The winner takes it all (Kazanan her şeyi
alır)
The loser's standing
small (Kaybededen ufalır
kalır)
Beside the victory (Zaferin yanı
başında)
That's her destiny (Kaderi budur)
ABBA* (1980)
Koşullandırıldık, her zamankinden fazla, kazanmaya, zafer
kazanmaya, ödül kazanmaya. Dört bir yanımız kazanmaya, kazandırmaya
teşvikle dolu. Kazan-kazan olsun diye peşinde koşulan, çoğunlukla
tek kazananın, kaybedeni “ikimiz de kazanıyoruz” diye kandırmasıyla
sonuçlanan ticarî ve manevî ilişkilerin gölgesinde yaşıyoruz. Seçim
sonucundan maç sonucuna, sanat ödülünden gönül işine kadar her
kazanç bir “zafer”, her kazanansa muzaffer.
Ya kazanamayan, galip gelemeyen, ödül alamayan? Mağlup mudur her
zaman, yenilmiş midir? Büyütelim; hüsran mıdır aksi durum?
İyilerini ve iyiliklerini durdurulamaz bir iştahla tüketen
ülkemizde ruhlarımızın heybesi çöp tenekesine dönmüş, kepazelik
gırla giderken çok mu vahim bir şeyleri “kaybetmek”? Yoksa koskoca
yalanları, kazananın kucağına bırakıp er ya da geç onu yok etmesini
mi beklemek makbul olan?
Yakın zamanda ülkemizde çok fazla sayıda insanı etkileyen ve
ilgilendiren, kazanmaya endeksli çok sayıda şey yaşandı. İki turlu,
çok katmanlı seçimler, koltuklar, siyasî entrikalar, sonucu
ölüm-kalıma denkleştirilen derbi, şampiyonluk, yükselme, küme düşme
ve kümede kalma maçları, küresel sporun her branşında final
müsabakaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı şerefine
İstanbul’da bir İngiliz ve bir İtalyan kulübü arasında oynanan
dünya futbolunun kulüpler seviyesindeki en büyük maçı olan
Şampiyonlar Ligi Finali, orta ve yüksek öğretim sınavları, kupalar,
madalyalar, baharlar, mayıslar, paralar, paralar, paralar vardı
kazanılacak. Ve daha pek çok şey. Bir de müzik ödülleri.
Sonuncusuna değinmek istiyorum çünkü birçok açıdan bahse değer
buluyorum, ayrıca oradaydım ve iş sahamın parçası. Bu sene,
bünyesinde pek çok müzik radyo ve televizyon kanalı (markası da
diyebiliriz) barındıran Power Medya Grubu tarafından
Power Müzik Ödülleri adıyla tekrar bir müzik ödülleri organizasyonu
yapıldı. Birkaç mecrada canlı yayınlanan tören genel olarak iyi
planlanmıştı ve nispeten iyi aktı, ama detaylarına daha sonra
değineceğim. Öncesinde, bu manada müzik ödülleri geleneğini
başlatan ve büyüten “Kral”lardan bahsetmek isterim.
Ülkemizde daha önce Kral Medya Grubu tarafından 1995-2008
arasında Kral TV Video Müzik Ödülleri adıyla, 2009-2012 arasında
Kral Müzik Ödülleri, 2013’ten itibaren de Türkiye Müzik Ödülleri
adıyla iktidara paralel nizam el yükselterek düzenlenen birçok ödül
töreni gerçekleşmişti. 2009 Kral Müzik Ödülleri ise, o güne kadar
altı defa MÜ-YAP (müzik yapımcılarının ülkemizde faaliyet gösteren
en büyük meslek birliği) Müzik Ödülleri adıyla sadece satış
sayılarına endeksli verilen ödüller, ülkenin kerli ferli müzik
yapımcılarının “bir dakika yahu, bu bizim endüstrimizin ödülleri,
kategori ödüllerinde de paydaş olmalıyız” diye gövde göstermesiyle
Kral Grubu ile Mü-Yap ortaklığında düzenlendi. Tüm bunlardan önce
de Altın Mikrofon gibi daha klasik ve geleneksel, bunlarla çağdaş
ama kadınlara yönelik kozmetik markalarının sponsorluklarında
kadınlara saygısızlığın zirve yaptığı, güç budalalığı ve biatın
tahakkümünde, zaten sorgulanır saygınlığını iyice yitirmiş ve
müziğe lütfedip yer veren Altın Kelebek gibi birtakım ödül
organizasyonlarından da bahsedilebilir.
