Geçmişin karambole transferleri bilgisizlikten ve bu cehaletin açtığı çatlaklardan içeri sızan bireysel kötü niyetten geliyordu. Bugünün kurumsal ve yakışıklı sözde hakikatleri daha yıkıcı olabilir…
Transferin “kumar” olduğu futbolun bol tekrarlanan klişelerinden biri. Bir oyuncuyu kadronuza katana kadar ne olduğunu tamamen tanımak kolay değil. Ancak rastgele transferler, bilgi ve teknoloji çağının gerekleri uyarınca kadroya katılan bir oyuncunun sunduğu sürprizlerden çok daha fazlasıydı. Futbolun tarihi bir yandan da bilgisizliğin getirdiği beceriksizlik, hata ve sakarlıkların tarihidir. Geçmiş, kulüplerin belli bir oyuncunun profili, pozisyonu, hatta mesleği hakkında bile yanıldığı örneklerle dolu…
SCHRÖDİNGER’İN FUTBOLCUSU: KABUNGAGUTİ
Carlo Ancelotti, The Beautiful Games of an Ordinary Genius (Sıradan Bir Dâhinin Güzel Oyunları) adlı otobiyografisinde, 2000 yılının Kasım ayında Juventus’ta teknik direktörlük yaptığı günlerden bir hatıra paylaşır. Kulübün sahibi –ve şu anki sahip Andrea Agnelli’nin amcası– Gianni Agnelli, öğleden sonra şekerleme yapan hocaya telefon açıp, Fildişi Sahili Milli Takımı’nda forma giyen Kabungaguti adında müthiş bir oyuncudan bahseder. Ancelotti çok şaşırır; çünkü İtalya’dan sonra en sevdiği milli takım Fildişi Sahili’dir, ama böyle bir ismi ömründe duymamıştır. Başkan hocanın bilgisizliğine sitem eder.
Morali bozulan Ancelotti hemen giyinip takımın kaldığı otelin lobisine iner ve sportif direktör Moggi’yi görür. Kabungaguti diye bir oyuncu tanıyıp tanımadığını sorar. Moggi, “Onu kim tanımaz!” deyince Carlo’nun başından aşağı kaynar sular dökülür. Kendine kızarak belleğini zorlar, ama oyuncuyu bir türlü hatırlayamaz. Neyse ki yanındakiler bu işkenceyi daha fazla sürdürmemeye karar verir: Gerçekte böyle bir oyuncu yoktur. Moggi, Agnelli’nin sesini taklit eden bir kulüp çalışanı ile bir olup Carlo’yu kafaya almıştır.
PUSLU KITALAR VE GENETİĞE İMAN
Kabungaguti şakası şimdilerde aşırı absürt görünebilir; ama 21. yüzyılın başında bile dünyadaki neredeyse her profesyonel futbolcunun profil bilgilerini, hatta maç görüntülerini önümüze getiren internet siteleri yoktu. Oyuncu izleme (scouting) eski bir pratik olsa da bu verilerin küresel kaynaklara girerek ortak içeriğe dönüşmesi çok yeni. Günümüzde kulüplerin oyuncu izleme ağları ve futbolcu menajerleri dünya futbol haritasında puslu kıtalar bırakmamak adına var gücüyle çalışıyor. Hal böyle olunca sürpriz şansı en aza iniyor.
Ama futbolun coğrafi keşifler çağından önce, özellikle de Afrika ve Latin Amerika menşeli rastgele, sahte, yanlış, facia transferler çokça rastlanan bir fenomendi. Futbola sözlü kültürün hâkim olduğu günlerde, futbolculara dair bilgi ve bu bilgiye erişim sınırlı olduğundan, batıl inançlar ve altı boş genellemeler geçer akçeydi. Her futbolcunun kendi ülkesinin oyun stilini ve oyuncu özelliklerini taşıdığı yönünde temelsiz bir kanaat vardı. Bütün Brezilyalılar sambacı, bütün Afrikalılar ceylan, bütün Yugoslavlar iyi şutördü. Kazma Latinler, kağnı Afrikalılar ve topa vurmayı bilmeyen Yugoslavlar yokmuş gibi davranılıyordu.
İlhan Cavcav Güney Afrika’ya maç izlemeye gider, yağmur altında gördüğü Demokratik Kongolu André Kona’yı beğenince, “Bunu istiyorum!” der, “ya tutarsa” ilkesi uyarınca çok ucuz bir fiyata alır getirirdi. Gerçi Cavcav en azından oyuncuyu –bir kez bile olsa– görüyordu. Aracıların tuzağına düşenler de çoktu. Trabzonspor’un 2001 yılında kadrosuna kattığı sağ bek Santiago Salazar, aslında bir iki sezon önce Peru liginde “yılın en kötü savunmacısı” seçilmişti.
