Futbol durdurulamaz etki ve popülaritesini efsaneler ve mitler yaratmadaki başarısına borçlu büyük oranda. Bizim gibi ‘modern’ zamanlarda yaşayanların birebir tanık olduğu efsaneler, mitler örneğin. Benim dâhil olduğum kuşak dünya gözüyle ilk Maradona’nın büyüklüğünü gördü. Evet, televizyondan gördük ama 1986 Dünya Kupası bir dönemin sonunu da müjdeliyordu Maradona’nın suretinde. O “bir adamın bir takım ettiği” dönemin son, televizyon futbolu döneminin ilk parlak yıldızıydı bir bakıma.
Benim kuşağım için Maradona nasıl bir efsane ise önceki dönemin isimleri Cruyff, Pele, Eusébio, Yaşin vb. ise o kadar mittir. Hikayelerini dinleyerek, haklarında okuyarak ve dört yılda bir Dünya Kupası vakti TRT arşivlerinde yayınlanan bazı görüntüleri izleyerek haklarında bilgi sahibi olduk.
Futbolun, politik ve kültürel etkilerin çok yoğun yaşandığı bir spor dalı olduğunu anlamamız için ise yaşamınızın biraz daha ilerlemesi gerekecekti. İspanya’da Atletic Bilbao ve Barcelona’nın neyi temsil ettiğini, Rangers- Celtic rekabetindeki dinsel geçmişi, bazı takımların gerçekten ‘işçi takımı’ olarak kurulduğunu sonradan öğrenecek ve kalbimiz kimilerine daha yakın atmaya başlayacaktı.
Geçen hafta Netflix’te futbol dünyasına dair iki önemli mite dair bir dizi yayınlanmaya başladı: “The English Game”. Bu muhteşem oyunun, fabrika bahçelerinden, soylu kulüplerinden, arkadaş eğlencesinden çıkmaya başlayıp önce Britanya’da sonra da küresel çapta bir salgına dönüşeceği günlerin arifesine götürüyor izleyiciyi dizi. ‘Ada futbolu’nun iki büyük isminin gerçek hikayesinden esinlenilerek yaratılan altı bölümlük bu mini dizi, bir yandan dönemin İngiltere’sindeki keskin sınıf çatışmalarını anlatırken, diğer yandan futbolun bu ‘kuruluş iklimi’nden bağımsızlaşarak kendi yolunu bulmasının öyküsü.
Soylu ve banker bir aileden gelen Arthur Kinnaird ile fabrika işçisi Fergus Suter’ın “ezeli rakip”likten “ebedi dostluğa” giden macerası, futbolun kime ait olacağına dair kavganın da izini sürüyor bir bakıma. Hikaye, 1879 yılında başlıyor. Arthur Kinnaird, bir zenginler kulübü takımı olan Old Etonians’ın büyük oyuncusu ve kaptanı aynı zamanda. Dönemin en büyük kupası FA Cup’ta dokuz kez final oynamış, beş kez kazanmış bir isim. Ki zaten o güne kadar hiçbir işçi takımı bu kupada çeyrek finalin ötesini görememiş. Bunda federasyon yönetiminin aynı zamanda Old Etonians takımı oyuncuları olmasının da payı var kuşkusuz!
Ve fakat oyun değişmekte ve oyunun gerçek sahipleri güçlerini her geçen gün artırmaktadır. Fabrika takımı olan ve futbolun kaderini değiştirmeyi kafasına koyan Kuzeyli bir iş adamı İskoçya’dan iki futbolcuyu, Fergus Suter ve Jimmy Love’ı takıma katıyor. Ancak bu bir sorun çünkü ‘transfer yasak’. Yani futboldan para kazanılamıyor. Bu iki isim fabrikada çalışıyor haliyle. Özellikle Suter’in oyuna getirdiği yenilik hemen dikkat çekiyor. Bizim çocukken mahalle maçlarında herkesin aynı anda topun peşinden koştuğu şekilde oynanan oyunu, takımın sahaya yayıldığı ve pasa dayalı bir hale getiriyor. Bu zengin takımlarında bir korkuya neden oluyor kuşkusuz. Ve ‘zengin’ ile ‘fakir’ arasındaki bu gerilim, futbolun doğum sancılarını geride bırakıp kuralların evrensel hale geldiği, oyuncuların para kazandığı bugüne uzanan yolculuğun da başlangıcı oluyor.
PROFESYONELLİK MEŞRU HALE GELİYOR
Bu arada bugün kazandıkları parayı dilimize doladığımız oyuncular için bu talebin o dönem işçi sınıfı takımlardan geldiğini de hatırlatalım. Çünkü futbolcuların maçlara hazırlanabilmek için yoğun fabrika çalışmasının dışına çıkması gerekiyor. Rekabet kızıştıkça talep de artıyor ve nihayetinde ‘profesyonellik’ meşru hale geliyor.
2002 yapımı Gosford Park ile En İyi Özgün Senaryo Oscarı’nı kazanan, yaratıcısı olduğu “Downton Abbey” dizisiyle adından övgüyle söz ettiren Julian Fellowes’ın liderliğindeki bir ekip tarafından yaratılan “The English Game”, bir yandan futbolun sahipliği konusunda İngiltere’de yaşanan gerilimi, diğer yanda bu gerilimin ‘sınıflar üstü’ bir uzlaşıyla nasıl aşıldığını göstermesi açısından çarpıcı. Dizinin yaratıcılarının söz konusu futbol olduğunda -arada işçi sınıfı lehine seyirciyi ajite etseler de - politik bakışlarının “ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu…” şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, dönemin genel atmosferini ve “İngiltere’de işçi sınıfının durumu”nu göstermekte oldukça mahirler. Yalnızca sınıf mücadelesinin keskinliği ve sertliği açısından değil, yoksulluktan aile yapısına, dostluktan aşka kadar uzanan bir rutini futbol fonunun içine yedirmeyi başarıyorlar.
Yalnızca futbol severler için değil, bu tür dönem dizilerine ilgi duyanlar için de tavsiye edilir.