Hatırlatmak gerekirse, “Kral” markası, Kral FM ve Kral TV başta
olmak üzere, Uzan Grubu tarafından “İlaç Gibi Radyo” sloganıyla
dönemin kültürel yozlaşmasının bayrak taşıyıcı ama bol kazançlı
markası olarak kurulduktan sonra 2008’de TSMF’ye devredilen,
sonrasında Doğuş Holding tarafından satın alınarak Doğuş Yayın
Grubu bünyesinde, çoklu formatta ve mecrada yayın yaparak, tüm
müzik dinleme ve parasallaştırma şekillerinin, araçlarının ve
mecralarının köklü değişikliklere uğradığı bir çağda mucizevî
şekilde varlığını sürdürmekte olan medya organıdır. Müzik yayını
yapan, yani ağırlıklı video klip yayınlayan TV kanallarının iş
modeli, zaten dünya kadar para ve emek harcanarak yaratılan video
kliplerden oluşan içerik omurgası etrafındaki vakit dilimlerini
reklam verenlere satmaktır. Oysa Kral TV bir dönem öylesine “kral”
olmuştu ki, kliplerini yayınlamak için yapımcı ve sanatçılardan
ödeme talep etmeye başlamıştı. Kontör modeliyle X gösterim Y lira
şeklinde satıyorlardı ekran dilimlerini. Muhtemelen “her müzik
yapımcısının bir gün tattığı” bu acı reçete yıllarca devam etti,
sonra sanırım Mü-Yap’ın çabalarıyla sona erdi. Yapımcılar herhalde
müzik medyasının tekelci gücünü hiçbir dönemde bu kadar
derinlemesine ve aleyhinde hissetmemiştir.
Bu “Kral”ın aramıza katıldığı dönemi bir çırpıda düşününce,
“süper”, “hiper”, “maxi”, “mega” gibi ön eklerin ülkemizin ve
hayatın her alanına sirayet ettiği, medya işinin, özel
televizyonların, Türk Popu’nun ve popçularının, Susurluk’ta
skandalların art arda patladığı, Serdar Ortaç’ın Ahmet Kaya’ya
çatal, Ahmet Necdet Sezer’in Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığı
fırlatmasıyla bir milenyumdan diğerine yatay geçiş yapılan, Birand
ve Erbil gibi tabandan zıt Mehmet Ali’li, Çarkıfelek’li,
kazı-kazanlı, kırmızı noktalı, beyaz Toros’lu yıllardan
bahsediyoruz. Kral, kaç sene olduğunu hatırlamadığım kadar uzun bir
zamandır radyo camiasının tescilli ve en koyu Reis sevdalısı
yayıncı / programcı / genel yayın yönetmeni / genel müdürü
‘Gezegen’ Mehmet (Akbay) tarafından yönetiliyor.
***
Power grubu ise 2007 ve 2008’de başladığı ödüllere on bir yıl
ara verdikten sonra 2019’dan itibaren devam etti, ancak pandeminin
de etkisiyle törenler genel olarak sönük geçiyordu. Bu seneki ödül
töreniyse yenilenen ve ilk defa gittiğim, yeni halini muhteşem
bulduğum Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlendi. Gelelim ödüllerin
isminin markanın isminden türetilerek “En Güçlü …” şeklinde
sıralandığı, organizasyon ve prodüksiyon kalitesiyle ülke
standartlarına göre üst seviyelerde sayılabilecek, kanımca
düzenlendiği salonla birbirine çok yakışan, birçok eski dostu ve
simayı yeniden ve birlikte görme için tek imkân olan, 5 Haziran
Pazartesi gerçekleşen Power Müzik Ödülleri’ne. Kategoriler, oylama
sistemi, kazananlar gibi bilgilere kolayca ulaşabileceğiniz için
burayı kalabalıklaştırmadan, yalnızca yazının dertlerinden olan
“kazananlar” listesini aşağıya bırakıyorum.
Bu ödüllerin kategorizasyonuna,
adaylıklarına, kazananlarına dair yorum yapmaktansa, diğerlerinde
çok daha fazla olmak kaydıyla, benzer her organizasyonda olduğu
gibi adil değerlendirme ve sonuçların yansıra ziyadesiyle
danışıklı, kurgulanmış, anlaşılmış, taahhüt edilmiş ve çokça adil
olmayan durumlarla karşılaşıldığını söylemekle yetineceğim. Törenin
kendisinde dikkat çeken şeylerden biri, aday isimleri açıklanırken
salonun alkış(lamama)larıyla aday hakkındaki fikrinin ifadesiydi.
