Game of Thrones'un 'Poetika'sı
Eğer düşünce nesneniz bir dizi ise “dizi nedir?” sorusuna verilmiş bir cevabınızın olması gerekir. Bu cevabın ışığında, daha önce çekilmiş dizilerin arasında GOT’u nereye yerleştireceğiniz üzerine düşünürsünüz.
Sezai Koyunbakan sezaikoyunbakan@gmail.com
DUVAR - Game of Thrones dizisinde “saf karakterleri” izlediğimizi söylemiştik. Bu yargı, diziye dair sorulmuş bir soruya değil de diziyi izleyenlere dair sorulmuş bir soruya cevap: “İzleyici dizide neyi izliyor/algılıyor?” Bu da “dizi yazısı” olarak sunulan bir yazıyı sahte bir dizi yazısı” kılar; çünkü düşünce nesneniz diziden daha çok “izleyici”dir. Eğer düşünce nesneniz bir dizi ise “dizi nedir?” sorusuna verilmiş bir cevabınızın olması gerekir; bu cevabın ışığında, daha önce çekilmiş dizilerin arasında GOT’u nereye yerleştireceğiniz üzerine düşünürsünüz.
Böyle bir değerlendirme ile “dizi” olarak GOT’un değerini açığa çıkartmış olursunuz. Bu “değerlendirme”nin kendisi, GOT’tan hareketle “dizi” kavramını sorgulatacak bir düzlemi açığa çıkartırsa, bu sefer de ucu “sanat felsefesi”ne değin ulaşacak bir tartışma yaratmış olursunuz. Soruyu, “İzleyici GOT’ta neyi izliyor/algılıyor?” diye sorduğunuzdaysa sorgulamayı bir çağın “tini”ne çevirmişsinizdir; artık cevap, diziyi çekenleri de izleyenleri de “iradeleri belli bir ilkece belirlenmiş” diye konumlandırmaya çalışacaktır. Yani, “çağın ruhu”nu anlamaya çalışıyorsunuzdur.
Felsefi bir terim olarak Türkçe’de kullandığımız bu kelime “töz” gibi anlaşılması epeyce güç. İlk duyduğumuzda bize bir şey ifade etmiyor. Felsefi bir terim de olsa, bir kelimenin gündelik dilde bir dolaşımının olması gerekiyor; hele ki “felsefe” etkinliğinde kullanılan bir terim ise bu daha da elzem. Çünkü felsefeyi bir nevi, “düşündüğünüz dilde sondaj yapmak” olarak da görebiliriz.
Daha net bir ifadeyle, kullanımdaki kelimeler arasında var olan bağıntıları çözerek, olguyu daha derinlemesine görebilmektir, felsefe etkinliği (Belki de daha derin değil de sadece daha bütünlüklü görmek). Bize en tanıdık gelen kullanımı “tin bilimleri” tabiridir. Buradan anlıyoruz ki tin, “sosyal bilimler”, “insani bilimler”, “tarihsel bilimler” ifadelerindeki sosyal, insani, tarihsel kelimelerinin yerine de geçebiliyor.
Bildiğim kadarıyla aynı nesne alanlarına bu farklı adların kullanıyor olması farklı entelektüel çevrelerin verdiği farklı isimler. “Çağın ruhu” tabiri “tin” terimini elden kaçırmamak için en çok akılda tuttuğum tabir. Çünkü terimin güçlüğü iki şeyden kaynaklanıyor; ilkin kelime bugün en eski tınılarını içinde taşımakla birlikte sanırım “tiyniyet” dediğimiz ifadede yaşıyor ama uzun bir süre unutulmuş gibi ve ardından dil devrimiyle birlikte 1930’larda yeniden ortaya çıkıyor.
