13 Şubat 1967 Pazartesi.
Tahran’da karla karışık yağmur yağıyor.
Füruğ Ferruhzad, İran İngiltere Kültürevi Kütüphanesi’nde Jean d’Arc’ın çevirisi üzerine çalışıyor.
Az ötede ablası kitap okuyor.
Biraz sonra annesinin evine gitmek üzere kalkıyor. Ablası gelmiyor.
Annesinin yanında biraz duruyor. Stüdyoya gitmesi lazım, kalkıyor.
Evden çıkarken annesi “Füruğ, anneciğim saçlarını tara!” diyor.
“Bırak anne, kime tarayacağım saçlarımı..” deyip arabasına biniyor.
Cadde aşağı giderken karşısına Şehriyar İlkokulu öğrencilerini taşıyan bir araba çıkıyor.
Çarpmamak için direksiyonu kırıyor, Füruğ arabanın açılan kapısından dışarı fırlıyor, başını refüje çarpıyor, boynu kırılıyor.
Rıza Pehlevi Hastanesi’nde tıbbi müdahale gerçekleşmeden,
Ruhu kanatlanıp uçuyor…
Mollalar cenaze namazını inatla kıldırmıyorlar, cenazesi iki gün bekliyor.
Sonunda yazar Mehrdad Samadi kıldırıyor namazını,
15 Şubat Çarşamba günü Zahirüldövle mezarına defnediliyor.
Kar yağıyor.
Mezar taşı bile yıllarca yaptırılmıyor.
“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla” diyen Füruğ Ferruhzad’ın ölümünün üzerinden 52 yıl geçti.
Ölüsünü bile kanatmaya çalıştılar çünkü güvercin ruhlu bir ‘kadın’dı Füruğ ve düzene fena çomak sokmuştu.
İzlediğimde beni baştan ayağa titreten “Ev Karadır” adlı belgeselinde şöyle diyor Füruğ o sakin, yumuşak, acıdan bitap ve -ne tuhaf- kabulleniş yüklü sesiyle: “Ah, bir güvercin gibi kanatlarım olsaydı! Uçar ve huzurlu olurdum. Çünkü şiddet ve kavgaları gördüm. Bu dünyada çok acı çektim. Bu dünya gebe ve haksızlık doğuruyor. Zaman akıyor ve öğlenin gölgeleri uzamaya başlıyor. Ve kuşlarla dolu bir kafes gibi hayatımız da iniltiyle dolu. İçimizde hiç kimse bilmiyor ne kadar vakti kaldığını. Hasat zamanı geçti yaz artık bitmek üzere. Ve bir kurtuluş bulamadık. Güvercinler gibi bağırıyoruz adalet için ve kimse duymuyor bizi. Ve karanlıkta ışığı bekliyoruz”.
52 yıl sonra her şey aynı.
Güvercinler gibi bağırıyoruz adalet için ve kimse duymuyor bizi. Karanlıkta ışığı bekliyoruz.
Füruğ’un kendisi karanlığın ortasında kıpırdayan bir mum aleviydi. Gerçek, tutkulu, samimi, isyankar, cesur… Bağırdığı tüm duygular ham haliyle akıyordu insanların kulağından içeri, lönk diye oturuyordu sonra kalplerine. İnsanlar ona bakınca üstlerine yapışan zifti, isi, pası, kiri fark ediyorlardı. O yüzden didikliyorlardı Füruğ’un etlerini. Aslında hepsi bilinç altından anlıyordu karşılarındakinin kim olduğunu. Tahammül edemiyorlardı. Karanlık yanlarıyla yüzleşecek güçten ve cesaretten yoksundular. Füruğ’u gözleriyle yediler.
Şiiri de kendi gibiydi Füruğ’un; cesurdu, alışılmışın dışında ‘yeni’ydi. O zamana kadar Fars şiirinde “kadın” cinsi yoktu. Şiirler de hep “erkek”ti ya da en fazla cinsiyetsizdi. Vaziyet bu derece mutaassıp iken, 1956 yılının İran’ında Günah diye bir şiir yazdı:
“günah işledim lezzet dolu bir günah
titreyen esrik bir tenin yanında
tanrım ne bileyim ne yaptım ben
o karanlık susku dolu zulada”
‘Dokuz köyden kovulmak’ deyimi var ya, heh işte tam olarak o oldu. Herkes onu terk etti. Çocuğunu aldılar elinden. Ömrü boyunca da göstermediler. Çünkü İran, daha doğrusu ataerkillik, bunu gerektirirdi. Beş parasız kaldı. Yerden yere vurdular ‘kadın’ı. Diğer yandan şiirlerini yayınlamaya devam ettiler. Bir yayınladılar, bir linç ettiler, bir merak ettiler, bir alay ettiler, bir röportaj yaptılar, bir parçaladılar. Lime lime oldu ‘kadın’. Bunu yine en iyi kendisi ifade etti:
“arsızlıkla damgalanan
boş kinayelere gülen bendim
kendi varlığımın sesi olayım
istedim yazık ki “kadın”dım”
Halen de İranlı ‘kadın’ şair Füruğ Ferruhzad diye anılıyor adı.
