Galip Yalman: Boris Johnson AB’yi günah keçisi yaptı
Siyaset bilimci Doç. Dr. Galip Yalman, İngiltere seçimini Gazete Duvar için değerlendirdi: "Milliyetçi hassasiyetler kaşındı, karşılığında İskoçya milliyetçiliğini beslemek pahasına. Buna bir de Doğu Avrupa’dan gelenlere yönelik tepkiler eklendiğinde, 'Boris Johnson gelsin de şu Romenleri kapı dışarı etsin' türünden algılar oluşturuldu. Tam da bu noktada, Corbyn’e yönelik anti-semitizm saldırısını da eklemek gerek. O kadar ki, Corbyn’in geçmişteki anti-siyonist söylem ve tavırları, anti-semitizm olarak sunulmaktan geri durulmadı."
İngiltere ve uluslararası kamuoyunda uzun süredir konuşulan erken seçim geçtiğimiz hafta gerçekleşti. Muhafazakâr Parti’nin (MP) sandalye sayısını artırması, İşçi Partisi (İP) oylarındaki erime beraberinde pek çok tartışmayı getirdi. 'Dünyada olduğu gibi İngiltere’de de mi sağ söylem hakimiyetini sürdürecek' şüphesi seçim sonuçlarıyla perçinlendi. Ne oldu da muhafazakârlar tek başına iktidar olmayı başardı? İşçi Partisi’nden beklenen atılım neden gerçekleşmedi? Brexit seçimlere nasıl etki etti? Bu soruları İngiltere’de yaşamış, orada seçimleri gözlemlemiş ve siyaset bilimi alanında çalışmalarıyla kulak verilen isimlerden birisine, Doç. Dr. Galip Yalman’a sorduk.
İngiltere seçimleri gerçekleşti. Muhafazakâr Parti (MP) tek başına hükümet kuracak şekilde 650 sandalyeli parlamentoda 365 sandalye elde etti. Bunu nasıl yorumlamak gerekiyor?
Muhafazakârlar sandalye sayısını artırsa da, herkesin üstünde anlaştığı bir şey var ki, MP muazzam bir oy artışı sağlayamadı. Yüzde 42.4’ten yüzde 43.6’ya çıkan bir oy oranı var. 2017’te 14 milyondan fazla oy aldılar, ancak bu seçimde aldıkları oy 13.9 milyon.
Şunu hatırlatmakta yarar var. 2010’da 13 yıllık bir aradan sonra ancak Liberal Demokrat Parti ile koalisyon yaparak iktidar olabilen MP, 2105 seçimlerinde yüzde 36.9 oyla tek başına hükümet kurabilmiş, 2016’daki Brexit referandumu sonrasında 2017’de yapılan seçimlerde oy oranını artırmasına karşın Mecliste yeterli çoğunluğu sağlayamadığı için Kuzey İrlanda’nın sağcı Protestan partisinin desteği ile azınlık hükümeti kurabilmişti.
Şimdi oy oranında küçük bir artış olmasına karşın, rahat bir yönetim için gerekli çoğunluğa sahip oldular. Artık Meclis'te kimseden destek almalarına gerek yok. Öte yandan İşçi Partisi'nin (İP) oy kaybı yüzde 8, 2017’de yüzde 40’tan, şimdi yüzde 32’ye indi.
'SEÇİM SİSTEMİ SORUNLARA NEDEN OLUYOR'
MP’nin oy oranı çok az artmasına karşın, sandalye sayısı nasıl arttı? Bunda etkili olan nedir?
Tek aday çıkarılan, dar bölgeli seçim sistemi bunda etkili olmuşa benziyor. Her seçim bölgesinden tek kişinin seçildiği bu sistemin, bir başka ifadeyle nisbî temsil sisteminin (proportional representation) uygulanmamasının, getirdiği sorunlar var. Dolayısıyla, seçim sisteminin özellikleri de sonuçları belirleyici olmakta, son seçimlerde bu açıkça görüldü. Ancak belirtmek gerekir, MP ülke çapında aynı oranda başarılı değil. Zira Birleşik Krallık devletinin kendine özgü siyasi sisteminin özellikleri, İskoçya, Kuzey İrlanda, Galler v.b. kendine özgü bölgesel ve de yönetsel farklılıkları var. Örneğin İskoçya’da, oyların yüzde 45’ini alan İskoçya Ulusal Partisi'nin ardından, MP ikinci parti konumunda, oy oranı da yüzde 25.