Belleğin önümüze çıkardığı bu sorunun dışında ikinci güçlük doğrudan “tin” her neyse onun varlıksal anlamda kaygan bir zeminin olması. Bir analojiye baş vuralım: Denizde yüzen balıklar için tin, denizdir. Balıklar, denizde yaşadıkları için solungaç solunumu yaparlar ama denizin var olmasının sebebi de balıkların solungaç solunumu yapmalarıdır. Herhalde bu çelişkiden dolayı da sanki yaşam sahibi olan daha çok insan değil de Tinmiş gibi gelir. Tamam, susuyorum.
NEFES BÜTÜN HAYATI BİRLEŞTİREN BİR UNSURDUR
Kelime eski Altayca’da mevcut ve daha çok nefes anlamına geliyor. L. P. Potapov, bu kelimeyi “ruh” olarak adlandıramayız diyor; çünkü tin kelimesi genel olarak “hayat”ı paylaşan her şeyde görülüyor; bitkilerde, hayvanlarda da. Ölmeyle ilgili olduğu kesin ancak insan öldüğünde tin onu terk edip tanrılara veya öteki diyarlara gitmiyor; sanki sönümlenen bir şey. Yine de “nefes” kelimesinin bir çok dildeki “ruh” fikrinin, yani kelimesinin ya da kavramının kökeni olduğu biliniyor. Nefes, bütün hayatı adeta birleştiren bir unsur gibi de düşünülüyor olabilir; hepimize temas eden, hepimizin paylaştığı şey. Ancak eski çağların “ruh” anlayışlarına yaklaşırken akılda tutulması gereken en önemli şey sürüp giden yaşamın kendisinde bir kopuş yaratan her şeyin “ruh” sahibi olduğu yönündedir.
Bazı bitkiler ama hepsi değil; bazı hayvanlar ama hepsi değil; fakat eteğinde avlandığınız dağın ya da köyünüzü kurduğunuz dağın, onun zirvesinden eriyerek oluşan derelerin, ya da bir yerdeki şelalenin, bir kayanın “ruhu” olduğu, “hayat çemberi”nin içinde olduğu rahatlıkla kabul edilebilir. İlkel zihnin hezeyanları gibi görünebilecek bu şeyler hiç olamadığımız kadar nesnel görünüyor; hayatı iyi koklayan bir bilinçten bahsediyoruz; bir masa yapan yerli (yerliler masa yapmaz ya hadi yaptıralım-biz masa yapar mıyız? Biz masa alırız.) Ne güzel masa fikrim var” diye düşünerek masanın masa oluşunu sadece kendisine bağlamaz; masanın var olmasında, düşünülmüş olmasında tahtanın rolünü iyi görür.
Keseceği ağaç köyün yanı başında neredeyse bir insan olarak hayatını sürmektedir; insana mahsus gibi görünen bir çok etkinliği vardır; belki evlenmiştir şu diğer ağaçla; şu yeni fidanlar belki çocuğudur. Yerli, köyün yanı başında uzanan koruya öyle elinde balta paldır küldür dalmaz; kendi varlığıyla ilişkisini derinden sezer, kendiyle ilgili bir şeye temas edeceğini bilir; adaklar sunar ağaca, dualar eder, ikna etmek için gerekirse bir söylev çeker kesmeden önce. Anlayacağınız dünyasının üzerinde (içkin tabiki) bir tin dolaşmaktadır aynen biz izleyicileri GOT’a sürükleyen çağımızın tini gibi.
“Dizide saf karakterleri izliyoruz” derken ki “saf karakterler”, “yargı gücünü elinde tutan kişiler”di. Dünyada olup bitenler konusunda meydana gelecek kesintilerle yoğun olarak ilişkilendirilmiş kişiler. Öyle ki, izlediğimiz karakterin çoğu her harekete geçtiklerinde peşlerinden binlerce insanı bir savaş meydanında ölüme götürüyorlar; kimse de çıkıp “bir dakika ya yine mi öleceğiz?” demiyor da birden bire savaş meydanında cesetlerden tepelerin oluştuğunu görüyoruz. Demek ki sadece biz izlemiyoruz bu karakterleri, orada onları izleyen ve onların bir kararıyla ölüme atlamaya hazır bir çok insan var; dizide asla izlemediğimiz kişiler.
