Futbolda ve dış politikada başarı

Kürtlerle arayı bulun, ABD ile arayı düzeltin, ekonomik krize rağmen ülke savunmasını aksatmayın hatta güçlendirin; özetle belâdan uzak durun, defterdeki açık hesapları kapatın, yeni hesaplar açmaktan da kaçının. Yapmak, söylemek denli kolay mı? Kabul, ancak dış politika alanında birincisi sağduyu, soğukkanlılık, uzgörü özetle akılcılık eksiğinin azaldığına, azaltılmaya çalışıldığına dair bir belirti yok.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Saygın iktisatçı Mahfi Eğilmez geçenlerde Fenerbahçe yönetimine bir açık mektup yazdı. Söz konusu mektup benim özetimle, “altyapıdan oyuncularla yola çıkılıp, birkaç sezon şampiyonluğun unutulacağının en baştan taraftara duyurulmasını” öneriyor ve “lejyonerlerden kurulu orduyla başarılı olunamayacağı” savına dayanıyor. Sayın Eğilmez’le polemiğe girmek haddim değil. Ancak o da belirtmiş futbol üzerine konuşma hakkını “5-6 yaşlarından beri izleyici olmasından” aldığını. Dolayısıyla, ben de aynı hakkı kullanarak, önce futbola değineceğim ama sözü yine, bayram günü de olsa, dış politikaya getireceğim.

Galatasaray’ın kongre üyesi ve hasta taraftarı olduğum biliniyor artık. Yeni çıkan kitabım Gözden Irakta’da da “Parken” başlıklı bölümü o sevdama ayırdım. Bununla birlikte Fenerbahçe’de oturuyorum, benim “saksım” Dalyan-Kalamış-Moda hattı. Sayın Ali Koç’un başarılı olmak zorunda olduğunu ve eninde sonunda başarılı olacağını da sezonun daha ilk yarısında belirtmiştim. Yönetiminde bulunan Sevil Becan ve Burhan Karaçam’ı da dostlarım arasında sayabilmekten iftihar ederim, o da ayrı.

Futbol kısmında diyeceğim, tamamı lejyonerlerden kurulu İngiltere liginin dört takımı her iki Avrupa finalini kendi arasında oynadı, bu önemli ölçüt sanırım. İkincisi ise üç İstanbul büyüklerinin hiçbirinde ikincilik dahi “başarı” sayılmaz ve bu üç kulübün başkanları da “seçilmiş monarklar” olarak camialarını o bilinç ve üslupla temsille yükümlüdür bence. Galatasaray’da buna bir de kulübün lisede kurulması, sarayın o lise olduğu gerçeği ekleniyor ki, ben liseli olmamama rağmen kesinlikle mevcut üyelik yapısının kıskançlıkla korunması ve kongrelerin mutlaka GSL Tevfik Fikret Salonu’nda yapılması geleneğinin sürdürülmesinden yanayım.

Tabiatıyla, Sayın Eğilmez’in söylediğini anlamıyor veya düşüncelerine değer vermiyor değilim. Onun haklı olduğu ve benim de aynen katıldığım husus, bu yıl akıllarda kalan Şampiyonlar Ligi (CL) başarı öyküsünün Ajax’ınki; Premier League’de de Claudio Ranieri’yle kazandığı 2015-16 sezonu şampiyonluğuyla Leicester City’ninki olduğu. Buna karşılık, herhalde pek çok futbolseverin gönül tahtına kurulan 52 yaşındaki Jürgen Klopp’un “sebat” ederek Liverpool’u ayağa kaldırması, CL kupasını da alması, ancak lig şampiyonluğuna bir türlü erişememesi nasıl değerlendirilmeli? Başarı mı, aksine yetersizlik mi? Yahut bizde, “Trabzonspor’un bu yılın başarı öyküsünü yazdığını” iddia etsek, yanılmış olur muyuz?

Biz benzer düşünce hatları üzerinden dış politika konusuna dönelim. Benim yazdığım yazılar da büyük ölçüde “hariçten gazel okumaktan” ibaret. Kürtlerle arayı bulun, ABD ile arayı düzeltin, ekonomik krize rağmen ülke savunmasını aksatmayın hatta güçlendirin; özetle belâdan uzak durun, defterdeki açık hesapları kapatın, yeni hesaplar açmaktan da kaçının. Yapmak, söylemek denli kolay mı? Kabul, ancak dış politika alanında birincisi sağduyu, soğukkanlılık, uzgörü özetle akılcılık eksiğinin azaldığına, azaltılmaya çalışıldığına dair bir belirti yok. İkincisi, siyaset yapımı kapalı devre işliyor: O denli ki, dışarıdan bakışla, Dışişleri Bakanı’nın kendinin dahi o devrenin içinde olduğu görülmüyor.

