İstanbul'un pek çok noktasında izlenen kültür projeleri, hiç de öyle kapıdan bakılıp sadece not alınıp geçilmeyecek özgünlük, derinlik ve içerikleriyle göz dolduruyor. Boğaz'daki balık sezonu bereketiyle rekabet edercesine, galerilerde bariz bir kalabalık artışına vesile olan bu şaşırtıcı, derin sergilerden uğranılası bir kısmını sizler için derlemek istedik.
Sanatçılar Aslı Kutluay, Ahmet Güven ve Aslı Gibidir tarafından Ankara’da iki sene evvel kurulan ‘Artin 90’ Bağımsız Çağdaş Sanat İnisiyatifi, ay sonuna değin, pazar ve pazartesi hariç 11.00 ve 19.00 saatleri arasında 'Güvertede' buluşarak, İstanbul Galata'daki Galeri Bu'da çalışmalarını İstanbul sanat ortamına dahil ediyor.
İnisiyatif, kendi tabiriyle güncel sanat kavramının 'sanat piyasası' özelinde şekillenmesinin bir sonucu olarak sanatın, rekabet, gösteri ve prestij tutkunlarının ‘seçkin’ etkinliklerinin malzemesi haline geldiği ve toplumsal işlevlerini yitirdiğini düşünüyor. Üçlüye göre kâr kaygısı, beğenilme arzusunun yarattığı kaygı, toplumun bütün kesimlerine ulaşma çabası ve kendine sanat piyasası içerisinde bir yer edinebilme zorunluluğunun yarattığı mecburi değişimin endişesi, bu manzarada öne çıkan sıkıntılar arasında geliyor.
Üçlü (ve Gencer Uçar direktörlüğündeki galeri) tartışıyor: "Yaratı sürecinin ilk aşamasında, o üretimin sebebini kime ve neye hizmet ettiğini tanımlayabiliyorsanız o gerçek bir sanat eseri olabilir mi? Gerçek ve yücenin arasına bu kadar gündelik kaygı girdiği an, gerçek hisler yerini samimiyetsiz bir piyasa havuzuna bırakır. Sanat böyle bir ortamda ancak öznesini kaybetmiş olarak varlığını sürdürebilir. Günümüz şartlarında gelişmek güçlenmek, ayrıştırmamak ve bir araya getirerek çoğaltmak gibi sanatın kolektif bilinç modelleri ortadan kalkmış durumdadır. Sanatçının değeri, yalnızca eserlerinin nerede ne kadara satıldığı ve ne kadar göründüğü üzerinden anlam kazanır hale gelmiştir. Sanatçı inisiyatif ve gruplarının, bu sebeplerden dolayı çoğalmaya başladığı bu günlerde, bu tarz oluşumların desteklenip görünürlük sağlaması adına işbirlikleriyle dinamizmi artırmanın önemi büyük."
Sergiye gelince: Kutluay, çocukluğunun çoğunun geçtiği, bilim insanları olan ve tüm hayatlarını sürdürülebilir, temiz enerji kaynağı olan nükleer füzyon konusuna adamış anne ve babasının Ankara’da bulunan laboratuvarını, kendi hafızasıyla galeri mekânında yeniden kurguluyor.
Ahmet Güven’in 'Solmaz' isimli yerleştirmesi ise, ismini sanatçının annesinden alıyor. "Yaratıcılık dönüşebilir mi?" Sorusunu sorarken 'Solmaz'ın yaratılarını, deneysel bir anlatımla kurguluyor.
Aslı Gibidir de, Ankara’nın hafızasından yola çıkarak doğada ve gerçekte olmayan sınırların, haritalarda mutlaklaştırılmasıyla ilgili Ankara’yı referans alarak resmettiği psiko-coğrafik haritalarla yer alıyor. Sergide bu yerleştirmelerin yanı sıra, üç sanatçının kesiştiği noktalarda ortak çalışmalar da izleyiciye sunuluyor.
Sergi, izleyicinin Ankara bilgisi, algısı ve hatta önyargısı üzerine alternatif yorum, sunum ve paylaşımlarıyla, Galata'da Ankara havası estirmeyi biliyor. Bu arada galeriye girişte yer alan mekânın da her türlü kültür ve sanat etkinliği için hazırlanmaya başladığını öğreniyoruz. Ayrıca galeri yapısının girişinde de, çizgi roman, sinema ve bilimkurgu kültürü adına adeta müze kalitesi ve yoğunluğunda bir yerin açıldığını keşfediyor ve seviniyoruz.