Onların da neyi algıladıkları bizim algıladığımız kadar önemli; yoksa Jon Snow nasıl Jon Snow olacak? Her defasında onun etrafında ölmek için hazır bulunan insanlar olmasa dizi nasıl çekilecek? Şu kuzeydeki 'Duvar’ı bir düşünün ve sıradan bir köylü olduğunuzu düşünün ve bir gün hasbel kader Duvarı görüyorsunuz. Biz izlerken bile Duvar'ın ihtişamından içimiz ürperiyor ve diziyi derinlemesine kabulleniyoruz. O köylü Duvar'ı görse, şöyle duvara uzaktan bile baksa, o güne kadar dünyalarıyla ilgili, tanrılarıyla ilgili, dinleriyle ilgili ne kadar öykü anlatılmışsa güçlü bir inanç besleyecektir.
Biz diziyi izlerken Kuzeyliler’in (Starklar) Orman Tanrılarına inanmalarını bayağı basit bir hikaye olarak görebiliriz; Ned Stark Gece Nöbet’inden kaçan bir askerin yasa gereği idam edilmesi gerektiğini söylüyor ama ölmekte olan asker rica ediyor: “Aileme korkak olmadığımı, özür dilediğimi söyleyin” diyor; ölecek biliyor, ürperiyor, tahmin edemeyeceğimiz başka şeyler oluyor ama biz de inanıyoruz o anda söyleyebileceği sözlerin onlar olabileceğine ve Ned Stark elindeki kılıcı sallamadan önce, yargının bu dünyaya düzeni vermiş olan Andallar ve İlk İnsanlar’dan aldığı yetkiye dayandığını, bu sayede idama karar verdiğini söylüyor.
Diğer taraftan, şöyle bir sorgulama da yapabilirdik: Biz oturup izliyoruz bu diziyi; izlerken de, her ne kadar popüler bir tüketim nesnesi olsa da “sanat eseri” olarak görüyoruz daha çok. Sanat ise bizler için “insanın değerleri”nden önemli bir alan. Sanat eserleri de sanatçılar tarafından yaratılmış nesneler. Bir kere var olduktan sonra da yokmuşlar gibi davranamayız. Diğer taraftan bir kısmımız da oturup “Yahu bu sanat nedir ki?” diye düşünür ve “sanat felsefesi” çıkar ortaya. İlkeler, yani “logos”, yani sanatı sanat yapan şey her neyse tüm sanat eserlerinin 'axis mundi’sidir. İki bin beş yüz yıl önce de Aristoteles sanat üzerine düşünüp onun ne olduğuna dair çıkarımlar yaptığı Poetika’sını yazmış. Genel olarak tragedya ve dram üzerine düşünürken buluyoruz onu.
ARİSTOTELES'İN TARİHİ 'OLMUŞ OLAYLARDAN' İBARETTİR
Aristoteles Poetika’sında, sorgulamamıza konu olabilecek bir tartışma açar. Tarih ile sanat eserini karşılaştırır. Veya biz buna bir tarih eseri ile bir romanı karşılaştırmak diyelim. Tartışma çok kabaca, bir tarih eseri mi daha öğreticidir yoksa bir roman mı daha öğreticidir şeklinde. Aristoteles’in oradaki akıl yürütmeleri tarihin “olmuş olanlar” ile ilgili olduğu, sanat eserinin ise “olabilecek şeyler”le ilgili olduğu ve bundan dolayı “tarih olan”ın “roman” derecesinde bir soyutlamaya ulaşamayacağından romanın daha öğretici olduğu yolundadır.
