Hızlı toplumsal değişim yaşayan toplumlarda “buralar benim gençliğimde dutluktu” diyerek söze başlamak gelenektir. Ben de bu konuda bir istisna değilim. Benim çocukluğumun geçtiği semtte evimizin yanında arsada dut ağaçları vardı. Futbol oynamaya da işte bu arsada başladım. O yıllarda futbol bugün olduğu gibi bir endüstri değildi. Mahalle futbolu yaygındı. Ülkenin “profesyonel” futbol dünyası da aslında bu yapıya uygundu. Düşünsenize ne yayıncı kuruluş var ne de lisanslı forma satışı.
Yani her yerin dutluk olduğu zamanlarda futbol kulüplerinin de gelirleri çok sınırlıydı. Bu nedenle de zengin işadamlarının kulüp yöneticiliği yapmaları Türkiye’de her zaman yaygın olmuştur. Benim çocukluğumda, gençliğimde hep böyleydi. Ancak bu durum o zamanlar için daha anlaşılabilirdi. Özellikle İstanbul kulüplerinin yoğun taraftar baskısı altında olmaları nedeniyle, giderleri gelirlerine göre hayli yüksekti. Bu yüzden zengin işadamları neredeyse kulüp kasasına aktaracakları miktarı deklare ederek yönetime aday olurlardı. Yönetimleri seçen genel kurul üyeleri de genellikle en fazla bütçeyi garanti edene kulübü teslim ederlerdi. Kulüp başkanlığı ve yöneticiliği cebinden para harcanarak yapılan bir işti. Yani bir tür hobiydi, taraftarı olduğunuz kulübe ne kadar bağlı olduğunuzun göstergesiydi. Bazı zenginler bunu bir yatırım olarak da görüyor olabilirler elbette. Bugün bile. Kulüp yöneticiliği yaparak elde edeceğiniz prestijle uzanabileceğiniz alternatif kazançların haddi hesabı bile olmayabilir.
Oysa bugün futbol bir endüstri. Futbolun bir endüstri olması demek aynı zamanda bir uzmanlık alanı olması anlamına da geliyor. Bir alanın sektörleşmesi, bir uzmanlık alanı haline gelmesi, o alana dair bilginin önemini öne çıkarır. Belki de bu nedenle futbol artık aynı zamanda eğitimin konusudur. Futbolla ilgili sayısız meslek ortaya çıkmıştır bugün. Yani futbola artık sadece bir hobi olarak, bir taraftarlık konusu olarak bakmak zor. Özellikle futbol pastasından en büyük payı alan kulüplerin bütçeleri artık eski dönemde başkanlığa aday olan işadamlarının şahsi servetlerinin kat kat üzerinde bile olabilir. Bugün için bu bütçeleri rasyonel bir biçimde yönetecek nitelikli insanların yönetimlere gelmesi çok daha mantıklı gözüküyor. Ama öyle mi?
Benim çocukluğumda ve gençliğimde futboldan söz açıldığında en çok şikâyet edilen şeyin “tesis yokluğu” olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Bugün artık bunun lafı bile edilmiyor. Bu konudaki sorunların geçmişte kaldığı aşikâr. Bugün Türkiye’de futbolun yaşadığı kriz öncelikle bir yönetim krizidir. Kulüp bazında da. Ulusal federasyon bazında da. Ben bu yazıda fark edeceğiniz gibi kulüp yönetimlerini ele almaya çalışıyorum. İleride TFF hakkındaki görüşlerimi de yazacağım.
