Ahmedinecad kürsüde. Farsçanın şiirsel ahengi dolduruyor salonu. Tercümeyi filan umursamadan kulaklığı çıkarıp, etkili hitabetle bir kat daha güzelleşen lisanın ritmine bırakasım geliyor kendimi. Ama ne mümkün…
Konu Arap Baharı… Konu Suriye iç savaşı ve Türkiye’nin Suriye politikası. Konu Türkiye’nin Kürt politikası ve o zaman sonlanmış olan açılım. O, gülümseyen yüz, o mütevazı çehre, o sakin duruş, o müzik gibi konuşmayla üzerimize boca edilen İran dış politikası. Keskin Batı ve Türkiye karşıtlığı…
Yıl 2012, Haziran sonu. Tahran. Salon hınca hınç kadın dolu her renkten, her dilden kadın…
Kamu diplomasisi alanında en başarılı ülkelerden biri olan İran yönetimi “uyanış konferansları” düzenliyor. İslamî Uyanış. Dünyanın her yerinden ve her mezhepten kalabalık gruplar, günlerce ağırlanıp dizi dizi konferanslar, görüşmelerle halklar nezdinde İslam dünyasının liderliğine soyunuyor, İran. Tabii ki sonuncu grup olarak da biz kadınlar davetliyiz.
Saatler süren hitabetlerin çok geniş bir bölümü Türkiye’ye ayrılmaktaydı. Sadece Suriye değil en az onun kadar geniş yer tutan Kürt meselesiydi. İran diplomasisinin Türkiye’ye Kürtler üzerinden saldırılarını dinlerken daha çözüm süreci başlamamıştı.
“Habur” kriziyle kardeşlik süreci akamete uğramış. “Balıkçı” muhabbetiyle Oslo görüşmelerinden haberdar olmuştuk. Bizi haberdar eden o “tampon bölge” manşetli haber nedeniyle o sürecin de bittiğini bildiğimiz günlerdeyiz. İmralı’da Öcalan ile görüşmeler yapıldığını öğrenmemize daha altı ay var.
Oslo görüşmelerinin bitiş sebebi olarak Kürtler arasındaki “Türkiye, İran, Suriye bize karşı ittifak ettiler” inancı dillendirilirdi, o günlerde. Uyanış konferansında İran tarafından Türkiye’nin Kürt politikalarına sert eleştiriler duymakla, iddia edilen ittifakın olmadığına ya da bittiğine uyanmıştık.
Suriye’de ise Esad aleyhine gösteriler başlamış ve göstericilere karşı orduya ateş emri verileli bir yıl olmuştu, Ahmedinecad’ı dinlerken. Ancak Esad, henüz Eset olmamıştı. Hatta o toplantıya birlikte gittiğimiz pek çok arkadaşla sık sık Suriye Büyükelçiliği önünde protestolar yaparak sloganlar attığımız günlerdi.
Bu eylemlere katılan Suriyeli muhaliflerin Arapça sloganlarda Eset demesi ise iyice hoşumuza gider olmuştu. Hatta yolculuktan bir gün önce bile bu minvalde bir STK standındaydık. Esad’ın muhaliflere hayat hakkı tanımayışının iç savaşa dönüşmesi ihtimali üzerinde durmuştuk, konuşmalarda.
İçinde bulunduğumuz ahval ve manzara-i umumiye böyleyken İran’ın en yetkili ağızları, şiirsel söylevleriyle “Kürt Baharı”nı kışkırtıyor, Türkiye’nin güney doğusunda Kürtleri “uyanışa” çağırıyorlardı. Laik, ateist başbakanımıza (!) karşı Türk Baharı’nın da uyanmakta olduğunu haber veriyorlardı bize. Duyunca kulaklarına inanamıyor insan ama Recep Tayyip Erdoğan orda laik, ateist olarak sunulmuştu bize. Beklenen Türk Baharı da Kürt
Baharı da İslamî ama kesinlikle sünnî olmayan İslamî ayaklanmaydı.
Arap Baharı’nı, yoksulluk, yoksunluk ve yasaklara başkaldırıyı bastıran Batı, bedelini göçmenlerle yüzleşerek öderken Ortadoğu ateş altında. Öyle sarmal bir ateş ki bu, hiçbir ülke azade olmadığı gibi hiçbir iç mesele dış gelişmelerden bağımsız kalamıyor. Hiçbir uluslararası meselenin yankıları da dışişleri koridorlarıyla sınırlı değil. Arap Baharı’nın bastırılmasıyla bölgemizde iyice açığa çıkan bu çapraz etkileşim çağın femomeni. Küreselleşme biraz da hariciyenin sokağa inmesi hatta bazen sokakta belirlenmesi olsa gerek.
