Adam markajı, adam adama savunma veya birebir eşleşme en genel tabiriyle maç öncesinde veya sırasında teknik direktör tarafından bir rakip oyuncuya “tayin edilmek”, onu tutmakla görevlendirilmek demek. Söz konusu oyuncuyu kovalamaya nerede başlayıp nerede duracağınız stratejiye göre değişiyor. Bugün farklı uygulamaları devam etse de savunma oyuncularının rakip santrfora yaptığı adam markajı ve eski yapışkan stoperler, futbolun merkezinden uzaklaşıyor…
ÖZ HAKİKİ FUTBOL
Futbol oyununun, yani insan ayağı ile top arasındaki ilişkinin iki temel aşaması var. Birincisi, topla baş başa olmak; yani topu sektirmek, sürmek, karşı duvara abanmak gibi pratikler. İkincisi, rakibin yani ötekinin ortaya çıkması. Ötekiyle paslaşabilir, şut çekişebilir veya “teke tek” oynayabilirsiniz. Çalım atmaya, topu vermemeye, kaptırdıktan sonra da geri kazanmaya çalışırsınız. Teke tek mücadele oyunun organik yapıtaşlarından. Adam markajının uzun yıllar boyunca bu kadar popüler olması “organik düello” niteliğinden geliyor.
Futbol tarihi unutulmaz adam markajı performanslarıyla dolu. 1974 Dünya Kupası finalinde Alman “Teriyer” Berti Vogts’un Cruyff’a veya 1982 Dünya Kupası’nda İtalyan Gentile’nin Maradona’ya yaptığı markaj bugün bile efsane olarak anlatılıyor. Ancak rakip golcüye top aldırmamak, alsa da döndürmemek, dönse de vurdurmamak, vursa da ayak koymak üzerine kurulu bu plan her zaman işlemeyebiliyor. Servet Çetin’in Fenerbahçe-Milan maçındaki “döndürmeyin Şevçenko’yu” performansı (Servet sonradan haklı olarak bütün sorumluluğun kendisine yıkıldığından yakınmış, ama neticede “Şeva” Kadıköy’de dört atmıştı), Abdülkerim’in 8-0’lık İngiltere hezimetindeki “Lineker vakası” (İngilizler korner kullanırken “Lineker’i gördünüz mü?” diye sorduğu kaleci Yaşar’dan “Biraz önce buralardaydı!” cevabını alması ve Lineker’in üç golü) gibi, işlerin çok ters gittiği örnekler de var.
ADAM-ALAN-TOP
Futbolda savunma, en geniş tanımıyla top rakipteyken yapacaklarınız anlamına geliyorsa, bunun bazen iç içe geçen bazen birbirinden net çizgilerle ayrılan üç farklı yöntemi var. Birincisi, top gelip kendi kendine kalenize giremeyeceği için golü atacak adamı savunmak. İkincisi, her oyuncunun her an tehlikeli olmadığı, ama bazı bölgelerin her zaman tehlikeli olduğu düşüncesine dayanarak alanı savunmak. Üçüncüsü, kendisi olmadan bunların hiçbiri olmayacağı için topu savunmak, yani duruma göre ilk ikisini birleştirmek.
1925’te İngiliz Herbert Chapman’ın meşhur ettiği WM (3-2-2-3) dizilişi yaklaşık 30 sene futbola hakim olmuş, simetrik dizilen takımlar birbirlerinin üçer hücumcusunu üçer savunmacıyla marke etmişti. Ancak 1953 ve 54 yıllarındaki iki unutulmaz Macaristan-İngiltere maçı futbolda büyük izler bıraktı. Bu iki dostluk maçında toplam 13 gol atan Macaristan’ın santrforu Hidegkuti, bugün Firmino’nun üstlendiğini andıran bir “sahte dokuz” rolüyle orta sahaya sokuldukça, onu tutmakla görevli savunmacı hiç bilmediği bir ikileme düşüyordu: Ya peşinden gidip savunma hattının şeklini bozacak, ya bırakacak ve karşıdan topla kendine doğru gelen Hidegkuti’yi zapt etmeye uğraşacaktı. İkisini de yapamadı.
