2022 Dünya Kupası Avrupa Elemeleri G Grubu’nda Türkiye Hollanda’ya 6-1 yenildi. Maç sonunda kavramlar, olgular veya çözümler değil, yine imalar, gizli özneler, kurum içi siyaset ve kişiler ön plandaydı. Neticede Şenol Güneş gitti. Yaşananlarda Türkiye’nin her yanına bulaşmış kurum içi ve genel siyasetin etkisi büyük. Ama durum Türkiye’yle sınırlı değil. Futbolun gereksinimlerinin değişmesiyle birlikte, otoriter eğilimli, ekonomik refahtan ve rasyonel düşünceden uzak, az gelişmiş memleketlerin futbol ülkesi olma ve futbol ülkesi olarak kalma şansı giderek azalıyor.
ŞAMPİYON CUNTALAR, MUZAFFER YOKSULLAR
Katar 2022, tarihteki yirmi ikinci Dünya Kupası olacak. İlk 17 Dünya Kupası’nın dokuzunu Latin Amerika ülkeleri kazanmıştı. Hatta 2006’ya kadar olan dönemde, üst üste iki dünya şampiyonunun Avrupa’dan çıkması, sadece bir kez (İtalya 1934, 1938) görülmüş bir olaydı. Ancak son dört turnuvanın tamamını Avrupalılar kazandı. Hatta son turnuvada yarı finalistlerin tamamı Eski Kıta’dandı.
Geçmişte, demokrasinin olmadığı ülkelerden çıkan kazananlar da görüldü. Mussolini idaresindeki İtalya (1934, 1938), askeri cuntaların hüküm sürdüğü Brezilya (1970) ve Arjantin (1978) gibi ülkeler, yurtiçinde yaşanan kargaşaya ve baskı rejimine rağmen dünyanın en prestijli turnuvasını kazandılar. Hatta bu zaferleri kendi meşruiyet araçları olarak kullandılar. Ancak bugün otoriter rejimlerin ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bir ülkenin milli takımının futbolda zirveye çıkması çok zor görünüyor. Önümüzdeki on Dünya Kupası’nda “gelişmekte olan” veya “az gelişmiş” ülkelerden en fazla 1-2 şampiyon çıkabileceğini düşünüyorum. Çünkü futbolda eski silahlar işe yaramıyor. Elbette bu durumun sebepleri var.
FUTBOL İLERLERKEN
Bu nedenlerin en başında futbolun kendi evrimi geliyor. Profesyonel futbol artık “oyun” değil. Çok üst düzey bir hız, taktik karmaşıklık, teknik beceri ve fiziksel yeterlilik gerektiriyor. Bu yüzden aklın ve bilimin ağırlığı artarken, yeteneğin baskınlığı giderek azalıyor. Birkaç dünya yıldızının sahip olduğu ekstra beceriler bir yana, teknik herkeste var. Sağ ayaklı stoper sol ayağıyla 50 metreye çapraz top atabiliyor. Defansif orta saha oyuncusu üç kişiyi çalımlayıp kaleciyle karşı karşıya kalabiliyor. Bugün pozisyon bilgisi, karar zamanlaması, fiziksel direnç gibi unsurlar ön planda. Profesyonel yaşam, beslenmeye, uykuya dikkat etmek gibi ön şartlar da vazgeçilmez hale geldi. Savruk bir hayat yaşayıp büyük futbolcu olmak neredeyse imkânsız. Bunu bir ilerleme olarak da okuyabilirsiniz, oyunun sonu olarak da. Ama baktığınız perspektif, bu gerçeği değiştirmiyor.
Oyuncuya bu yeni bilinci aşılamak için farklı şeyler gerekiyor. Yeteneğin aksine, bu beceriler kazara veya genetik yollarla oluşmuyor. Çok yetenekli sandığınız oyuncular savunmacılara karşı hücum edebilen, ama savunmalara karşı hücum etmeyi asla öğrenemeyen vasat altı isimler olarak kalıyor. Yeteneği bulsanız bile, elde metot ve personel olmayınca işlemek mümkün olmuyor. Motivasyon, tutku gibi unsurlar hâlâ önemli, ama yöntemi aşamıyor. Latin Amerika başta olmak üzere, dünyanın geri kalmış bölgelerinde süregelen yetenek ve tutku anlatısının gücü giderek azalıyor. Organizasyon ve sistem oluşturma becerisi karşısında nüfusun ve insan kaynağının anlamı belki tükenmiyor, ama kesinlikle azalıyor.