Kulüplerin bütçeleri çok büyüdüğü için bu bütçelerin yönetilmesi artık hobiyle, taraftarlıkla pek mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla artık kulüp bütçesine kaynak aktaracak değil, belki nakit akışı sağlayacak işadamlarından söz edebiliriz daha çok yönetici olarak. Artık bir endüstri ve başlı başına bir sektör olan futbol giderek çok daha ayrıntılı uzmanlıklar gerektiren bir alan haline geldi. Yani dernek statüsündeki futbol kulüplerinin seçimle gelen bir başkan ve yönetim kurulu elbette hâlâ söz konusu olabilir. Ancak büyük şirketleri nasıl artık kurucu ailelerin fertleri değil de CEO’lar yönetiyorsa, futbol kulüplerini de alanın uzmanı profesyonel yöneticilere bırakmak çok daha akıl kârı gibi gözüküyor. Üstelik mevcut yapıda kulüp yönetimlerinin gerçek anlamda bir hukuki ve mali sorumlulukları da söz konusu değil. Daha doğrusu bu konular ülke hukukunun değil kulüplerin genel kurullarının iradesine bağlı. Bu nedenle kulüplerin aşırı borçlu olmaları, yönetimlerin idari ve mali anlamda sorumsuz olabilmeleriyle ilgili. Dernek statüsündeki futbol kulüplerinin genel kurulları ne yazık bunu yeterince denetleyemiyorlar, sınırlayamıyorlar. Popülizm her yeri olduğu gibi burayı da etkisi altına almış durumda. Kendi şirketlerinde sürekli kâr eden işadamları yönettikleri kulüpleri sürekli borç içine sokuyorlar. Taraftara sempatik gözükebilmek, tekrar seçilebilmek için inanılmaz idari ve mali hataların altına imza atabiliyorlar. Çünkü şahsi sorumlulukları yok. Transferleri onlar yapıyor ama yönetimden gittikleri zaman neden oldukları borçlar kulübe kalıyor.
Ancak futbol kulüplerinin arkasında ciddi taraftar desteği olduğu için yönetimler Türkiye’de önemli rant dağıtım işlevi gören siyaseti de etkileyerek sürekli vergi muafiyetleri, vergi indirimleri, arazi tahsisleriyle kamu kaynaklarını da sistematik bir biçimde sömürüyorlar. Siyasetin popülizmi de buna çanak tutuyor. Son dönemde ortaya çıkan, ama aslında FİFA/UEFA FP kriterlerinin baskısıyla gündeme gelebilen, harcama limitleri ise yine popülizme kurban ediliyor gibi. Açıkçası Türkiye’de özellikle İstanbul dukalıklarına hiç kimsenin gücü yetmiyor. TFF’nin de, hükümetin de.
Bu sezon Şampiyonlar Ligi’ni Bayern Münih çok rahat bir biçimde kazandığı için, bu kulübün uzun yıllardır uyguladığı yönetim modeliyle ilgili çok fazla malumat dolaştı sosyal medyada. Bayern Münih epeydir kulüp tarihinin içinde yer almış profesyonel yöneticiler tarafından idare ediliyor. Kulübün eski futbolcuları kulübün yönetiminde başkan düzeyinde yer alabiliyorlar. Ancak bu insanlara kulübün teslim edilmesi sadece Bayern Münih takımında futbol oynamış olmalarından kaynaklanmıyor. Sektörle ilgili aldıkları ek formasyonlar, eğitimler sayesinde elde ettikleri donanımlar, futbolculuk tecrübesiyle birleştiği zaman oldukça etkili sonuçlar verebiliyor.
Çok basit bir örnek vermek gerekirse Bayern Münih futbol kulübü 2005-2006 sezonunda taşındığı Allianz Arena Stadı'nın yapımı için bankalardan 346 milyon euro borç alıyor ve bunu 25 yıllık bir vadede ödemeyi taahhüt ediyor. Kulübün o dönemki CEO'su ve eski futbolcusu Karl-Heinz Rummenigge, 2014 yılında kulübün resmi internet sitesine yaptığı açıklamada, söz konusu borcu 9.5 yıllık bir sürede ödediklerini ve bu ödemeyi hiçbir devlet desteği almadan, tamamen kendi imkanlarıyla yaptıklarını söylüyor. Yani Bayern Münih söz konusu dönemde Almanya’da ve Avrupa’da sayısız başarıyı elde ederken, tamamen kendi imkânlarıyla bir de futbol stadı inşasını gerçekleştirebiliyor. Ayrıca Bayern Münih’in bu yıl geride bıraktığı PSG, Barcelona, Real Madrid, Manchester City gibi kulüplerden çok daha az bir takım bütçesiyle bunu başarıyor. Bizim kulüplerimiz ise bu kadar kayırmacılığa rağmen iflasın eşiğinde. Dolayısıyla meselenin para ve ilgiden çok zihniyet ve yönetim becerisiyle ilgili olduğu apaçık ortada. Bu konuda gücüm yettiğince yazmaya devam edeceğim.