Tabii bir de Brexit olgusunu, daha doğrusu İngiltere’deki (dikkat edin Birleşik Krallık demedim) Avrupa Birliği fobisinin yarattığı, siyasal parçalanmalara yol açan çalkantıları da hesaba katmak gerekir. Bu bağlamda, bugünkü Brexit partisinin öncülü olan UKIP 2015 seçimlerinde yüzde 12’nin üzerinde oy almışken, son seçimlerde Brexit partisinin, MP’nin Brexit lehine bir tavır almasının da etkisiyle, sadece yüzde 2 oy aldığını vurgulamakta yarar var.
'BREXIT KARŞITLARI BİRBİRİNE ÇELME TAKTI'
Tam da bu sistemden kaynaklı örtük ittifaklar oluştu sanıyorum. Nitekim Brexit partisi açıkça İP’ye karşı mücadele etti. Seçime gizli ittifaklarla mı gidildi?
İngiltere’de seçim bölgesi düzeyinde ittifak yapılamıyor, adayların taktiksel olarak çekilmesi mümkün tabii. Resmi olmayan biçimde, stratejik oy hesaplarıyla, örtük bir yan yana gelme oluyor. Zaten ilk eleştirilerden biri de oydu. Brexit yandaşları yan yana gelip ittifak yaparken, diğerleri birbirine çelme takmakla meşguldü. Brexit karşıtı ya da AB’de kalma yanlısı olan üç partinin de aday göstermesi de bazı seçim bölgelerinde MP’nin kazanmasında etken olmuşa benziyor. İşçi Partisinin kazandığı bazı yerlerde bile önceki seçime kıyasla büyük oranda oy kaybettiği görülüyor.
Yani izlenen taktik mi yanlıştı?
İP’nin seçim kaybetmesine bir nedeninin de Brexit konusunda net bir tavır belirlememesi olduğu ileri sürülmekte. Özellikle, seçimleri kazandığı takdirde bu konuda yeni bir referandum yapılacağını ilan etmesinin, Brexit yanlısı seçmenleri küstüren bir faktör olduğu yapılan yorumlar arasında.
'AB KONUSU HEM İŞÇİ PARTİSİ’NDE HEM MUHAFAZKARLARDA AYRIŞMA YARATTI'
Anlaşılan seçim sistemi, Brexit karşıtı partilerin birbirine rakip olması İP’nin kaybına etki etti. Ancak üzerinde en çok konuşulan seçim başlığı da Brexit oldu. MP Brexit’i lehine kullandı denebilir mi?
İP’nin ikircikli gözüken tutumuna karşın, Boris Johnson’ın Brexit’i gerçekleştirmek için oy istemesi etkili oldu. Brexit konusunda herkesin uzlaştığı bir şey varsa o da şu: Toplumun 2008 krizinin bedelini evini, işini kaybederek, yaşam standardı bozularak ödeyenlerin, özelleştirmeler sonucu kapatılan kamu işletmelerin, ya da madenlerin eski çalışanlarının yani geleneksel işçi sınıfının, seçim sonucunu belirleyen başlıca unsur olduğu. Bunların yoğun olduğu ve geleneksel olarak İşçi Partisi'nin güçlü olduğu seçim bölgelerinde bu kez bu partiye oy vermedikleri anlaşılıyor. Seçime mi katılmadılar, yoksa Brexit yanlısı partilere mi verdiler, detaylı sonuçlar incelenince ortaya çıkar. Brexit’in seçime etkisi, krizde kaybedenlerin tepkisinde kendini gösteriyor denebilir. Doğu Avrupalı göçmenlerin, İngiltere’ye gelip düşük ücretlerle çalışıyor olmasına duyulan bir tepki de var kuşkusuz.
Brexit konusundaki kutuplaşma dikkate alındığında gördüğümüz aslında Avrupa’da, Almanya’da, Fransa’daki aşırı sağcı söylemlerin, İngiltere versiyonu denebilir. Tarihsel arka planına bakarsak İngiltere’de MP’nin içinde 1960’larda da ırkçı söylemlere meyyal bir damar vardı. O zaman oklarını siyahlara ve Asyalılara yöneltiyorlardı. Ancak bu aşırı ırkçılar hep Muhafazakarların içinde bir unsur olarak kaldı. Onun dışında bir parti olarak örgütlenmediler. 1990’ların ikinci yarısında UKİP, yani AB Karşıtı bir parti ortaya çıkana kadar. Bugünkü Brexit partisinin arka planında, az önce seçim sonuçlarına da yansıdığını belittiğim, bu parti vardır.