Hal böyle olunca işin kitabi yönü ve buna uygun personel yetiştirme boyutu, dolayısıyla da Kuzey Amerika ve Avrupa’nın kurumsal geleneği ön plana çıkıyor. ABD futbolla hiçbir zaman gerçek bir bağ kurmadı. Dolayısıyla genel itibariyle Batı Avrupa, dünya futbolunu tam bir egemenlik altına almış durumda. Bugünün en büyük yıldızlarından birinin Norveçli olması, son yirmi yılı domine eden Messi’nin 12 yaşından beri Barcelona’da, Cristiano Ronaldo’nun ise 18 yaşından beri Manchester United’da eğitim almış olması, demokrasinin ve gelişmişliğin tartışmalı olduğu Türkiye, Rusya, Romanya, Polonya gibi ülkelerin futbol haritasında giderek silikleşmesi tesadüf değil.
BİLGİ YÜKSELİŞİ VE KAPALILIĞIN MİADI
Hâlbuki geçmişte kapalı rejimlerin kurduğu anlatıları inandırıcı kılmak çok daha kolaydı. Dışarıyı görmeyen biri, kendini en fazla kendi geçmişiyle kıyaslayabiliyor, dünyanın geri kalanından bihaber yaşayıp gidiyordu. Bu sayede, özellikle milli takım söz konusu olduğunda, insanları belli bir davaya ya da başka bir seçeneğin imkânsız olduğuna inandırmak da kolaylaştırıyordu. Futbolun savaş olarak görülmesi, “bize karşı onlar” söyleminin yerleşmesi neredeyse kendiliğinden gerçekleşen, itirazsız bir yaklaşımdı. Kısmen işe de yarıyordu.
Bugünkü geniş kıyaslama şansı bu masalın büyük bölümünü süpürdü. 12 yaşındaki bir çocuk, İtalya Milli Takımı’nın oynadığı futbolu izledikten sonra, sizin “iyi” onların “kötü”, sizin “kahraman” onların “düşman” olduğu hikâyesine belki bir-iki maç inanıyor, ama üçüncüde rakibin kalitesinin nereden geldiğini, sizinkilerin niye böyle sahada gezindiğini sormaya başlıyor. Sahada saklanacak yer yok; o yüzden sözcüklerin arkasına saklanmak bayat bir numara olmaktan öteye gidemiyor.
Aynı durum oyuncular için de geçerli. Geçtiğimiz hafta Arjantin-Brezilya maçında yaşanan Covid-19 fiyaskosu (gerekli şartları yerine getirmeyen Arjantinli oyuncular olduğu gerekçesiyle Brezilyalı – beli silahlıların da aralarında bulunduğu – yetkililerin sahayı basmasıyla maçın yarıda kalması), Batı demokrasileriyle Latin Amerika gibi az gelişmiş bölgeler arasındaki farkın giderek açıldığını gösteriyor.
Eskiden böyle bir şey olsa, iki takımın oyuncuları arasında arbede yaşanır, herkes kendi haklılığını göstermek için karşı tarafa saldırırdı. Ama bu kez, Messi ile Neymar’ı yaşanan rezalete gülerken gösteren fotoğraflar her tarafa yayıldı. Messi bugün 12 yaşında olsa ve Barcelona’ya şimdi gelse, Arjantin’i tercih etmekte bu kadar rahat davranır mıydı bilmiyorum. Brezilyalı Jorginho, şu anda İtalya Milli Takımı’nın ve Avrupa futbolunun en büyük yıldızlarından biri. Türkiye gibi “gurbetçilerin” gücüne güvenen ülkelerde ise durum daha da vahim bir hal alabilir. Çünkü bu geri kalmışlık oyuncuları da bıktırıyor. Mesela Finlandiya Milli Takımı kaptanı Tim Sparv, Katar’daki Dünya Kupası öncesinde stadyum inşaatlarında 6.500 işçinin öldüğünü ve olaylardan çok rahatsız olduğunu gösteren bir yazı yazabiliyor. Aklı başında herkes gerilikten kaçıyor ve – çok – para bile yetersiz kalabiliyor.
RANT VE KURUMLAR
Bundan 30 yıl önce de futbolda para vardı. Ama bugün oyunun özellikle naklen yayın ve bahis üzerinden yarattığı ekonomiye kıyasla çok küçük ve mütevazı kalıyordu. Bu yüzden otoriter bir rejimin ülkedeki futbol sektörüne enjekte ettiği para, getirilen bir hoca ve birkaç küçük hamle, milli takımlarda birkaç yıl içinde başarı getirebiliyordu. Şimdilerde futbolun içinde yaratılan köpükler o kadar çok kişiyi besliyor ki, aynı anda hepsini doyurmaya yetecek para kimsede yok. Üstelik bu kişiler uzun süre beslenerek bir müesses nizam oluşturmuşsa, onların kendi küçük iktidarlarını yıkmak giderek zorlaşıyor. Hal böyle olunca, başkanlar veya teknik direktörler değişse bile geri kalan kişilerin aynı kurumlar içinde daldan dala sektiği, göstermelik pozisyon değişimlerinden ibaret bir ortamda sıkışıp kalınıyor.
