Nurdan Gürbilek, belli bir yaş üstü okurda duygudaşlık yaratmış olan, “Memur Çocukları, Ev Ödevleri ve Pazar Öğledensonraları” (Ev Ödevi, Metis Yayınları, 1998) başlıklı yazısında, Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri romanını merkeze alarak, orta veya orta alt sınıftan, çoğunluğu şehirli ailelere mensup kız çocukların pazar günlerini nasıl bir cendere içinde geçirdiklerini anlatır. Pazar günü boğuntusu, tüm sembolizmi ve ritüelleriyle baba evinin, orta sınıf ahlakının, ailenin ve yaygın pedagojik tavrın çocuk, özellikle de kız çocuk üzerinde yarattığı olumsuz etkilere gönderme yapar. Bir yandan yeni haftanın ilk işbaşı ve okul gününe hazırlık yapılırken -ki buna merdaneli makinalarda yıkanan çamaşırdan yükselen deterjanlı buhar, iptidai bir demir ütüden ve banyo kazanından yayılan ısı dahildir- diğer yandan da tek kanallı devlet televizyonundan yayınlanan western film veya tezahürat, küfür ve teşvik sözlerinin havada uçuştuğu futbol müsabakasının sesi yankılanır evin içinde. Bekleneceği üzere ısı ve kokunun kaynağı anne, sesin kaynağı babadır. Çocukluk insanın taşrasıysa, o pazar öğle sonraları kız çocuklarının sürgün yeridir. Hele de “sizin iyiliğiniz için” olduğunu iddia ederek hayatınıza, geleceğinize, bedeninize ambargo koyan bir ebeveyne sahipseniz…
İşte futbolun bendeki karşılığı ergenlik çağıma kadar bu halet-i ruhiyenin, bu tecrübenin etkisiyle hep olumsuz oldu. Gürültücü ve kaba saba bir erkek kalabalığını oyalayan, sığ ve apolitik bir etkinlik. Üstelik zaten çok kısıtlı bir zaman diliminde yayın yapan televizyonu, radyoyu, gazeteleri/dergileri işgal eden, yoksulluğun/yoksunluğun diz boyu olduğu bir memlekette hesapsızca bir para akışının döndüğü spor dalı. Erkekler kulübüne has bir avuntu. O dönemde şehirli orta sınıfların çoğunluğunun amentüsü olan Kemalist paradigmanın manipüle edilebilir bulduğu, ilimden irfandan, sorumluluklardan uzak gördüğü için ideal vatandaş profiline layık bulmadığı bir güruh. (Finlandiya’nın modernleşme sürecini anlatan ve Erken Cumhuriyet döneminin en çok okunan, MEB tavsiyeli ve hâlâ da belli bir okur kitlesi bulan kitabı Grigori Petrov’un Ak Zambaklar Ülkesinde’de, futbolun kitleler için ne kadar zararlı olduğuna okuru ikna etmek için epey bir uğraş verilir.)