Bunda haksız değildir Aristoteles; çünkü tarih daha çok olmuş bir şeyin nasıl olabilmiş olduğunu sorgular; bunu yaparken “tarihi olay” diye tespit ettiği şeyin nasıl kurulabilmiş olduğunu anlamaya çalışır; ama tarih biliminin güçlüğü tam da burada ortaya çıkar: bir olayın “tarihi olay” olduğunu gösterebilmek zaten anlama sürecinden sonra çıkacaktır ortaya. Ve her tarihi olay diye tespit edilmiş şey zaman içinde bu vasfını yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Roman ise, bir yaşantıyı çoğu yönüyle kurarak ilerler ve üstelik roman kurmaca olduğundan “insani durumu” kuracağı “uç” bir yaşantının içinde daha soyutlayarak çıplak halde sunabilir bize. Bu yönüyle haklıdır Aristoteles ancak Aristoteles’in “tarih” derken anladığı şey bizim bugün önümüze serdiğimiz tarih bilimi de değildir tam olarak. “Olmuş olanlar” insanların inançlarına daha fazla hitap eder der Aristoteles; bizi aslında yüz yüze bıraktığı şey geleneğin aktardığı ve bizim bugün “mitoloji” dediğimiz hikayelerdir ( res gestea, yani “yaşanmış geçmiş, insanın yapıp ettikleri” değil). GOT’ta, Duvar’la yüz yüze geldiğini hayal ettiğimiz köylünün geçmişe dair defalarca dinlediği hikayelerdir.
Duvar ile yüz yüze geldiğinde etinde, kanında hissettiği hikayeler. Bundan dolayı Aristoteles Tragedya yazarlarına şöyle bir tavsiyede bulunur: Mümkünse kurduğunuz öyküdeki kahramanlara en azından birkaç tanesine geleneksel hikayelerdeki kahramanların/kişilerin isimlerini verin. Çünkü onlar o kişilerin uzak geçmişte yaşadıkları şeylere inanmaktadırlar, bu sayede bu isimleri öykülerinizde görürlerse öyküleriniz her ne kadar kurmaca olsa da inandırıcılığı ve etkileri daha fazla olacaktır; elbet bir sanat eserinin önemi onun etkileyiciliğindedir.
Tam bu noktada bizim ekstradan açabileceğimiz tartışma, GOT’ta Jon Snow’un peşinden sürüklenenlerin karşısına bir “dizi” koysak o dizide ne algılayabileceklerine dairdir. Aristoteles’in farkında olmadan bize itiraf ettiği şey, Antik Yunan’da gidip tragedyaları izleyenler için gerçeğin hala mitler olduğudur. Yani, insanlar bir dünyada yaşamaktadırlar ve kendilerini bu dünyaya yerleştirilmiş bulmaktalar ve mitler tüm bu düzenin nereden nasıl geldiğini ve nasıl işlediğini ve kesintilerin neler olabileceğini anlatmaktadırlar ama daha fazlası; önlerinde uzanan yaşamı algılarlarken de adeta mitlerin anlattıkları cereyan etmektedir.
Düşünün ki kurmaca bir eser, GOT bile bizi inandırabilmek için bir “dünya” ve bu dünyayı önümüze seren bir harita gereksinimi duyuyor. “Saf karakterler” ancak bir dünyaya yerleştiklerinde inandırıcı oluyorlar; irade koymaları mümkün oluyor. “Öteki dünyacı” inançlarda bile dünya ve yaşam “geçici konak” olarak belirlendiğinde hala “eyleme”nin, irade koymanın bir anlamı vardır; çünkü ölünce “yuva”ya, tanrının bağrına dönülecektir. Peki ama kendileri için “sanat”ın, yani GOT’un mümkün olduğu bizler, “ruhunu sanat ile inceltenler”, tamamen mülksüzleştirildikten sonra, öteki dünyayı da geçersiz kıldıktan sonra hangi “yuva”ya yerleşerek var olmaktayız?