Avrupa Birliği konusu, tarihsel olarak hem İP hem MP içinde bölünmelere yol açan bir sorun olmuştur. Her iki partide de, AB yanlıları ve karşıtları (Eurosceptics) 1970’lerden bu yana vardı. Bu tartışma, ilginçtir, hem sol, hem de sağ, AB karşıtları tarafından ulus devletin (yani Birleşik Krallık) egemenliğinden vazgeçilmesi anlamına geleceği şeklinde tartışma gündemine taşınmıştır. Ama aslında, tartışmanın özünde, İngiliz kapitalizminin geleceğinin belirlenmesine ilişkin farklı stratejik tercihler yatmaktadır. Örneğin, MP içindeki AB karşıtlarının baskısıyla Başbakan John Major döneminde (1990-1997) Maastrich Anlaşması'na şerh koyuldu, Sosyal Şart’a imza konmaktan kaçınıldı. Tony Blair döneminde bu şerh kaldırıldı, ancak sendikaların lehine düzenlemeler yapılmadığı gibi, emekçi kesimlerin AB üyeliğinden kazanımlar sağlayabileceğine ilişkin beklentilerde boşa çıkmış oldu.
Avrupa ile ilişkiler MP ve İP’nin genelde gündeminde olsa da bu defa muhafazakârlar içinde de bir bölünme görülüyor. Ayrışma sertleşmiş gibi.
Evet, MP’nin parçalanmasının yansıması olarak Brexit’e cephe alanlar seçim öncesinde partiden dışlandı. Buna karşın, partinin eski başbakanları ya da bakanları Brexit karşıtı olarak net bir tavır aldılar. Michael Heseltine liberallerle beraber “kalalım, AB’den çıkmayalım” dedi. 6 Aralık’ta John Major’ın (hem de) Guardian’da bir yazısı çıktı. Major yazısında “Ben muhafazakârım, ancak şimdi aklımızla oy kullanma zamanı” dedi. Bu gibi çıkışlar, MP seçmeni gözünde pek de etkili olmamış anlaşılan.
'İNGİLİZ KAPİTALİZMİNİN GELECEĞİ MUHAFAZAKARLARDA BÖLÜNMEYE NEDEN OLDU'
Bu bölünmenin esas nedeni ne peki?
Bu MP’nin kendi içindeki kanatların dayandıkları toplumsal kesimler açısından, İngiliz kapitalizminin geleceğinin nerede olduğuna ilişkin. İngiliz kapitalizminin geleceği AB içinde kalarak mı güvene alınacak yoksa AB’den çıkarak mı? Dolayısıyla bu seçimde sadece İP oy kaybetmedi, AB içinde kalarak İngiliz kapitalizminin geleceğini güvence altına alma düşüncesi de kaybetti diyebiliriz.
Seçimler dikkate alındığında nesiller arasında bir farklılaşmada söz konusu özellikle 45 yaş altı kişiler İşçi Parti’sine oy verirken, 45 yaşın üstündekilerin daha çok muhafazakarlardan yana olduğu görülüyor. Bunu nasıl yorumlamak gerekiyor?
İngiliz refah devletinin krizi 40 yıllık bir sürece yayılıyor. Özelleştirmeler, refah devletini simgeleyen programlarda yapılan budamalar. Ama sağ seçmen için de önemli olan bazı unsurlar örneğin Ulusal Sağlık Sistemi (NHS) ortadan kaldırılmadı ya da kaldırılamadı bugüne kadar. İngiliz toplumu açısından önemli bir unsur da ev sahibi olma, tipik bir İngiliz ev sahibi olmak ister. 30 yaş altı kuşaklar açısından bakarsak, son dönemlerdeki iktidarlar bunu sağlayamadılar. Artı işsizlik, gençlerin kendi gelecekleri konusunda karamsar olmalarına, MP’ye tepki göstermelerine neden oldu. Her şeye rağmen, AB’de kendilerine iş ve istihdam olanakları gördüler.