Galata'dan Karaköy'e vardığımızda ise, İstanbul Karaköy'deki Galata Rum Okulu, 'Büyükada Rum Yetimhanesi' üzerine etüdler sergisini Fener Rum Patriği'nin de katılımıyla geçen hafta içinde ziyarete açmış bulunuyor. Sivil toplum kuruluşu Europa Nostra'nın 2018 Kültürel Miras Yılı ekseninde 'Tehlike Altındaki Yedi Dünya Mirası' arasında gösterdiği 206 Odalı Sessizlik başlıklı sergi, Ali Kazma, Dilek Winchester, Murat Germen ve Hera Büyüktaşçıyan'ın yetimhanenin nesne ve öznelerdeki 'demini' dramatik bir yaklaşımla buluşturduğu, yarı belgesel bir karakter taşıyor.
Arter, Salt gibi kurumların da desteklediği bu sergi, karanlık, insanın boynunu büken ruhanî atmosferi, devasa fotoğraf-perspektif yerleştirmeleri ve yapının ıssızlığını insanın yüreğine çarpan metinleri, eski kayıt defterleri, kostüm ve eski ajanda, takvim sayfalarıyla dikkat çekiyor. Salı ve cumartesi günleri 11.00 ve 18.00 arasında ücretsiz gezilebilen, tarih boyunca yetimhanenin mülkiyet bağlamında da trajik 'yetim'liğinin altını çizen çalışmada özellikle, tarihin elinde oyuncak edilen yapı ve ziyaretçilerinin akîbeti, envanteri karşısında boynunuz, gönlünüz, vicdanınız eğri büğrü oluyor. Alexandre Vallaury imzalı devasa ahşap yapı, halen Avrupa'nın ayakta kalabilmiş en büyük ahşap binası olma özelliğini de koruyor.
Sergideki ortalama beş dakikalık Ali Kazma video yerleştirmesi, yazar, şair ve editör Enis Batur'un Norgunk Yayıncılık etiketiyle 2011'de yayımladığı ve İstanbul Fransız Kültür Merkezi'nde de bir sergiye dönüştürülmüş, artık piyasada bulunamayan 'efemeral' yapı dokümanteri 'Hayalet'i çağrıştırır bir ürkütücü çekim gücü ihtiva ediyor. Kazma'ya göre bu yapı, "Türkiye Cumhuriyeti'nin sorunlu ve sancılı inşa sürecinin neredeyse tüm izlerini bedeninde inatla ve ısrarla taşımaya devam eden bir yapı."
Sismanoglio Megaro, Schwarz Foundation, Sivil Toplum İçin Destek Vakfı, Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu gibi imzaların buluştuğu projenin bir yönünü de, kültürel miras, hafıza ve yetimlik ekseninde yapılacak tartışmalar, okuma ve atölyelerin oluşturması düşünülüyor.
Yetimhanenin 1964'te boşaltılması ve çocukların başka bir merkeze nakliyle beraber, Rum cemaatinin maruz kaldığı uygulamalar da, serginin bünyesinde yer alan başlıklardan bazıları olarak öne çıkarılıyor. Etkinlik, İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın Jan Boelen küratörlüğünde İstanbul'da pek çok mekânda 'Okullar Okulu' başlığı ile düzenlemekte olduğu 4'ncü İstanbul Tasarım Bienali'ne paralel olarak düzenlenirken, Hera Büyüktaşçıyan'ın binanın dördüncü katındaki 'Dalgaların Dalgası' isimli ahşap mekân yerleştirmesinde Yorgos Seferis'in 1966 tarihli şu dizeleri cımbızlanıyor: "Hangi bulanık ırmak sürükleyip götürdü bizi ? / Biz derinlerde kaldık / Sular akıp gidiyor başlarımızın üzerinden / Dilsiz kamışları eğerek (...) Çocuklara fırlatıp attıkları /çakıllara dönüştü / Kestane ağacının altındaki sesler ".