Ergenlik çağımdan itibaren, göz kamaştırıcı bir hayali cemaatin mensubu, yani bir takımın taraftarı olmanın büyüsüne, mahalledeki erkek arkadaşlarım sayesinde ben de kapıldım. Kurallarını ve tarihini, efsanelerini bildiğiniz bir oyunu izlemekten daha fazla keyif alındığını, rekabet hissinin verdiği enerjiyi, futbol magazininin keyifli yanlarını, futbol piyasasında dönen entrikaları ve ekonomiye yansımalarını, taraftarlığın bir kimlik olarak önemini tam kavrayamasam da, sezmeye başladım. Erkeklere ait o alemin içine omuz zoruyla da olsa girebildiğinizde, özellikle yerel bir takımın taraftarıysanız, transferleri takip etmenin, birlikte maç izlemenin, deplasmana gitmenin, maçlarda tezahürat, maç bitiminde kritik yapmanın, seyyar satıcıdan hijyen kurallarına uymayan abur cubur tıkıştırmanın, takımın formasını giymenin, atkı, şapka vb. aksesuarını satın almanın, amigoların, Meksika dalgasının, kupa maçlarında coşmanın cinsiyet aşırı bir haz olduğunu görüyordunuz. Tabii genç bir kız olarak tek başıma bu tür bir mobilitem yoktu. Yanıma akrabadan bir erkek katarlarsa maçlara, konserlere falan gidebiliyordum yine de. O bile yetiyordu. Futbol tutkusu öyle bir hal almıştı ki o yaşlarımda, tuttuğum takım iyi bir transfer yaptıysa o günüm güzel geçiyordu. Annemden gizli arka bahçede oğlanlarla maça başlamadan önce bu transferleri ve o sezon takımlarımızın durumunu konuşuyorduk. Buna rağmen tek kız olarak kaleye geçirilmeye çalışılmama bozuluyordum. Hem de onlar çakma formalarıyla tozlu arka bahçede arz-ı endam ederlerken, benim forma satın alma isteğim ciddiye bile alınmıyordu.
Kendi tecrübemden hareketle, futbolda taraftar olarak da, hakem olarak da, antrenör veya oyuncu olarak da kadınlara yer olmadığını büyüdükçe öğrendim. Oğlanlarla maç yapan, duvarına takımının posterini asan, heyecanla maçları takip eden ben erkek Fatma’ydım. Bir gençlik hevesi gibi görülen ama yaşım büyüdükçe ailem için tehdidi artan bu meraktan nasıl kurtulacağım tartışılıyordu odalarında fiskos eden anne-babam arasında. Eş zamanlı olarak hemcinslerim, fairplay adına ve renk katsınlar diye tribünlere yerleştirilmelerinin dışında yeşil sahalardan uzak tutulmaya çalışılıyorlardı.
Kadınların büyük mücadelelerle, azimle, inatla ve hatta kanlı kavgalarla futbolda amatör ve profesyonel olarak var olmalarının tarihi tüm dünyada, birçok spor branşında olduğu gibi çok eski değil ama bizde, kimi branşlarda kadınlar İmparatorluk döneminden beri var olsalar da, genel anlamda çok daha yeni sayılır. Erkek bedeni, gücü ve performansı üzerine kurulu futbol fiziksel ve kültürel bakımdan kadınlara hiç uygun bulunmuyor ve yakıştırılmıyor. Oyunun kuralları, altyapısı, kültürü erkeklere göre ve erkekler tarafından tasarlanmış. Hal böyle olunca kadınlar bu branşta birçok imkândan mahrum ediliyor, başarılı olsalar dahi eşitsiz muamele görüyorlar.
Futbol, özellikle de kadın futbolu hakkında akademik çalışmalar yapan genç bir akademisyen, Pınar Öztürk, bu ilgisini Aslı Tanrıkulu’nun sanatsal yeteneğiyle birleştirmiş ve ortaya dikkate değer bir sergi çıkmış: “Futbolun Nesi Güzel?”. Serginin başlığı, Pınar’ın Almanya’da, çoğunluğu Türkiye’den yıllar önce göç etmiş ailelerin profesyonel futbolcu kızlarıyla yaptığı görüşmelerin de temel sorusu. Aslı Tanrıkulu, bu ajitatif, hatta başlangıçta olumsuz çağrışımları olan soruya verilen yanıtlardan ilhamla farklı teknikler kullanarak eserler üretmiş. Pınar’ın sorduğu soruya verilen yanıtlar, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli genç kadınların futbola ilgilerinin hayatlarını kazanma kaygısından ziyade, bir gruba ait hissetmenin, kendi bedenleri üzerindeki tasarruflarında özgür olabilmenin, kamusal alanda kendilerini var edebilmenin, yalnızca erkeklere aitmiş gibi algılanan, hatta erkeklik performansının olmazsa olmaz bir uğrağı olarak görünür/görünmez sınırlarla tahkim edilen bir alana girebilmenin, hasılı özgürleşebilmenin bir yolu olduğunu söylüyor.