Cehaletin getirdiği genellemelerden en çok nasibini alan konulardan biri de genetikti. Birisi iyi futbolcuysa kardeşinin, oğlunun, kuzeninin, yeğeninin de büyük topçu olacağına inanılırdı. Buna kıskançlık da eklenebiliyordu. Galatasaraylı Adrian Ilie’nin gösterdiği performanstan çok etkilenen Fenerbahçe yönetimi, 1997 yılında Adrian’ın kardeşi Sabin Ilie’yi “bu daha iyi” iddiasıyla getirmiş, ancak pek de öyle olmadığı çok geçmeden ortaya çıkmıştı.
SENEGAL’İN LİBERYALISI
Ancelotti’nin hatırası asla gerçeğe dönüşmeyecek bir şakadan ibaretti. Ama Graeme Souness o kadar şanslı değildi. 1996 yılının Kasım ayında Southampton’ı çalıştırırken bir telefon aldı. Telefondaki kişi bir yıl önce Ballon d’Or’u kazanmış –bugünün Liberya Devlet Başkanı– George Weah’tı. Yıldız oyuncu Souness’a Ali Dia adında bir kuzeni olduğunu, PSG altyapısında ve Liberya Milli Takımı’nda forma giydiğini, Almanya ve Fransa’da oynadığını söylemiş ve Dia’yı bizzat önermişti.
Yeni bir yıldız yakalama umuduyla aceleyle harekete geçen Souness, yeni oyuncusuyla bir aylık sözleşme imzaladı. Dia idmanlarda pek iyi görünmedi. Yine de kendisini –31 yaşında!– “keşfeden” hocası, Dia’ya Leeds United karşısında şans vermek istedi ve 32. dakikada sakatlanan bir oyuncunun yerine sahaya sürdü. Ancak sahada gördüklerine dayanamayan Souness 85. dakikada Dia’yı oyundan aldı. Saha bir kez daha gerçeği ortaya çıkarmıştı: Ali Dia’nın Weah ile bir ilgisi yoktu. Telefonu açan kişi, Dia’nın okul arkadaşıydı ve Souness’ı kandırmışlardı. Aslında Dia Liberyalı bile değildi, Senegalliydi.
USTALARIN USTASI CARLOS KAISER
Futbolda küreselleşmenin başladığı, ama bilgi dağılımının henüz seyahat imkanlarının seviyesine yetişmediği dönemde, bilgi eksikliğinin boş bıraktığı alanlara girip haksız kazanç devşirmek, suça meyyal gençler için denemeye değer bir pratiğe dönüştü. Aralarından biri, sahanın gerçekleri ortaya çıkardığının bilincine kusursuz biçimde vardığı için kariyeri boyuna bir kez bile maça çıkmayacaktı. Hem adı hem de yaptıklarıyla sahtekârlar ülkesine layık olan kral, hakkında kitaplar yazılıp filmler çekilen Carlos “Kaiser” Henrique Raposo’ydu.
Brezilyalı Carlos’un hikayesi basit ama paradoksal bir denklem üzerine kuruluydu: Futbolcu olmak istiyor, ama futbol oynamak istemiyordu. Amerikalı yazar Herman Melville’in, “Yapmamayı tercih ederim” cümlesiyle meşhur Kâtip Bartleby karakterini hatırlatan Carlos, bu benzersiz hayalini gerçekleştirmek için ikna ve sahtekarlık yeteneklerini kullandı ve kendine bir persona yarattı. Adına “Kaiser” lakabını ekledi. (Kendisi Beckenbauer’e benzediği için böyle anıldığını iddia etse de, bir arkadaşı bu görkemli lakabı Carlos’un vücut yapısının Kaiser biralarına benzemesine bağlıyordu.) Neticede 1979’dan 1992’ye kadar, 13 yıl boyunca beş ülkede ve 10 kulüpte hiç sahaya çıkmadan kendine bir kariyer inşa etti.
Botafogo ve Flamengo altyapılarında kendini gösterdikten sonra daha fazlasını gerekli görmeyip, çoğu zaman aynı sakatlığı bahane ederek inanılmaz biçimde sahadan kaçmayı başardı. Futbol camiasından tanıdıkları, ikna yeteneği ve o günlerde yeni yeni görülmeyen başlayan cep telefonunun oyuncak bir taklidini kullanarak yaptığı sahte konuşmalarla kendini aranan, istenen, yurtdışı bağlantıları güçlü bir adam olarak göstermeyi başardı.