Olanı biteni tek seferde özetler gibi, illa bir ‘kadın şair’…
Füruğ için “deli” diyorlardı. Bence de o bir deliydi. Onca kirlenmişin arasında gerçeği bağırabilmek için deli olmak gerekir zira. Onca ikiyüzlünün onca sinsinin arasında.. Ve o da bunun farkındaydı:
“kaçıyorum bu insanlardan
görünüşte benimle olan
fakat içlerinde hakaretten
eteğime bin bir yama yamayan
dinlediklerinde şiirlerimi yüzüme
hoş kokulu bir çiçek gibi açan
fakat yalnız olduklarında beni
fahişe bir deli diye adlandıran”
Güveni kalmamıştı bu yüzden insanlara. Alay ederek başa çıkıyordu çoğu zaman bu sinsiliklerle. Kalbini kanırta kanırta alıştı hatta zaman içinde:
“ve bu dünya yılan yuvasına benzerdir
ve bu dünya
öyle insanların adım sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyolar.
Selam ey masum gece!”
Toplumun gerçeğini de tüm acı haliyle çarptı insanların suratına. “Yeryüzü Ayetleri” şiiri İran toplumunun kılcallarına iner ve bu iş sanırım ancak bu kadar incelikli yapılabilirdi:
“halk,
düşmüş halk yığını
bıkkın, yorgun ve şaşkın
kendi uğursuz cesetlerinin yükü altında
gurbetten gurbete gidiyorlardı
ve cinayetin acıtan isteği ellerinde kabarıyordu
bazen bir kıvılcım, küçücük bir kıvılcım
bu cansız sessiz topluluğu
ansızın içten parçalıyordu,
ve onlar birbirine saldırıyorlardı
adamlar birbirinin gırtlağını
bıçaklarla yarıyorlardı
ve kan yatağı ortasında
ergenleşmemiş kızlarla
yatıyorlardı…”
Asiydi Füruğ. Yüreğinin peşinden dört nala koşuyordu. Kimseyi değil, daima kendini dinledi; çünkü onun için özgürlük de, şans da “kendini bulmak”tı. Şiir onun her şeyiydi. Çok erken veda etmişti hayata ama şiir olmasaydı çok daha erken ölebilirdi:
“cüceler ülkesinde
ölçüm değerleri
hep sıfır eksenine göçmüştür
niçin duracakmışım?
Ben dörtlü öğelere uyarım
Ve yüreğimin içtüzüğünün düzencesi
Körlerin yerel hükümetinin işi değil…”
İşte Füruğ böyleydi. Varlığı da yaşamı da tek başına bir ‘kadınlık manifestosu’ydu.
Kinleriyle kırdılar kanatlarını.
Lakin gel zaman git zaman mollalar ceset, biz Füruğ’un uçuşunu hatırlıyoruz.
Elbette Füruğ, bunu da biliyordu:
“ellerimi bahçeye dikiyorum
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar”
* * *
Bu uzun girişin ardından dönelim şimdiye:
Bu ülkede Füruğ Ferruhzad’ın tiyatro oyunu yapıldı, gururlu bir sevinç bu!
“Oyun Sandalı”nın “Füruğ Ferruhzad” adıyla hazırladığı oyunu Füruğ’un ölüm yıl dönümünün gecesinde izledim. Çoktandır bu kadar etkisinde kalmamıştım izlediğim bir şeyin.
Çok başarılı bir oyun ortaya koymuşlar ekipçe. Oyunun yazanı-yöneteni Harun Güzeloğlu’na oyuna girmeden önce, Füruğ’u sahneye koyma fikrinin nasıl oluştuğunu sordum. “Oldum olası Füruğ’u çok severdim. Bir gün neden tiyatro oyunu haline getirmeyelim diye düşündüm. Oturdum, çalıştım, yazdım. Füruğ’u kendi şiirleriyle anlatmayı tercih ettim. Bakalım beğenecek misiniz?” dedi. Çıkışta, tabii ki coşkuyla oyundan ve Füruğ’u canlandıran oyuncu Derya Günaydın’dan nasıl etkilendiğimi anlatıyordum. Derya Günaydın’ın performansı her anlamda çok başarılıydı; fakat fiziksel performansı oyunu izlerken bir ara çenemi düşmüş halde bulmama sebebiyet veren şey oldu. Zaten Harun Güzeloğlu da “Benim için Füruğ’u oynayan kişiyi bulmak çok önemliydi. Bir gün arkadaşım aradı; ‘Aradığın Füruğ’u galiba bulduk’ diye. Gittim izledim. Ve kesinlikle bu, dedim” diyerek teyit etti beni. O sırada Derya’nın kendisi geldi, nasıl tebrik edeceğimi bilemeyince izniyle sarıldım ben de.
Oyun 28 Şubat’ta Kadıköy BOA Sahnesi’nde oynayacak. Sizden ricam; kendinize bir güzellik yapın ve bu oyunu görün. Hem ruhunuz doysun hem de Füruğ’un uçuşunu hatırlayın…
Kaynakça: Yaralarım Aşktandır/Füruğ Ferruhzad Çeviren: Haşim Hüsrevşahi 3. Baskı