Ama bu zaaf ifşası işleri hemen değiştirmedi. Farklı bir yöntem seçildi. Birçok takım iki merkez savunmacıyı yine adam markajıyla görevlendiriyor, ama bu kez arkalarına garanti sağlayacak bir – sarkık – libero yerleştiriyor, böylelikle savunmanın dengesinin koruyordu. Inter’in catenacciosu başta olmak üzere, libero ve düz dizilmeyen üçlü savunma çeşitlemeleri epey iş gördü.
Gelgelelim savunmaya fazladan oyuncu eklemek hücumu güdük bırakıyordu. Üstelik her libero da Beckenbauer değildi, yani topu kaptığınızda oyun kurucu rolü üstlenip size hücumda çeşitlilik ve yaratıcılık sunamıyordu. Kimisi yoluna bildiği gibi devam etti. Bazıları iki merkez savunmacıya döndü; birini daha markajcı (stoper), diğerini daha sigorta (yeni libero) olarak kullandılar. Daha cesur olanlarsa tandeme ve aynı hizada oynayan savunma ikilisine – hatta dörtlüsüne – yöneldi. İki stoper aşağı yukarı aynı rolü oynayacak, birbirinin arkasını kollayacak, alanına bakacaktı.
Adam adama savunmada kimin kimi tutacağı da rakip kaçınca kimin suçlanacağı da belliydi. Oyun kolektiften ziyade kişilere bağlıydı. Düz savunma hattının rakibi araya kaçırma, kolektif sorumluluk tesis etmeye çalışırken kolektif sorumsuzluğa yol açma gibi komplikasyonları vardı. Oyuncular arasında birbirini anlama, pozisyonu anlama, iletişim kurma gibi niteliklerin önemini artırıyordu. Ama bu gereklilikleri yerine getirme iddiasını ortaya koyanlar çıktı. Alan savunmasının modern dönemdeki ilk olgun örnekleri Dinamo Kiev ve Sovyetler Birliği’nde Valeri Lobanovski ile Milan’da – agresif bir ofsayt taktiğiyle birlikte – Arrigo Sacchi tarafından sahneye kondu. İki hocanın takımları da güçlü presle rakibi sindirdi. Tehlikeyi son ana gelmeden kesmeye odaklandı.
BAŞKA TÜRLÜ BİR OYUN
Alan savunmasına geçiş futbolun modern ruhuna uygun düştüğü için büyük zihinlerde karşılık buldu. Sacchi gibi bir “alancı” olan Cruyff her zamanki veciz tarzıyla, “Markajdan çok iyi kurtulan bir santrforla başa çıkmanın en iyi yolu, onu marke etmemektir” buyurdu. İlginç bir iddiası vardı: Birçok hücumcu, etrafında kendisini tutan bir savunmacı yoksa ne yapacağını bilemez.
Cruyff ve benzer zihinler pozisyonların rollerini de dönüştürdü. Yine Cruyff, “Benim takımımda kaleci ilk hücumcu, santrfor ilk savunmacıdır” diyerek yeni trendin tarifini yaptı. Stoperler artık sadece markaj ve top kapma nitelikleriyle değerlendirilmeyecek, oyunu başlatan, takımın yerleşmesini sağlayan, başka türlü bir oyunun taşıyıcıları haline gelecekti. Sahanın öbür ucunda ise santrforlardan pres beklenir oldu.
Bu değişimle birlikte adam adama savunma tamamen ortadan kalkmadı, ama yer değiştirdi ve giderek öne doğru ilerledi. Santrforlardan sonra adam markajı tamamen 10 numaralara, yani oyun kuruculara odaklandı. Türkiye’de Alex de Souza ile Hürriyet Gücer (Ankaragücü, Eskişehirspor) ve Tomas Abraham (Denizlispor) arasındaki düellolar ligin merakla beklenen mücadelelerine dönüştü. Ancak oyunun kurulduğu yer geriye çekildikçe, adam markajının yeri de onu takip etti. Önce sekiz numara tabir edilen Emre Belözoğlu tarzı oyuncular, ardından “Regista” denen Andrea Pirlo gibi “savunma önü oyun kurucuları”, son olarak da Van Dijk gibi “topu oyuna iyi sokan stoperler” adam markajının yeni nesnesi oldular. Bugün santrforunuz stoperinizden daha fazla adam kovalıyor. “Modern” hocaların hepsi bunu istiyor.
