Manchester United’ın güncel durumundan bağımsız olarak, Old Trafford’da iki kez geriye düşüp geri dönerek kazanmak, muhteşem bir şey. Otuz yıl önce, Şampiyonlar Ligi’nin ilk sezonunda ve yine ekim ayındaki bir maçta üç gol atmıştı burada yine Galatasaray. Otuz yıl sonra Düşler Tiyatrosu’nda bir üç gol daha atmak, sarı-kırmızılıların son yıllarda hayli zarar gören Avrupa’daki itibarının yeniden tesisi için de kuşkusuz önemliydi.
Ancak United’ı sezon başından beri seyredenler için şaşıracak hiçbir şey yoktu dün gecede. Bilindik sorunlarını gizleyememeleri, onlara Galatasaray karşısında acı verici bir yenilgi daha aldırdı.
Sezon başından beri attıkları hemen her golden kısa süre sonra kalelerinde gol görüyorlardı, dün gece de aynısı oldu. Ya da United serüvenine berbat bir başlangıç yapan kaleci Andre Onana, dün gece de bunu pekiştiren bir performansa imza attı ve normalde en güvenilmesi gereken özelliği ayak kalitesi olmasına rağmen çok kötü bir pas neticesinde Casemiro’nun penaltı yapmasına ve kırmızı kart görmesine neden oldu.
UNİTED’IN SAVUNMA HATALARI
Aslında maçın ilk yarısında en azından savunma anlamında güvenilir bir United performansı vardı. Galatasaray’ın ilk iki golünden önceki bölümde United’ın daha üstün olduğu da net olarak söylenebilirdi. Bilhassa Angelino’nun koruduğu, daha doğrusu koruyamadığı kanattan tehlikeler ürettiler. Ama hem bu pozisyonlarda başta Marcus Rashford olmak üzere tercih hatalarında bulunmaları skoru artırmalarını engelledi hem de Rasmus Hojlund’un iki golünden sonra da ciddi savunma hataları yapmaları Galatasaray’ın karşılık vermesine ve oyuna tutunmalarına olanak sağladı.
Elbette Galatasaray’ın da hakkını vermek gerekir. İlk golün kahramanı Wilfried Zaha’nın Old Trafford’a dönüşünde eşleştiği Diego Dalot’ya maç boyunca ezici bir üstünlük kurması, Davinson Sanchez’in iki golde de uzun paslarıyla United savunmasının korkunç pozisyon hatalarından faydalanması, Sacha Boey ve Abdülkerim Bardakcı’nın birçok pozisyondaki başarılı müdahaleleriyle United’ın tehlikelerini ya başlamadan bitirmesi ya da son anda önlemesi, oyuna sonradan giren Barış Alper Yılmaz’ın önce harika bir vücut çalımıyla Sofyan Amrabat’tan sıyrılması, ardından topsuz koşusunu kesmeyip Mauro Icardi’den aldığı pasla Kerem Aktürkoğlu’na harika bir asist yapması, yine oyuna sonradan dâhil olan Dries Mertens’in çok zeki bir şekilde pozisyon alıp hem takımına penaltı kazandırması hem de Casemiro’yu oyun dışı bırakması ve elbette Icardi’nin tıpkı İstanbulspor maçında olduğu gibi, bir kez daha kaçırdığı penaltı vuruşundan sonra zihinsel olarak hiç düşmeyip, iki dakika sonra birinci sınıf bir bitirişle zaferi getiren son vuruşu yapması… Hepsi ayrı ayrı övgüyü hak ediyordu.
KEREM, BARIŞ ALPER VE ABDÜLKERİM…
En çok övgüyü hak edenler ise ikinci golün kahramanları Barış Alper Yılmaz ve Kerem Aktürkoğlu’ydu. İkisi de alt liglerden Galatasaray’a transfer olan ve tam anlamıyla tırnaklarıyla kazıya kazıya buralara gelen bu iki oyuncu, tıpkı Türkiye’deki bütün yerli futbolcular gibi övgüleri kaşıkla, yergileriyse kepçeyle alıyor. Ama bu satırlarda öyle olmayacak.