Dinozor statüsündeki, (çoğunlukla yağ çekilmek için veya korkudan)
kendisine verilen ödülleri evde koyacak yeri kalmayan, statüko
yandaşı, pasta paydaşı isimler için hemen hemen sıfır alkış, kadın
haklarıyla ilgili bir şeyler söyleyenler için büyük alkış, bazı
isimlere “seviyoruz, sayıyoruz ama sizden artık biraz sıkıldık,
hatta bıktık” hissiyatının ifadesi cılız alkış dikkat çeken
eylemlerdi.
Oysa icap ettiğinde bunların ötesinde, farklı boyutta protesto
veya destek ifadelerine de yer olmalı. Toplumsal iletişimimizin
kangrenli bacağı olan saygı ve üslup kaygısı yüzünden olaylara ve
birbirimize karşı hislerimizin ifadesi ıskalanıyor. Iskalandıkça
içe tıkılıyor, tıkıldıkça şişiyor, şiştikçe bir noktada patlıyoruz;
ya birbirimize ya da ortalık yere. Aslolan sözün, ifadenin
kendisidir, şekil-şemail arkadan gelir. Ama biz birçok şeyde
yaptığımız gibi gömleği tersten ilikleyip “yakası açılmamış”
protestolarımızı hep içimizde patlatıyoruz; o da patlatabilirsek
tabii. İfade özgürlüğünün sınırlarını tam da ifade özgürlüğünün en
büyük giyotini saygı, üslup vb. kavramlarla baltalamayı saygıdan ve
terbiyeden saymak on tane kibrit çöpünü yan yana sayamamaktır.
Eğriye eğri, doğruya doğru, yanlışa yanlış, haksıza haksız
diyemedikçe geldiğimiz hal, gördüğümüz gün ortada. Yakın zamana
kadar yalnızca Türkçe’de olduğunu sandığım, birkaç hafta önce
Arapça kökenli olduğunu öğrendiğimde önce şaşırdığım, sonra neden
şaşırdığıma şaşırdığım “ayıp” sözcüğüne yaslana yaslana, ayıp diye
diye eğilip büküle büküle ne sırtımız ne onurumuz yerden
kalkar.
Maalesef ülkemizdeki her, dünyadaki birçok ödül töreninde
rastlandığı gibi, aday sunumlarında, ödül takdimlerinde, ara
konuşmalarda yine erkek egemen mizansenler, metinler, tavırlar ve
haller gırla gitti. Birkaç örnekte, pek duayen, pek usta, pek büyük
bir erkek sanatçının yanına eştakdim amaçlı “konulan”, ondan bir
kafa uzun, iki nesil genç, kendince başarılı ve ümitvâr ama
çekingen ve narin küçükhanım ile girilen provasız diyalogların
amiyaneliği, tuhaflığı, mansplaining kontenjanı her zamanki gibi
mide bulandırıcı seviyedeydi. Hiç değişmiyor “bağzı” ağır abilerin
ve amcaların her fırsatta böbürefelenmeleri, gövde gösterileri,
havaları, civaları, hiç bitmiyor. Cinsiyetçiliğe mahal yok, bağzı
hanımteyzelerimizin de öyle aslında ve bu halleriyle yalnızca yine
erkekten hasta mekanizmanın sürmesini destekliyorlar ama işte bu
törende onlardan fazla yoktu.
Kazanmak güzeldir, ama bir başkası kaybederken ne kadar özeldir
acaba? Müzik ödülleri için söylemiyorum ama tepeden tırnağa yalan
dolan, hile hurda, dolap düzen, sahtekarlık, rüşvet, haksızlık ve
ahlaksızlıkla dolu yarışların kazananı olmanın ne gibi bir hazzı
olabilir? Hazzı geçtim, nasıl bir gerçekliği olabilir? Böyle bir
durumda kaybeden ya da mağlup olan tam olarak neyin kaybedenidir?
Hele bu çağda, ABBA’nın “Winner Takes It All” şarkısındaki gibi bir
şeyi kazandığı anda “her şeyi” kazanmış sayılanların Üsküdar’ı
geçen atları koşturduğu, kaybedenin birdenbire her şeyi kaybetmiş
gibi hissetti(rildi)ği, en fenası umudunu kaybetmekle yüz yüze
kaldığı bir ortamda kazanmayı, kazananı, zaferleri yüceltmek cayır
cayır bir yangını körüklemek gibi değil midir? Adaletsizce kazanan
yalnızca kaybedenin hüsranında tepinebilir. O hüsranı altından
çektiğin anda zemini kayar, zaferi oyuncak olur. Belki de, zor da
olsa, bunu hatırlamalıyız sıkça.
Winner Takes It All
*Sözler: Andersson, Benny / Ulvaeus, Bjoern
© Universal / Union Songs Musikforlag Ab