Hesapvermezlik, keyfilik getiriyor. Keyfilik ise pragmatizm, inisiyatif kullanmak sayılıyor, öyle pazarlanıyor. Hatta diplomasi tümüyle bir pazarlama, halkla ilişkiler etkinliğine indirgeniyor. Denilebilir ki, örnekse Fransa’nın başkanlık sisteminde de dış politika ve ulusal savunma cumhurbaşkanının “domaine réservé”leridir, yani bu konularda karar alma bir numaranın mutlak ayrıcalığıdır. Ama o zaman da, Fransa’daki parlamentonun yetkileri, yerinden yönetimin durumu, medya, akademi, sivil toplum ve yargının bağımsızlığı karşılaştırmalarını da resme eklemlemek gerekir. Üzerine Genelkurmay Başkanı’nın şapkasını Milli Savunma Bakanı olarak değiştirerek aşıldığı varsayılan “vesayet” meselesini de bugün dahi tartışmak. Bürokraside liyakat aşınımı ve silolaşma hastalıklarının derinleşmesini de konuşmak.

Bugünlerde kendini yeniden dolaşıma sokmaya çabalayan Davutoğlu’nun zamanında “paradigma değişikliği” diye yola çıkıp, nasıl kendi ergenlik hülyalarına kapıldığını ve ülkeyi de peşinden batağa sürüklediğini hep birlikte gördük, yaşadık. Bir özel şirketin yöneticisi nasıl gelir-gider dengesini gündelik gözetir, gelir projeksiyonu yaparak çizdiği hedef doğrultusunda, yatırımları ve insan kaynaklarını yönetir, dış politikanın yürütülmesi de aynı ayıklığı ve hassasiyeti gerektirir. Kendi sıkletini bilmeden ringe çıkılamaz; bunu anımsatana da “sende özgüven eksikliği mi var” diye sorulmaz. Uluslararası ilişkiler disiplini özünde, tarih bilimi gibi değil; bir teori yaratıp, onu tarihten beslemeye dayalı. Ancak dış siyaset teoriler üzerinden yürütülemez, hele dükkân çarşının bizimki gibi bir yerinde bulunuyorsa.

ABD’de benzer süreç G.W. Bush başkanlığının ilk dönemindeki birkaç yıl için “neo-con” denilen akademik ekibin dış politika ve savunma konularında sıradışı bir egemenliğe sahip olmalarıyla yaşanmıştı. Varsayımlar alanda denendi, sonuç felâket oldu. Hoş, izlemenizi hararetle önereceğim Adam McKay’ın 2018 yapımı Dick Cheney biopic’i “Vice” bambaşka bir resim de sunmuyor değil: Belki “neo-con” denilenler de, bizim dışarıdan bakıp öyle varsaydığımız gibi, kendilerini dümende sanarlarken, geminin sıradan yolcularındanmış. Ortadoğu’da, dışarıdan kurcalayan olmasa da, daimi “felâket” hali yok mudur, yok muydu, o da başka soru.

Belki mesele ve maharet, o “daimi felâket” halinde, dış politika gemisini soğukkanlıkla yönetip, limana vardırmak. İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında izlediği diplomasi ile İttihat ve Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasındaki dış politikasını karşılaştırırsak, sanırım akılcılık farkı açıkça ortaya çıkar. Kurosawa’nın klasikleşmiş “Kagemusha” filminde, komutanın savaşın en yıkıcı anlarında dahi “bir dağ gibi kımıldamadan” ordunun en gerisindeki yerinde oturması gerektiği anlatılır. Diplomaside de etkinlikle, işgüzarlık arasındaki fark buna benziyor sanırım. Gemi, fırtına, liman demişken, varacağı limanı bilmeyen yelkenliye de hiçbir yelden hayır gelmiyor.

Zuckerberg ve onun gibiler, daha üniversite yıllarında, risk alıp, geleceği doğru okuyarak, girişimciliğe adım atmışlar ve elhak başarılı da olmuşlar. Bundan yola çıkarak, üniversite eğitiminin gereksiz, bilginin önemsiz olduğu sonucuna varıp, kendi çocuklarımızı eğitimden caydırmaya kalkar mıyız? Benzer bağlamda, “Şişko” lakâplı Ruiz, Joshua’yı devirip dünya ağır sıklet boks şampiyonu oldu. Demek ki, idmana gerek yok, sal göbeği, çık ringe, çekinme kardeşim sen de al ağır sıklet boks şampiyonunu karşına? Ruiz, paradigmayı değiştirmiş olabilir orası kesin ama acizane tavsiyem özellikle dış siyasette aman siz, siz olun, idmanlarınızı aksatmayın, düzenli tartıya çıkmayı da ihmal etmeyin. Aksi takdirde yiyeceğiniz aile boyu dayak, bedende kalıcı tahribata yol açabilir.

Tüm okurlarımın bayramını içtenlikle kutlarım.

Tüm yazılarını göster