Dün gece de maç boyunca sosyal medyada en çok eleştirilen Galatasaray oyuncusu açık ara Kerem’di. Bu eleştirilerin bir kısmının haklılık payı da olabilirdi, zira dün Kerem’in en iyi maçlarından biri değildi. Özellikle hücum aksiyonlarındaki karar alışları çoğunlukla sorunluydu. Onun forvet arkasındaki varlığının Galatasaray’ın merkezini savunma geçişlerinde eksik bıraktığı da söylenebilirdi. Ama bu da gayet doğaldı. Çünkü Kerem iki maçtır alışık olmadığı bir pozisyonda ve rolde oynatılıyor. Old Trafford’daki bir Şampiyonlar Ligi maçında bu yeni rolünü yadırgaması son derece doğaldı.
Buna rağmen odağını dağıtmaması ve Galatasaray’ın ikinci kez geriye düşmesine rağmen oyuna tutunmasını sağlayan golün onun ayağından gelmesi çok değerliydi.
Kerem, Barış Alper ve Abdülkerim, övülmeyi herkesten daha çok hak ediyor, çünkü başardıkları her şeyi, futbol oynayamamaları için hemen her şeyin yapıldığı bir ülkede başarıyorlar. Herkesin çuvalla para ödenen yabancı yıldızlardan beklediklerini onlar başarıyorlar. Bu çok takdire şayan, çünkü onların başarması demek, Türkiye’de herkese ve her şeye rağmen futbolcu olabilmek için çabalayan tüm genç futbolcuların bir umudunun olması anlamını taşıyor.
REAKSİYON
Tekrar maça dönersek, dün gece kazananı belirleyen temel şeyin iki takım arasındaki reaksiyon farkı olduğu söylenebilir. Öyle ki, United daha üstün oynadığı dakikalarda bile bu maçı kazanacağını hissettiremedi. Galatasaray ise maç içinde en çok sallandığı anlarda dahi, örneğin Lucas Torreira’nın sakatlanarak oyundan çıktığı ve orta saha üstünlüğünün iyiden iyiye kaybedildiği bölümde, hâlâ United’a zarar verebilecek gibiydi. Nitekim sarı-kırmızılılar, yenilen iki golden sonra da hemen tepki vererek önce maça tutundu, ardından dağılan rakibi karşısında sert bir kararlılıkla maçı kazanmayı başardı.
Neticede bu yenilgi, United’ın bu sezon şu ana kadar oynadığı 10 resmî maçta aldığı altıncı mağlubiyetleri oldu. Bu yenilginin ardından United’daki krizin derinleşmesi ve İstanbul’daki rövanş maçında takımın başında Erik ten Hag’ın olmaması hayli olası görünüyor.
10 yıl sonra Şampiyonlar Ligi’ndeki ilk deplasman galibiyetini alan Galatasaray ise grubun ilk maçında Kopenhag karşısında iç sahada yaşadığı umulmadık puan kaybını bu şekilde telafi etti. İkinci maçlar sonunda puansız United ile aralarında oluşan dört puanlık fark, kuralar çekildiğinde durumu çok daha umutsuz görünen sarı-kırmızılıların şu an daha ümitli olmasını sağlayabilir. Ama ne olursa olsun, hâlâ Kopenhag deplasmanından kazanarak dönmek ve iç sahadaki Bayern ve United maçlarının birinden üç puan çıkarmak, Galatasaray’ın bir üst tura yükselmesi için şart.
Hâlâ başlarında sayılabileceği teknik direktörlük kariyerine daha şimdiden birçok yerel başarı sığdıran Okan Buruk’un, bununla birlikte Başakşehir’deki başarılı Avrupa performansını Galatasaray’da da sürdürmesi ise çok değerli. Dün gece Şampiyonlar Ligi tarihinde, Manchester United’ı Ottmar Hitzfeld, Pep Guardiola, Jose Mourinho ve Thomas Tuchel ile birlikte iki farklı takımın başında mağlup eden beşinci teknik direktör olan 49 yaşındaki teknik direktör, kamuoyunda gördüğünden daha fazla saygıyı hak ediyor olabilir.