Bu tuhaf kariyerin en tatlı anekdotu ise Bangu günlerinde yaşandı. Takımdan kovulmaktan korktuğu için sakatlığının geçtiğini söyleyen ve neticede kendisini yedek kulübesinde bulan Carlos, maç içinde hocasının talimatıyla ısınmaya gönderildi. Ama sahaya girdiğinde foyasının ortaya çıkacağı korkusuyla, kenarda ısınırken tribündeki bir taraftarla atıştı, küfür etti ve kırmızı kart görüp bir kez daha “kurtuldu”. Bangu başkanı maçtan sonra küplere binmiş, Carlos’u takımdan kovacağını söylüyordu. Ama Kaiser’in bir hamlesi daha vardı: “Tribünde size küfrediyorlardı. Ben de sizi babam gibi gördüğüm için dayanamayıp karşılık verdim.” Bu harika uydurma sayesinde altı ay daha Bangu’da kalacaktı.
AKILDIŞI ANA AKIM OLUNCA
Artık lisans düzenlemeleri, oyuncu verileri çok daha sağlam ve global. Kayıt dışı futbolcu çok nadir görülebilecek bir vaka. Bu sene Akhisarspor’un bünyesine kattığı Martins Chisom Onyebueke gibi, futbolcu olmayan futbolcu transferlerine hâlâ rastlansa da benzer skandallar giderek azalıyor.
Cehalet eğer yokluklardan kaynaklanan bir durumsa ve henüz bir tutuma dönüşmemişse, içinde naiflik ve düzelme imkânı taşır. Ama bilinçli akıldışılığın dermanı bulunmuş değil. Geçmişin karambole transferleri bilgisizlikten ve bu cehaletin açtığı çatlaklardan içeri sızan bireysel kötü niyetten geliyordu. Bugün ise dünyada bilgisizlik kalmadı. Hepimiz her şeyi “biliyoruz”. Puslu kıtaların ve liglerin pusu dağıldı.
“Külliyen yalan” yöntemi geçerliliğini yitirdi. Şimdilerde iyi yönleri gösterip kötü yanları gizlemek revaçta. YouTube videolarına bakarsak dünyada yüzlerce yeni Messi, yeni Ronaldo, yeni Xavi, yeni Buffon var. Yine de iyi kötü bir küresel istatistik normunun oturtulması sayesinde en azından oyuncunun kaç maça çıktığı, kaç gol attığı, kaç asist yaptığı, kaç maçı gol yemeden bitirdiği, gördüğü kart sayısı gibi verilere ulaşmak mümkün. Grosskreutz, Caulker, Ghezzal gibi tesadüfen tamamlanan veya tamamlanamayan transferler idari plansızlık ve yöntem eksikliği gibi yetkinlik sorunlarına bağlanabilir. Scoutların sunduğu verilere bile bakmadan, başka ve kirli motivasyonlarla oyuncu almak ise hâlâ yürürlükte.
Ancak esas sorun biraz daha derin olabilir. Akıldışı utanılacak veya komik bir şey olmaktan çıkıp ana akım haline gelince, ne kadar saçma olduğu da gözden kaçabiliyor. Jack Grealish’in Aston Villa’dan Manchester City’ye gelişini düşünelim. Grealish’in iyi bir futbolcu olduğuna şüphe yok; ama şüphe götürmez başka gerçekler de var. Mesela Manchester City’nin mevki ve rol olarak kendisine pek ihtiyacı yoktu, Grealish hayatında Avrupa kupalarında bile oynamamış bir profildi ve 100 milyon poundluk bedeli, gerçek bonservis değerinin en az iki katıydı. Dahası, herkes –Grealish ve City de dâhil– bunu biliyordu. Ama oyuncunun imajı ve City’nin cebinin Körfez’deki petrol kuyuları kadar derin olduğu göz önüne alınınca, “100 milyon pound değerindeki ilk İngiliz oyuncu” titri çok alımlı görünüyordu.
Geçmişin hataları ve kötülükleri görece bireysel ve tesadüfi bir niteliğe sahipti. Bugünün kurumsal ve yakışıklı sözde hakikatleri ise daha yıkıcı olma tehdidini içinde taşıyor. Belki de Kaiser ve Dia’nın yalanları, Grealish gerçeğinden daha gerçekti…