Adam markajının hala yaygın olarak kullanıldığı bir diğer alan ise duran toplar. Birçok teknik direktör duran top savunmasında ya adam markajını tercih ediyor ya da alan-adam karma savunmasını birleştiriyor. Ancak burada da alan giderek ağırlık kazanıyor.
ÖDEVDEN SORUMLULUĞA
Teknik direktörlerin takımı bir bütünlük olarak görmeye başladığı, topun bulunduğu yerde rakipten daha kalabalık olmayı önceleyen bugünkü futbolda adam markajı ilkel kaldı. Hocanın işi kendi takımının artılarını ön plana çıkarıp eksiklerini mümkün olduğunca saklamak olduğundan, tek bir oyuncunun birebirdeki atletik, güç ve konsantrasyon becerilerine güvenmek abartılı ve gereksiz bir risk haline geldi. Bunun yerini çoklu sıkıştırmalar, sahadaki belli ceplerde kurulan savunma tuzakları gibi hamleler aldı. Üstelik adam adamanın getirdiği pozisyon kayıpları, topu kazandığınızda hücuma çıkış kalitenizi de bozuyordu.
Oyuncunun oyuna, teknik direktörün oyuncuya bakışı da değişti. Adam adama savunma futbolun daha “antik” dönemine ait bir “ödevdi”. Rakibi ezberlemek, o ne yapıyorsa onu yapmak için ekstra bir özveri ve konsantrasyon gerekiyordu. Bugün ise rakibin oyununa dair daha genel bir kavrayış gerektiren roller ve “sorumluluklar” söz konusu. 21. yüzyıl futbolcusunu tamamen reaktif, rakibin ne yaptığına bağlı bir fedai rolüne ikna etmek kolay değil. İcabında rakip sakatlanıp müdahale için sağlık görevlisi sahaya girdiğinde bile yanından ayrılmadığınız, “kalk, daha devamı var” diyerek gözdağı verdiğiniz tutum, bugünün imaj dünyasında demode kalıyor.
KURALLARIN ROLÜ
Adam markajının eski popülerliğini yitirmesinde taktik ve zihinsel olgunlaşmanın yanı sıra kural değişimlerinin de rolü var. “Yıldızların korunması” yaklaşımı bu fedakâr, kendini yok sayan, dava için feda eden, bazen de kirli sanatın sonunu getirdi. Pele ve Maradona’nın yediği tekmeler bugün Messi’ye – iyi ki – atılamıyor; atılsa da cezası en az kırmızı kart oluyor. 1980’lerden kıran kırana bir Serie A maçı izleyip 90 dakikanın sarı kartsız tamamlandığını görüp şok olabilirsiniz.
VAR da bu değişimi pekiştirdi. Ne de olsa adam markajının bir de “topsuz” yönü vardı. Top başka yerdeyken atılan tekmeler, dirsekler, forma çekmeler, bazen hakaret, küfür, aykırı örneklerde çimdik, tükürme, ya da toplu oyunda topla beraber ayağı da alan yatarak müdahaleler gibi yarı karanlık metotların bugünkü VAR dünyasında radardan kaçması imkânsız.
Futbolda birebir eşleşmeler bitmiş değil. Bugün de maç boyu iki ismin sık sık karşı karşıya geldiği ve aralarında “maç içinde maç” oynadığı oluyor. Birebirler sokak futbolu geleneğinin parçası olarak büyük eğlence vaat ediyordu. Futbolun kökleri sokaktan akademiye taşındıkça kavramsal, taktiksel olarak daha kolektif ve “ileri” bir hale bürünürken tekil mücadele ruhu geriledi. Günümüzdeki oyunun her yerine sirayet eden bu çelişki, adam markajı için de geçerli. Neticede iyi mi kötü mü oldu kararı size kalmış; ama “top geçer adam geçmez”, “adım attırmamak”, “canından bezdirmek”, “soyunma odasına kadar takip etmek”, gibi “yapışkan stoper” literatürü giderek kayboluyor…