı gezdik bu turneyle. İki halkın iki büyük sesinin bu konserleri benim için oldukça eğlenceli ve öğretici oldu. Konserler öncesi kuliste, ya da sonrası kaldığımız otellerde saz çaldığım zamanlar Qasimov’un gelip şarkı söylemesi yanımda hayal gibiydi benim için.

Bu turne esnasında uzun yıllar birçok projede birlikte yer aldığımız arkadaşım Hakan (Vreskala) ile de kafamızda bir çok yeni proje şekillendi. Turne dönüsü İsveç’te ‘Efkar Ensemble’ isimli otantik bir Anadolu müzik grubu kurarak ‘Back to Anatolia’ isimli bir albüm çıkardık. Ardından tabii ki yine konserler..

TERÖRİST DAMGASI...

.

Basınla aranızda bir problem var galiba?

Aslında Doğan Medya ile başladı her şey; Orhan Pamuk’un 2012’de Kopenhag’da ‘Sonning Ödülü’nü almasıyla... Ödül, çok az sayıda davetlinin olduğu bir törenle kendisine verildi, ben de küçük bir dinleti sundum. Ertesi gün Doğan Medya grubuna bağlı tüm yazılı ve görsel haber bültenlerinde, Orhan Pamuk’un ödül aldığı törende 'terörist' ya da 'Kürt asıllı Fuat Talay sahneye çıkarak Kürtçe parçalar söyledi' diye lanse edildim.

Oysa ki konserde ilk çaldığım parça Azeri bir halk ezgisi olan ‘Naz barı’, diğer söylediğim parça da bir Livaneli bestesiydi. Bu haberlerin üzerine o programda Kürtçe bir parça söylemediğim için çok pişman olmuştum.

Neden size 'terörist' damgası vurdular?

Sanıyorum, bunu yaparak o dönemler Ermeni soykırımıyla ilgili açıklamaları sebebiyle Türkiye’de pek de ‘popüler’ olmayan Pamuk’u ve aldığı ödülü itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Aynı zamanda benim burada ‘Freemuse’da (Müzik ve müzisyenler üzerindeki sansür ve baskılara karsı mücadele eden, BM nezdinde de kabul gören uluslararası bir kurum) yaptığım Türkiye ile ilgili çalışmalarımdan da rahatsızlık duyuyorlardı.

Bir şekilde beni de bu şekilde yıldırmaya çalıştılar diye düşünüyorum. Ama bizim olayın peşini bırakmadığımızı ve olayı hukuksal alana taşıyacağımızı duyduktan sonra telefon açıp özür dilediler ama olan olmuştu tabii ki. Söz vermelerine rağmen de haberi değişmediler.

Bir de sizi sansürlediklerini söylemiştiniz, bunu anlatmak ister misiniz?

İki yıl önce, Danimarka’da meydana gelen bir terör saldırısının ardından ülkede bugüne kadar yapılmış en büyük anma töreni düzenlendi. Yerli ve yabancı politikacıların, Kraliyet ailesinin, her kesimden temsilcilerin yer aldığı organizasyon, hem Danimarka’da hem de CNN INT dahil pek çok uluslararası TV kanalında canlı olarak yayınlandı.

Programda sahneye çıkmak üzere davet edilmiş iki Danimarkalı müzik grubu ve ben vardım. Yaklaşık 40 bin kişinin katıldığı bu programı Doğan Medya, TV ve haber kanallarında beni görmezlikten gelerek verdiler. Programı sundukları haber bültenlerinde ne ismim, ne de Türkiye kökenli birinin sahneye çıktığıyla ilgili bir haber çıkmadı.

Türkiye'de konser vermek gibi bir hayaliniz var mı? Verseniz nerede ve nasıl olsun isterdiniz?

Hangi sanatçı eserlerini kendi topraklarında, kendi halkıyla paylaşmak istemez ki! Geçen yıl, Datça’da Pir Sultan Abdal Derneği bir konser için davet etti. Böylece çok uzun yıllardan sonra kendi topraklarımızda ilk defa, salonu tamamen dolduran çok harika bir dinleyici kitlesinin karsısına çıktık.

Çok güzel bir konserdi. İki saat sürecek olan konser, neredeyse dört saat sürmüş, inanılmaz güzel bir aksam geçirmiştik. İstanbul ve Van olmak üzere ülkenin her yerinde, kaç kişi olursa olsun, aynı ‘dili’, duyguları paylaştığımız insanlarla bir arada olmak, onlara çalmak mükemmel olurdu.

Kimlerle konser vermek isterdiniz?

Ya bu soru çok zor… Kimlerle istemezdim ki! Ortaçgil’den Kahraman Kardeşler’e çok uzun bir liste olur yazarsam…