Bir de şunu belirtmekte yarar var, çoğunlukla büyük kentlerde yaşayan, daha genç, beyaz yakalı, eğitimli, kendi geleceğini AB’de kalmaktan yana görenlere karşın, Brexit’ten yana olanların çoğunluğu görece küçük kent ve kasabalarda yaşayanlar. Bu seçim bölgeleri krizin bedelini ödeyenlerin yaşadıkları yerler.
Seçim sonuçlarında bir de “Kızıl Kaleler”in düşmesi gerçeği var. Bunu nasıl yorumlamak lazım?
İlginç bir durum. Ancak biraz tarihe uzanmak lazım. Margaret Thatcher geldiğinde başarısı ve bunu birkaç seçime yayması, Essex man, diye tanımlanan, bireysel olarak sınıf atlamak için çalışan, beyaz ya da mavi yakalı emekçilerin desteğini kazanmasına bağlanmıştı. Bugün kimse artık Essex man’den, yani bireysel çıkarlarını düşünen ve siyasi tercihini buna göre yapan kişilerden söz etmiyor. Bugün gördüğümüz, yani İP’nin “kızıl kalelerinin” düşmesi diye ifade edilen, neoliberal kemer sıkma politikaları sonucunda feryat figan eden kesimlerin, gelenekse işçi sınıfının desteğiyle, MP’nin iktidarını güçlenerek sürdürmesi. Gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken ironik bir durum.
Boris Johnson bu konuda başarılı olurken İP neden tökezledi?
İP içinde, Tony Benn’in simgelediği yaklaşım, tarihsel olarak AB’yi kapitalist bir proje olarak tanımladığı ölçüde, sol bir programın AB içinde kalındığı takdirde gerçekleştirilemeyeceğini savunmaktaydı. Günümüzde, durum tabii ki farklı. Jeremy Corbyn yönetimi, Johnson’ın temsil ettiği Brexit stratejisinin, ağır toplumsal ve ekonomik olumsuz sonuçları olacağını dile getirdi. Ancak krizin bedelini ödeyenlerin, kendi durumlarını sebebi olarak AB’yi görmesi karşısında, önerdiği kapsamlı sol program seçmende karşılığını bulamamış gibi.
Bu çerçevede ara bir formül önermediler mi?
Önerdiler. İP, seçim sürecinde iktidara gelirsem, “AB ile tek pazarın içinde kalacak, gümrük birliğine devam edecek şekilde yeni bir müzakere yapacağım ve bunu referanduma götüreceğim” dedi. Bir nevi her iki taraftan da oy almaya çalıştı. Ancak kimseye yaranamadı.
'SOSYAL MEDYANIN ETKİSİNİN SINIRLI OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ'
Neden?
Şöyle İngiltere’de seçim kampanyaları kapı kapı dolaşmaya dayanıyor. Kapsamlı bir program kapıda nasıl anlatılacak sorusu gündeme geldi. Dahası bu sonuçlar gençlerin sosyal medya üstündeki etkisinin de sınırlı olduğunu gösteriyor.
Tarihsel olarak bakarsak İngiltere’de muhafazakârlar neoliberalizmin neden olduğu yıkımın özneleri, buna rağmen yine de iktidar oluyorlar. Johnson bunu nasıl başardı?
İngiltere’de kapitalist sistem son iki yılda değil, özellikle 2010’dan beri sıkışmış durumda. Bu noktada MP Brexit’i seçimde bir koz olarak kullandı. Boris Johnson, “Benden öncekilerin yapamadıklarını ben yapacağım, halkta bıkkınlığa neden olan Brexit sürecini bitireceğim” dedi. Böylece MP’nin kriz sürecinde yaşanan kemer sıkma (austerity) dedikleri politikaların sorumluluğunu sırtından atmasını sağladı. Dahası, krizlerin nedenlerini, bir günah keçisi olarak AB’ye yüklemeyi başardığı ölçüde, kapitalizmin ve bugünkü biçimiyle neoliberalizmin devamını güvenceye almış oldu.
Bu süreçte bir de Corbyn’e anti-semitist (Yahudi karşıtı) yaftası yapıştırıldı. Bu haksız bir itham değil mi?