Fakat Almanya’da doğup büyümüş olmak, köken ülkedeki kadınlara kıyasla, tüm yaşam çizgisini belirleyen bir durum. Almanya’da yaşamak, futbol branşı söz konusu olduğunda da göçmen kadınların elini bir ölçüde güçlendiriyor. Pınar’ın görüştüğü genç kadınlardan birinin sözleri bunun kanıtı: “Annemler göç edip Almanya’ya gelmeselerdi, köyde kalsalardı ben de oradaki kızlar gibi 14 yaşında evlenip 6 çocuklu bir kadın olabilirdim. Şimdi burada okudum, meslek sahibiyim. 40 yaşında hâlâ futbol oynuyorum.” Kadınlar bu oyunu seviyor ve onunla ilgili hayaller kuruyorlar. Ancak bu sporun Türkiye’deki kadar sevildiği, üstüne üstlük cinsiyet ilişkilerinin buradakinden daha özgürlükçü olduğuna inanılan bir ülkede bile futboldan hayatını kazanabilmek, tatmin edici bir kurumsal destek görmek çok zor. Aslı, Pınar’ın bulup çıkarttığı bu inatçı, cesur ve yetenekli genç kadınların hikayelerini kendi dili ve ilhamıyla anlatıyor sergide. Bir erkek sporu gibi algılanagelen futbola ilişkin önyargıları da yıkan bir çalışma bu. “Aşkla oynanan bu oyunu” başka araçlarla anlatıyor Aslı. Kâğıdı, çamuru, ahşabı ve atık malzemeleri kullanarak canlandırıyor bu genç kadınların tutkularını. Formalarını, çoraplarını kendileri yıkamaları, yiyeceklerini evden götürmeleri, kiralarını ödeyebilmek için ek işler yapmak zorunda kalmalarına rağmen inatla oynamayı sürdürdüklerini gösteriyor bize. Göçmen erkeklerin daha kolay kabullenildikleri kulüp takımları ve milli takımlara, göçmen kadın futbolcular o kadar kolay giremiyorlar. Öte yandan, ideal bir entegrasyon örneği olarak göçmen kadın futbolcu hikayelerine sık rastlanıyor. Türkiye kökenli göçmen kadınların kurdukları Türkiyemspor’un oyuncuları, Alman Hükümeti tarafından “entegrasyonun yüzü” olarak lanse edilebiliyorlar mesela. Böyle olunca aileler de yumuşuyor ve beklenmedik biçimde genç kadınların futbol kariyerleri ailelerinin de gurur kaynağı haline geliyor.
Sergiyi gezdikten, pazar günleri beni ailenin ve orta sınıf muhafazakarlığının içine gömen, çocukluğumu taşralaştıran bir yaşantıyı temsil eden futbolun inceliklerini, keyifli yanlarını yeniden hatırladıktan sonra ve aileden bir ölçüde özgürleşebildiğim, farklı bir bilinç geliştirebildiğim, dışarıyla, başka insanlarla tanıştığım yaşlarda futbolun bana nasıl bir aidiyet, bir kimlik kazandırdığını düşündüm. Ve bunun kişiliğimin oluşmasına nasıl katkıda bulunduğunu… İki cami arasında binamaz kalan göçmen işçi ailelerine mensup bu genç kadınların, futbolun baştan çıkarıcılığına kapılıp kendilerine bir yaşam biçimi, bir kimlik inşa etmelerini, özgürlük talep etmelerini, güçlenmelerini de mutlulukla gördüm. Aslı ve Pınar’ın “kadın futbol tarihini mücadeleleriyle yazan kadınları selamlayan” sergilerini, 25 Mayıs’a kadar Ankara’da, Goethe Enstitüsü’nde sizin de görme şansınız var.