Sergideki Murat Germen imzalı 'Palas Pandıras' adlı sunum, Galata Rum Okulu ikinci katında bulunuyor. Germen sergide, yetimhaneye ilişkin 1853-2018 aralıklı zaman dizininin yanı sıra, kurum yemekhanesinden özgün belge ve nesneleri ve yapının sıra dışı bir perspektiften çekilmiş halini bizimle paylaşıyor. Germen, tespitlerini şöyle kayda geçirmiş: "...Binanın son sakinlerinin, hiç de sakin olmayan bir şekilde kapı dışarı edildiğini okuyoruz çeşitli kaynaklarda. Apar topar, ya da diğer deyişle palas pandıras gitmek zorunda kalmışlar. Binanın iç mekânında sıklıkla rastlanılan çeşitli kalıntılar ve izler de, bu ani terk edişe işaret ediyor. Bu zorunlu tahliyenin, insanlarda ne gibi derin yaralar açtığını ise ancak bunu yaşamış olanlar bilebilir; biz ise üzülür ama kısa sürede unuturuz, binayı da unuttuğumuz gibi..."
Küratörlüğünü Hera Büyüktaşçıyan'ın yaptığı, kendisinin Liza Büyüktaşçıyan ve Salih Erturan koordinasyonunda ürettiği '206 Odalı Sessizlik' sergisi özellikle 'Karşılaşmalar' isimli girişim ve Studio Pul'un nazik, sergi ve grafik tasarımıyla bir psikolojik mizansen üretmeyi başarıyor. Melih Fereli'den Füsun Eczacıbaşı'na, Görgün Taner'den Fulya Erdemci'ye, Başak Doğa Temür'den Korhan Gümüş ve Merve Çağlar'a bir çok kişinin katkısıyla hayata geçiriliyor.
Serginin ilginç projelerinden birine de, Dilek Winchester imzasını bırakıyor. Sanatçının 'Yukarıdaki vahşilerin anısına' hazırladığı 'Ihlamur Ağacı' isimli çalışma, yetimhanede uzun süre eğitmenlik yapmış olan Marika Haçu'nun anılarında çocukların bahçedeki ıhlamur ağacı altında söylediği şarkılardan bahsediyor. Winchester'ın hem akustik, hem de görsel yorumu, bu şarkılar arasında rastladığı bir Schubert bestesi ile, bunun ihtiva ettiği nostalji duygusuna odaklanıyor. Sanatçının atıfta bulunduğu 'Yukarıdaki vahşiler,' ise, sergi için itina ile hazırlanan rehber-broşürde bize şöyle aktarılıyor: "Akillas Millas, Prinkipo Ada-i Kebir adlı kitabında Yetimhane'deki çocukların sıhhi bakımını yapmış olan Heybeliadalı doktor Kriton Dinçmen'in anılarına yer verir. Okuldaki çocukların sayısını sorduğunda, Dinçmen'e 'diğerleri hariç' diyerek bir sayı söylenir. 'Diğerleri'nin kim olduğunu sorması üzerine de, 'Vahşiler' olarak adlandırdıkları dört çocuğun, kullanılmayan üst katlara kaçtıklarını ve izini kaybettirdiklerini öğrenir."
Karaköy'den Kadıköy'e adım attığımız vakit ise, küratörler Özlem Ekin Teker ve Mahmut Wenda Koyuncu'nun 'Yeldeğirmeni' olarak da anılan muhitte, Rasimpaşa Mahallesi Duatepe Sokak üzerinde yer alan Ramize Erer imzalı kültür ve sanat projesi 'Bayan Yanı'nda açtıkları 'Bana Hikâye Anlatma' isimli sergiye rastlıyoruz. 1 Kasım'a değin sürecek sergide bizi, yakın zamanda hayatını yitiren Fransız filozof Paul Virilio'nun Metis Kitap etiketiyle okuduğumuz 'Enformasyon Bombası' kitabındaki "İnsanlık, insanın elinden dokunulabilen ve görülebilen her şey alındıktan sonra geriye kalan şeydir," sözü ile yakışıklı sureti karşılıyor. Sergiye farklı ebat ve teknikteki yapıtlarıyla, Emre Aksu, Zafer Aracagök, Erkan Çelebi, Ayhan Çelik, Hatice Çiçek, Taylan Deprem, Ahmet Kolburan, Nida Karaytuğ Mert, Ece Nada, Esma Taşdemir, Özlem Ekin Teker, Merve Turan, Deniz Yılmazlar, 'Karbon', Damla Yücebaş ve Ezgi Yüksel katılmışlar.
