Masum bir pervasızlık, cüretkâr bir özgürlükçülük, alnı açık bir açık sözlülük, her dem hissettirdiği hür bir kadın cinselliği ve toplumsal cinsiyetle sözünü sakınmaz bir hesaplaşma... Füsun Önal, hep cesur ve güçlü bir kadın oldu. Ele avuca sığmadı. Gümüşî pullarında ışığın spektrumunu yansıtan bir balık gibi elinden kaydı eril emekli memurlarının.
Türkiye’nin popüler kadınları resen erken emekliye ayırma (şifahi) kurumu, Füsun Önal’a işlemedi. Ne artistik ne entelektüel açıdan ele avuca sığan bu kadın, disiplinlerarası zıpzıplığıyla her defasında eril casting (kadro kuruculuk) zabıtalarının elinden kurtulmayı başardı.
Türkiye popüler kültüründe, kadınlar erkeklerden kat be kat daha erken ve daha sert biçimde gençlik faşizmine kurban edilir. Belli bir yaş sınırını geçen kadınlar, erkekler tarafından kurgulanan ve işletilen bir elek mekanizmasıyla sahnedeki ve perdedeki kimliğinden sıyrılır, takvimsel olarak önce çırılçıplak soyulur, sonra sözleşmeleri iptal edilir ve illa işine devam edecekse de program ve casting hiyerarşisinde genç işgücünün fersah fersah altına itilir. Bir şarkıcının müzikal, bir oyuncunun artistik yeteneği ve birikimiyle de bu yaş handikapını aşması, yaşını umursanmaz ve gösteri anında hatırlanmaz kılması imkânsızdır. Bundan böyle kendisini dikkatli davranmazsa obsesif kompulsif edecek estetik cerrahi çabaları (ve acıları) bile kitle kültürü sermayedarları, işverenleri ve izleyicilerine, ancak onun yaşını hatırlatacaktır.
Oysa, erkek sahne erbabı için durum farklıdır. Üyeleri 70’ini çoktan geçmiş rock gruplarının epey fiziksel kondisyon gerektiren konserlerinde onlar sahnede dur durak bilmezken benim sahne dibinde danstan helak olduğum çok olmuştur. Tuğrul Eryılmaz ile bir yaz akşamı, Deep Purple konserinde nasıl kan ter içinde kalıp tık nefes olduğumuzu hatırlıyorum da mesela, adamlar sahnede bana mısın dememişti.
1990’lı yıllarda Şamdan adlı magazin dergisi bir sayısında, Ajda Pekkan’ın bir mayolu fotoğrafının üzerinden çıkardığı oklarla, şarkıcının yüzünün ve vücudunun neresine hangi cerrahi müdahalenin yapıldığını utanmazca deşifre etmişti. O sıralar Milliyet grubunda yayımlanan haftalık ArtıHaber dergisindeki Seks ve Politika adlı köşemde bu konuya dair Ajda, Nilüfer, Neşter başlıklı bir yazı yazmıştım. Tam Yakalandığımız Yerden adlı kitabımda da vardır bu yazı. Şöyle biter: "Ne Ajda’nın estetikleri, ne de Nilüfer’in üzerinden bir türlü gitmeyen o genç kızlık hali; Şamdan’ı provoke eden, kapitalizmin bu yaşlılığa düşman tavrıdır. 68 Hareketi’nin Almanya’daki önderlerinden Rudi Dutschke (Kızıl Rudi) Berlin kentini kendi sosyalist ideallerine göre tasarladığı yazısında Berlin’in yaşlılar için de yaşanabilir bir kent olabilmesi için neler yapılması gerektiğini sıralıyor ve tahayyül ettiği sosyalist sistemde, hayatın, sonuna kadar yaşanabileceğini iddia ediyordu. Çocukluğumuzun şarkıcılarına vurulan neşter bize de karşı."