Paranın nereye gittiği ve nasıl denetleneceği de önemli. Yatırımlar altyapılara, insan gücüne, eğitime değil, transferlere ve stadyum gibi, ulusların kendi neoliberal zenginleştirme planına paralel alanlara yapılıyor. Tesisleşme binalardan ibaret. Tribündeki koltuklar yeni olunca, zihniyet de değişmiş gibi davranılıyor. Görünen kısımları heybetli kılıp, görünmeyen ve gerçek değeri yaratanları aşağıda bırakmak, günün otoriter, anti-demokratik yaklaşımının en belirgin özelliklerinden biri.
Aslında sürece yayılan gelişimle uğraşmak isteyen yok. Ama bunca rantı bırakıp gitmeye de gönül razı olmuyor. Bu yüzden otoriter rejimler artık meşruiyet için milli takımları ve futbol ülkesi olmak gibi uzun soluklu projeleri bir kenara bırakıp kulüplere yöneliyorlar. Ya devlet destekli bir kulüp oluşturulup başarıya koşturuluyor, ya ülkenin hâlihazırdaki büyük kulüpleri üzerinden yerleşik sempatiye ortak olunuyor, ya da Rusya, BAE, Katar, Suudi Arabistan tarzı daha kudretli ve zengin örneklerde olduğu gibi, kendi ulusal takımlarıyla “vakit kaybetmek” yerine, yöntemin membaına, Avrupa’ya gidip uluslararası meşruiyet devşiriyorlar.
Batı’nın samimiyeti de onlara tanıdığı müsamaha ve imtiyazlarla aşınıyor. Zaten burada amaç bir Avrupa güzellemesi yapmak değil. Sadece şu anki en iyi yöntem orada uygulanıyor ve bütün kusurlarına rağmen, evvela bir organizasyon yoksa, hiçbir şey olmuyor. Elinizde bir metodolojiye sahip olmak, her seferinde işe sıfırdan başlamamak, her defasında yeni gelenin iradesine teslim olmamak, kısacası bir kültür biriktirmek gerekiyor. Yoksa “hak, sözleşme, fesih, taktik, plan” gibi anlamı belirgin ifadeler yerine, “vatan, milli görev, kahramanlık, şeref” gibi kavram olmayan kavramlara boğuluyoruz.
TÜRKİYE NEREYE GİDER?
Bunları konuşmanın hâlâ bir anlamı var; çünkü Türkiye umutsuz vaka değil. İki sebepten dolayı: Birincisi, yukarıdaki az gelişmişlik semptomlarının hepsini göstermesine ve iyi yolda görünmemesine rağmen, burada hâlâ tahsilli, sakin kalabilen, dünyayı anlamaya yakın ve en önemlisi, mevcut durumdan son derece rahatsız büyük bir genç nüfus var. Bu yüzden işi “nerem doğru ki?” gibi arabesk bir tembelliğe getirmemek gerekiyor. Hiçbir zaman ideal koşullar olmayabilir, ama her ortamı iyileştirip daha verimli bir iklim oluşturmak imkânsız değil.
İkincisi, kötü ortamda iyi işler yapmak bir yana, daha büyük bir zihniyet değişimi de mümkün olabilir. Ülkenin gidişatına bakınca, çok uzak olmayan bir gelecekte büyük bir enkaz kaldırma çalışması bizi bekliyor. Ve her zaman olduğu gibi, bu enkazı binanın yıkılmasına sebep olanlar değil, o binadan hasbelkader sağ çıkmayı başaranlar kaldıracak. Yaşanan değişimin kişilerden ibaret bir “oyuncu değişikliği” olmakla kalmamasını, yeni bir paradigma getirmesini istiyorsak, sevdiğimiz, diğer verdiğimiz her şeyi olduğu gibi futbolu düzeltmek de bu gidişten rahatsız olanlara kalacak. Şimdiden kolları sıvayıp neler yapılabileceğine bakmak gerekiyor. Aksi halde çocuklarımızın ömrü de aynı zırvaları dinlemekle geçecek. Geçmesin…