Küratör ikili (ve sanatçılar,) yapıtlarının refakatinde kamuoyuna şunu soruyor:
"Bugün sanatçıya dayatılan, sadece duyguların nasıl yön bulduğu, toplumsal cinsiyetin yaşamımızda yarattığı zorluğu, bedenin şekil bulma zorunluluğu, ya da gözün her zaman iktidar olarak okunma zorunluluğu mudur ? (...) Belki, soruların sonunda düşünülmesi gereken sanat üretiminin meta olarak nasıl kullanıldığıdır. Medya üzerinden, izlediğimiz haberlerin gerçekliğinin sorgulanması gibi, sanat ürününün de yaşadığı dönemin bir parçası olarak gerçekliği sorgulanmalıdır. Şu halde, sanatçıların üretiminde işaret ettiği bedenlerin, cinsiyetlerin bizim için bir anlamı var mı? Varsa, ifadesini hayat içinde nasıl buluyor ? Görünen nedir ? Saklanan nedir?"
Bayan Yanı'ndaki sergi, ifade, imza ve malzeme çeşitliliğiyle, tazeliğini korumayı başarıyor. Argümanıyla Galata'daki eleştirel ve yaratıcı 'karın ağrısı'nı haklı bir eş zamanlılıkla ve ne iyi ki duyumsadığını düşünebileceğimiz bu sergide bilhassa, Yılmazlar ve Karbon'un 'Son Bakışta Aşk', Ahmet Kolburan'ın 'Çatlak' ve Erkan Çelebi ile Emre Aksu'nun iki ayrı 'İsimsiz' soyut yapıtına dikkat etmenizi önerebilirim.
Yine Avrupa yakasına, Tophane'ye dönecek olursak ise, Depo'da devam eden Sefer Memişoğlu imzalı 'The Eye's Ray' sergisinin kapısını 28 Ekim'e dek açık tuttuğunu hatırlatalım. Memişoğlu'nun sergisi, hemen tüm önceki sergiler gibi, izleyiciden yine yoğun bir konsantrasyon ve ajandasında hatırı sayılır bir süre talep ediyor. Etkinlikte sanatçının 2014 tarihli tek kanallı video yerleştirmesi 'Glorious Moment'in yanı sıra, kâğıt üzerine mekanik kurşun kalemle ürettiği 2016 ve 2017 tarihli, farklı konu ve kompozisyonları yer alıyor. Depo'nun sunumuyla Memişoğlu, "aynı zamanda yeni bir görsel dil yaratıyor. Video, çizim ve heykel gibi farklı disiplinlerde üretilen işlerde ışık önde gelen bir tema olarak geri dönüyor. Sergideki işler, bilinmeyen bir hikâyenin dışavurumcu ve gizemli parçaları gibi görünüyor. Işığın parlamasına imkân vermek de izleyiciye kalıyor."
Sanatçı, sergisinde yapıtların kavramsal yoğunluğuna hürmetle, mekâna ve insan algısına nefes aldırır bir tasarıma giderken, iki kanallı video yerleştirmesi 'Non Serviam!'ı da bizimle paylaşıyor. Kendi içinde optik, psikolojik ve kültürel 'tüketim' sınavları, hatta şoklarıyla dolu olan bu nicelikte küçük, ancak nitelikte yoğun, derin sergide bilhassa, +18 yaş ve görüntü kaydı izni/yasağı ön koşullu, 'mitolojik' bir yerleştirmenin de bizleri beklediğini söylemek istiyorum. Sanatçının sergisinde tüm bunlara ek olarak, adeta 21'inci yüzyıl alternatif dünya kültürüne (Kopya: Prenses Mononoke=Clingy MacGuffin) bir nevî illüzyonik güzelleme diyebileceğimiz, 2018 tarihli "MacGuffin" isimli yerleştirmeye de hazırlıklı olmanızı öneriyorum.
Memişoğlu, 'gösteri toplumu'nun akıl babası Guy Debord'u dahi konu edebildiği yapıtlarında eserin izleyiciyle arasında ister istemez 'geliştirdiği' ötekilik, yabanıllık ve mesafeyi bilhassa vurgulamasıyla, sanat ortamının ilgisini çeken sanatçılar arasında yer alıyor. Yapıt, ister yoğun bir el, isterse zihin emeğinin ürünü olsun, 'dünyaya atıldıktan sonra' tıpkı bir insanoğlu gibi kendi benliği ve aynı anda da hiçliğiyle baş başa kalarak, izleyicisi-eyleyicisi ile güvencesiz bir iletişimi bekliyor veya bunu sürdürmeye yöneliyor.
İşte tüm bu önerilerin ürettiği büyük resme baktığımızda da, kendine mecra, medya bulamadığından yakınılan kamusal (veya bireysel) kültür, sanat ve iletişim coğrafyası, hayli kalabalık, bereketli ve ateşli bir manzaranın da ev sahipliğini yapıyor.