Evet, bu bir kadının üzerinden bir türlü gitmeyen genç kızlık hali de (mesela Nilüfer’de) provokasyon etkisi yapar gençlik faşizmi işletmecilerinde. Kadının yaşını bilmesi yetmez, maddesi (materyali) ile de bunu ele vermesi lazımdır, adaba uygun olan budur eril sermaye ve medya nezdinde. Füsun Önal karşısında bu güruhun provoke olmasının ve harekete geçmesinin de nedeni bu bir türlü gitmeyen, onu terk etmeyen genç kızlık halidir üzerindeki. Gitmesin de, ki zaten gitmemiştir, hâlâ öyledir Füsun Önal, fıkır fıkır. Son gördüğümde öyleydi yani.
Eril medya iktidarından bahsedip, hemen geçemem elbette. Çünkü medya sektöründe de durum pek farklı değildir. Bir gazete ya da televizyonun başına bir erkek, genel yayın yönetmeni olarak geçer geçmez, ilk yaptığı iş belli bir yaşın üzerindeki kadın yazarları görevden almak olur. Meslek yaşamımda buna çok tanık oldum. Gazeteci yazar Vivet Kanetti, Koş Süreyya Koş adlı kitabında, kadınlara yönelik mesleki ayrımcılık konusunu ele almıştır. Ve medyadaki bu ayrımcılığa dikkat çekmiştir. 2000’lerin başında, tam da meslek hayatlarının en verimli dönemindeyken, Doğan Grubu gazetelerinde görevden alınan Zeynep Oral, Duygu Asena, Zeynep Atikkan, Nilgün Cerrahoğlu, Azer Bortaçina’yı anmam lazım burada. Gerçi yetenekleri ve birikimleri sayesinde sonra iş buldu yine bu kadınlar, ama eril medya onları bir kere üzmüş oldu işte. (Kıymetli Duygu’yu, sevgili dostumu kaybettik. Bu konuda kırgınlığı sürüyordu. Unutamam.)
Füsun Önal’ı daha ilk şarkısını duyduğumda sevdim. 1970’li yılların ilk yarısında ilk, Senden Başka’yı (1972) dinlemiştim, sanırım. (Oysa Füsun Önal, 1966 yılında ilk 45’liğini çıkarmıştır. Senden Başka onun 8’inci 45’liğidir.) Kısa sürede her yerde çalınır olmuş, melodisi ve sözleriyle biz yeniyetmelerin beğenisine de hayli uymuştu.
Ama Füsun Önal’ın sesine nüfuz ettiğim, onun sesini ve söyleyiş tarzını görsel olarak da tahayyül ettiğim ilk şarkı, 1975’te Eurovision Şarkı Yarışması Ulusal Finali’ne katıldığı Minik Kuş (söz Çiğdem Talu, müzik Atilla Özdemiroğlu) oldu. Füsun Önal, şarkıdaki minik kuşa yetişmek ister gibi kreşendoyla yükselmeye başladığında sesiyle havada kalma çabası içinde çırpınmaktadır artık, sonra havanın basıncını zorlarcasına seviye seviye yükselerek söylemeye devam edip de klimax’a (climax: melodide, şarkıda doruk noktası) ulaştığında, ‘çok özlemiş dersin onu görünce' diye haykırırken minik kuşa, sesi pürüzlenir, handiyse çatallaşır ve dekreşendoyla çaresizce yere düşeceğini hissettirir dinleyene. O pürüzlenen umarsız ses, aşkın ve arzunun ulaşılamazlığının ve çaresizliğinin hançeredeki, gırtlaktaki o yangını. Oydu işte.
Roland Barthes, sesteki pürüzü, Müzik, Ses, Dil adlı denemesinde, bir direnç, dil öncesi ve müzik öncesi bir şeyle sürtünme olarak tarif eder ki, bu ona göre şarkı söylemenin önkoşuludur ama şarkı söylemekle özdeş değildir. Barthes, bu pürüzü, çatallaşmayı şarkı söyleyen beden olarak, şarkı söyleme ve konuşmanınerotizmi olarak tanımlar.