Bu seçimde milliyetçi hassasiyetler de kaşındı, karşılığında İskoçya milliyetçiliğini beslemek pahasına. Buna bir de Doğu Avrupa’dan gelenlere yönelik tepkiler eklendiğinde, “Boris Johnson gelsin de şu Romenleri kapı dışarı etsin” türünden algılar oluşturuldu. Tam da bu noktada, Corbyn’e yönelik anti-semitizm saldırısını da eklemek gerek. O kadar ki, Corbyn’in geçmişteki anti-siyonist söylem ve tavırları, anti-semitizm olarak sunulmaktan geri durulmadı. Üstelik, bu söylemlerinden ötürü parti içinden ve dışından, “özür dilemesi” için baskılara maruz kaldı. Buna karşın sol, neoliberal politikaların yarattığı yıkımı bir ölçüde ortadan kaldıracak politika vaatleriyle ortaya çıksa da sanki krizin sorumlusu oymuş gibi yenilgiye uğramaktan kurtulamadı.
Bu çözümleme İngiltere özelinde yeni bir sol programın uzun bir süre yeniden gündeme gelemeyeceği anlamına mı geliyor?
Gelecek konusundaki projeksiyon İşçi Partisi’nin yeni yönetimine de bağlı ama, İP’nin iktidara gelmese de güçlenmesi, sol ve sosyalist mücadele açısından da önemliydi. Bu sonuç, bu mücadeleleri de umarım olumsuz etkilemez.
Bu noktadan gidersek, İşçi Partisi’nde Corbyn belli bir çizgiyi de temsil ediyor. 2016’da devrilmeye çalışıldı. 2017’de aldığı yüksek oyla parti içindeki Corbyn karşıtı sesler kısıldı. Şimdi yine o sesler yükseliyor. Nitekim Corbyn istifa edeceğini açıkladı. İşçi Partisi’ni ne bekliyor?
İngiltere’de geleneksel bir şeydir, seçim kaybeden parti lideri istifa eder. Nitekim Corbyn istifa edeceğim dedi ama zamana bıraktı. Bunun iki-üç ay içinde olacağı söyleniyor, tabii derhal istifa etmesini isteyenler de yok değil. Bu süre zarfında o ve ekibinin parti içinde, temsil ettikleri yaklaşımın egemenliğini koruyacak şekilde çekilmeye çalışacağını düşünüyorum.
İlk görünen şu yeni lider, büyük bir olasılıkla, bir kadın olacak zira potansiyel adaylar arasında tek bir erkek var, gerisi kadın. Olursa bu parti tarihinde bir ilk olacak. Tıpkı, İP tarihinde ya da en azından, 1983’ten bu yana, Corbyn ile birlikte sol kimliğini öne çıkaran birinin parti genel başkan olması gibi. Adayların hepsi Corbyn ile siyaset sahnesine çıkan genç kuşaktan. Tek erkek aday ise gölge Brexit bakanıydı. Bence artık “New Labour”, ya da Tony Blair çizgisinin tekrar partiye egemen olması mümkün değil, olmamalı da. Artık Brexit’in gerçekleştiği bir İngiltere söz konusu olacağı için, yeni dönemde İşçi partisinin 2019 seçim programını seçmenle buluşturabilecek bir önderlik önemli. Zira bu program, son 40 yıldır, ilk kez neoliberal hegemonyayı kıracak, yeniden kamucu bir anlayışla politika üretilmesini öngören unsurlar içermekteydi. Corbyn döneminde, gelişip serpilen Momentum Hareketi'nin etkisi de kritik ve bunun güçlendirilerek devam ettirilmesi, İP’nin kaybettiği toplumsal desteği kazanması açısından önemli. Johnson’ın umut değil, yeni sorunların simgesi olacağı vurgusu mutlaka yapılacaktır.
Belki de umut bu anlamda yeni kuşaktadır?
Simgesel olarak Corbyn’in temsil ettiği bir kuşak vardı, bir açıdan o kuşağın siyaseten devrinin kapandığı şeklinde bir okuma yapılabilir. Aslında Corbyn pek çok önemli şey söyledi, bunların büyük bir kısmı unutuldu, ya da gündeme gelmedi. Ancak eğer Corbyn ve onun temsil ettiği anlayışın bir mayası varsa, partiyi yeniden sağa çekmenin zor olduğunu ama onun da mücadelesinin verileceğini düşünüyorum.