İran’ın umduğu gibi Arap Baharı’nın bize yansıyan yüzü değildi belki “gezi”. Ancak iktidarın korkulu rüyası olduğu kesin. AK Parti iktidarının otoriter eğilimlere yönelmesi muhtemelen bu korkudandı. Özgürlükleri kısıp güvenlik politikalarını öncelemesi sorunları arttırdı. 15 Temmuz’u yapacak denli güçlenmesi ordu içinde bir cuntanın, ancak baskıcı yönetimin kapalı kapılar ardında yürütülen politikalarıyla mümkündü ve oldu.
Akabinde çok daha fazla uzaklaştık demokrasiden. Hızla içine çekildiğimiz girdap gibi tehlike güvenlik önlemlerini, güvenlik önlemleri tehlikeyi büyütmede.
Şimdi bir hafta sonra referanduma gitmeye hazırlandığımız paket otoriterleşmeyi kurumsallaştıracak nitelikte. Ortadoğu’dan, bastırılan Arap Baharı gibi güvenlik önlemlerini arttırarak değil demokratikleşerek salimen çıkabileceğimiz bu süreçte hep tersini yapıyoruz.
Saçma sapan bir yer haline gelmekte olan dünyada, bu sabah füze haberiyle uyandık. Suriye’de Amerikan füzeleriyle vurulan askeri hava üssü en önemlilerinden biri olmasa ve Esat yönetimi önceden boşalttıklarını söylese de çatışmalı ortamın yeni bir dönemece girdiğini gösteriyor. Özellikle Kremlin’den Esat’ın vazgeçilmez olmadığı yolundaki açıklamalar önemli.
İran, Lübnan gibi, Suriye’yi de ileri karakol olarak kullandı yıllardır. Kendisinden ateşi uzak tutmayı başardı. 7 yıldır süren ve geçen hafta bir kere daha ve bu defa İdlib’e yapılan kimyasal saldırıyla bir kere daha yürekleri ağıza getiren Suriye iç savaşanın sorumluluğu pek çok ülkeye ait. Türkiye de çok hata yaptı bu süreçte. Ancak aslan payının İran’a ait olduğu çok açık. Esad’a verdiği destekle, yüz binlerin ölümü, milyonların göçü, yersiz yurtsuz kalışıyla İran-Batı gerilimini öteleme arsındaki ilişkiyi kimse görmezden gelemez. Obama ve Batı ile ilişkilerini de düzeltme yoluna girdi, ambargo kısmen hafifledi ama öyle anlaşılıyor ki İran Suriye'de yolun sonuna geldi. Ancak hâlâ ileri karakola ihtiyacı var.
Bağdat yönetimi üzerindeki etkisi ve Şiî Türkmenlerin desteğiyle yeni bir çatışma hattını Kerkük’te kurabilir. KYB’nin referandum baskısını kendisi için elverişli bir fırsat olarak görebilir. Suriye iç savaşının başından beri gerilimli ama özenli diplomasi yürüten Ankara-Tahran hattına Kerkük eklenerek, yeni bir kriz üçgeni oluşabilir.
İşte böyle tehlikeli aşamaya geçildiği takdirde demokratik laik ülke niteliği, Türkiye’nin en büyük gücü olur. İran ile Batı arasında da İran ile Türkiye arasında da sıcak çatışma ihtimalinden söz etmiyorum. Bana göre bu sıfıra yakın bir ihtimal. Ancak Irak toprakları üzerinde Kerkük odaklı soğuk ya da sıcak çatışmadan kaçınabilmenin yolu iç barışımızı sağlamaktan geçer. Barzani ile olduğu gibi Suriye Kürt yönetimiyle de ilişkileri düzenleyerek buna ulaşabiliriz.
O takdirde Kerkük Türkmenlerinin de özel statüye sahip olmasını sağlayarak, enerji, petrol bağlamı bir yana en azından insani düzlemde Kerkük bir çatışma alanı, bir koz olmaktan çıkarılabilir.
Yapılacak iş anayasa değişiklik paketine 16 Nisan’da hayır demek. Hayırdan sonra hızla demokrasimizi güçlendirecek ve Kürt meselesini onurlu barışla ve yerinden yönetim ilkesiyle çözmek olmalı. Aksi takdirde ateş hattında yaşayan bu ülkede ilk darbeyi, her darbeyi alacağımız yer malum. Yumuşak karnımız herkesin malumu. İnsani, vicdani, hakkaniyete dayalı demokratik bir sistemle güçlenmek mümkün ama paketin vaat ettiği baskıcı, ceberrut yönetim sistemiyle her açıdan güç kaybederiz.