Çocuklar ve Canavarları adlı romanımda da, kahraman Sarp Kaya, kitabın başında “Şarkı, acının içinden umudu çıkarırken meydana gelen sürtünmenin sesidir.” der. Bu cümleyi Pearl Jam’in solisti Eddie Vedder, Black adlı şarkılarını söylerken kurmuştum ben de.
Füsun Önal, Türkiye pop müziği sahnesine rengârenk ve o dönem için avangard sayılabilecek kıyafetler ve yine o dönemin tabiriyle hızlı danslarla geldi. Bana göre Türkçe popun en erotik seslerinden biridir. En erotik sesi belki de. Sonraları mesela Madonna ve Cyndi Lauper gibi pop şarkıcılarında da, bu erotik sesi dinledim, dinlerdim. Aralarından sadece Madonna, sesindeki erotizmi şovunun ve koreografisinin tümüne yayarken, Füsün Önal ve Cyndi Lauper, şarkı söyleyişlerindeki erotizmi oyuncaklaştırma, oyuncak etme yolunu seçmiştir. (Tabii Cyndi Lauper, Füsun Önal’dan 10 yıl kadar sonra.)
Sesindeki erotizmin ve oyuncaklaştırdığı söyleyişinin, dinleyicilerin dikkatini dağıtması sonucu olmalıdır ki, Füsun Önal’ın ne kadar iyi bir şarkıcı olduğu, sesinin ne denli güzel ve eğitimli olduğu sık sık unutulurdu o yıllarda. Unutulur.
Ankara’nın seçkin okullarından TED Ankara Koleji’nde okurken, bir yandan da 12 yıl piyano ve 2 yıl şan dersi almıştı. Sahne kariyerine, Ankara Üniversitesi Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okurken Erol Pekcan Caz Orkestrası’nda caz şarkıları söyleyerek başladı.
Füsun Önal, şöhretinin daha ilk yıllarından itibaren, hayatı da, aşkı da oyuncaklaştıran, oyuncaklaştıracak, oyuncak edecek, neşeli özgürlükçülüğü ile yaşarken oynayan, oynarken yaşayan bir kadın olacağının işaretlerini veriyordu.
Sonraki yıllarda- kariyer yönetimi gibi sözde modern bir piyasa kavramıyla tabir edecek olursam- meslek idaresini de oyun(cak)laştıracak, sek sek oynar gibi alandan alana zıplarken, her dem genç kalacak, oyunun amatörlüğünde giriştiği birbirinden iddialı üretim alanlarında başarılı olacaktır. Ama zaten estetik üretimde, iyiyi, güzeli, yeniyi başarmanın yolu oyunu terk etmemekten, hayatla, yeri geldiğinde hayatınla oynamaktan geçer. Homo ludens (oyuncu insan) kalmaktan. Parayı değil hazzı takip etmekten.
Füsun Önal, sadece bir hayat oyuncusu değil, iyi de bir tiyatro ve sinema oyuncusuydu. Haldun Dormen, Füsun Önal’ı “Kendisine çok önemli roller teslim edilecek bir oyuncu o” diye tarif etmişti.
Füsun Önal, 1970’li yılların ilk yarısından itibaren, aralarında Lüküs Hayat (Haldun Dormen), Hair (Engin Cezzar), Durdurun Dünyayı İnecek Var (Metin Serezli), Evita (Kenneth Urmston), Kelebekler Özgürdür (Hadi Çaman) gibi Türkiye tiyatro tarihinde yer etmiş yapıtların da olduğu 11 tiyatro oyununda, çoğunda başrolde olarak sahnededir. Kelebekler Özgürdür, Türkiye’de toplumun, askeri cuntanın deli gömleğini yırtmaya çalıştığı 1980’lerde, naneli limonata gibi ferah ve özgürleştirici bir nefes olmuş ve Hair’in, 1968 baharı meltemi gibi bir etki yapmıştır. Sonradan Alpay’ın da çok güzel söylediği Kelebekler Özgürdür şarkısını dinlemediyseniz bir dinleyin. Önce Füsun Önal’dan ama elbette.
Kelebekler Özgürdür, 1982-1983 sezonunda Avni Dilligil En İyi Oyun ödülünü almıştır.
Füsun Önal, yine 1970’lerde başladığı sinemada da 7 film ve dizide oynamıştır.
1990’lara gelindiğinde Füsun Önal artık kendi çektiği sanat fotoğraflarına yoğunlaşmıştır. Art arda sergiler açar, çektiği fotoğraflar ilgi ve övgüyle karşılanmaktadır. Sergilenen fotoğraflarının altına her zamanki oyuncaklı ve neşeli Füsun Önal söylemine denk notlar yazmaktadır. Tarık Dursun K., onun bir sergisini gezerken bu notlar dikkatini çeker ve kitap yazmasını teklif eder. Aziz Nesin de bu öneriye destek verir ve Füsun Önal’ın ilk kitabı Hayatı Denedim, İnkılâp Yayınevi’nden yayımlanır. İkinci kitabı Başkaları Da Hayatı Deniyor ise Aziz Nesin’in önsözüyle çıkar.
Bu ilk iki kitabının isimlerinden de anlaşıldığı üzere, Füsun Önal hayatla ve hayatıyla oynamayı,hayatı denemek olarak anlamakta–adlandırmaktadır.
Füsun Önal’ın, bugüne kadar, çoğunun adı, hoppa, oyuncaklı bir isyan çağrıştıran 20 kitabı yayımlanmıştır. Masum bir pervasızlık, cüretkâr bir özgürlükçülük, alnı açık bir açık sözlülük, her dem hissettirdiği hür bir kadın cinselliği ve toplumsal cinsiyetle sözünü sakınmaz bir hesaplaşma üzerine kurmuştur yazılı söylemini.
Ama zaten Füsun Önal’ın hayat söylemidir bu. Bunlar yani. Oyununun gönüllü kurulumu, hayat oyuncağının malzemesi.
Johan Huizinga, Homo Ludens (1938) adlı kitabında oyun oynayan insanı homo sapiens ve homo faber (alet yapan insan) kavramlarının yanına üçüncü bir alternatif olarak koyarken, oyunu bütün insani faaliyetlerin başlangıcına yerleştirir. Oyun, insanın evriminde hayatî bir etken ve modern insanın toplumsallaşmasında, bilgi ve estetik üretiminde yol açıcıdır. Homo ludens, bana göre, bireysel isyan ve toplumsal devrimlerin de temel kahramanlarındandır. Toplumun organizasyonu, sınıfsal hiyerarşi ve ideolojik formasyon ile çamur ya da hamur gibi oynamak, düzeni kumdan kale olarak algılamak, görmek, homo ludensin tarih boyunca en sevdiği uğraş olmuştur. Ve dönüştürücü ve yenilikçi politikalar, oyuna hep çok benzemiştir.
Füsun Önal portesinde, yolum (yine) oyuna çıktı. İyi de oldu. Bir önceki paragrafta söylediklerimi, epeydir böyle derli toplu yazmak istiyordum. Vesile oldu.
Bir popüler kültür yazısında yazarın en önemli hedeflerinden biri de sık sık böyle uzaklara gidip gelmek, Velázquez’in dediği gibi tuvalin dışına taşmak, çerçeveyi zorlamaktır. Yani benim için böyle.
Evet, Füsun Önal, hep cesur ve güçlü bir kadın oldu. Ele avuca sığmadı. Gümüşî pullarında ışığın spektrumunu yansıtan bir balık gibi elinden kaydı eril emekli memurlarının.
Çünkü cesur ve güçlü olanlar, hayata ve hayatına sımsıkı tutunup da, oradan doğru, gelene geçene kaba kuvvetle yumruk, tekme sallayanlar değil, hayatla ve hayatıyla oyun oynarken şarkılar söyleyen, geleni geçeni dansa davet edenlerdir.