“Eğer bir hastalığa bir sürü çare öneriliyorsa o hastalık
onulmaz demektir.”
Çehov
Gare’de silahsız ve savunmasız haldeyken öldürülen 13 kişiden
12’si Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydı ve Temmuz 2015 ile Eylül
2016 arasındaki 14 aylık sürede PKK tarafından alıkonulmuşlardı. Bu
zaman aralığı, bugün içinde bulunduğumuz pek çok durumu ortaya
çıkaran ve Gare operasyonu da dâhil olmak üzere hemen tüm
başlıklarda yaşanan kriz ve yüksek tansiyonu hem üreten hem de ona
gereksinim duyan yönetim şeklinin ortaya çıktığı, yoğun şiddet
ortamının başlangıç dönemidir. O halde şöyle de söyleyebiliriz ki,
trajik ölümleri Türkiye’de alışılagelmişin dışında bir tartışma
ortamı yaratan 12 kişinin Gare’deki varlıkları, 2015’te girilen
‘yeni yol’un doğrudan sonucudur.
7 Haziran 2015’te yapılan seçimde AKP, tek başına iktidar olmaya
yetecek kadar oy alamadı. Oylarındaki gerileme –bugün de olduğu
gibi– önceden görülmüş, Erdoğan şubat ayından itibaren seçim
mitinglerinde “Kürt sorunu diye bir şey yok” demeye başlamıştı.
Bu hem MHP’ye yönelen seçmeni geri çağırmaya yönelik bir taktik,
hem de seçimden sonra yapılacak bir eksen değişimi için hazırlıktı.
‘Seçmenler’ geri dönmedi, AKP Meclis'te azınlığa düştü. 2013
sonundaki yolsuzluk operasyonlarını savuşturmayı başaran, 2014’te
belediye ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Erdoğan için
herhangi bir koalisyon, hedefindeki ‘Türk tipi başkanlık
sistemi’ inşası için kabul edilemez bir seçenekti. Gerek bu durum,
gerekse –devletteki Gülencilerin tasfiyesi başta olmak üzere–
çeşitli nedenlerle ihtiyaç duyduğu ‘yeni ittifaklar’ arayışı;
sadece 7 Haziran seçimlerini değil, orada ortaya çıkan tabloyu da
geçersizleştirecek şekilde davranmasının önünü açtı. Bir dönem
cemaatle birlikte karşısına çıktığı milliyetçi-ulusalcı kesimlere
yöneldi. Seçimin üstünden yalnızca 1 ay kadar bir süre geçmişken
‘çözüm süreci’ adıyla anılan dönem sona ermekle kalmadı; ülke
tarihinin en yüksek şiddet dozuna sahip, en ağır çatışmaları
başladı. 2015 yazı, Erdoğan ve devlet klikleri arasında bir ‘fesih’
ve ‘yeni sözleşmeler’ süreci olarak bu yüksek tansiyonun altında
geçti. Temmuz 2016’daki darbe girişimine gelindiğinde süreç büyük
oranda tamamlanmıştı ve askeri kalkışma sayesinde çok güçlü bir
finalle taçlandı.
Bu süreç, PKK konusunda son derece sert, sadece ülke içinde
değil, sınır ötesinde de çok aktif bir hareketlikle gelişti. Ülke
içinde belirli bir kayıp göze alınarak askeri üstünlük sağlanırken,
uluslararası konjonktürün de izin vermesiyle ülke dışında da önemli
mesafe kat edildi; Suriye’nin kuzeyinde büyük çaplı askeri
harekâtlar gerçekleştirildi, Irak sınırı ötesinde operasyonlar
yapıldı. Siyasal iktidarın ihtiyaçlarıyla ‘devlet’in
geleneksel ideolojik-askeri doktrininin örtüştüğü müstesna
bir dönemdi bu ve aşağı yukarı bugünlere dek sürdü. Resmi
muhalefetin, bu aradaki tüm kritik dönemeçlerde iktidarın yanında
hizalanmasının da önemli bir nedeniydi bu.
Velhasıl, 2015’te başlayan bu siyasi-askeri konsept, AKP-MHP’nin
üzerinde uzlaştığı yeni rejim inşasını da kolaylaştıracak şekilde,
Türkiye’deki hemen hemen tüm egemen kesimlerin desteği/rızası ile
sürdürüldü. Hatta öyle ki, bu güçlü faktörün etkisiyle askeri
sanayi, rejim çekirdeğindeki kişilerin de dâhil olduğu bir
‘sıçrama’ yaşadı, yan sanayileriyle birlikte serpildi. Kamu
kaynaklarıyla zenginleşmenin yeni ve elverişli bir alanı oldu.(*)
Kendi iktisadi fırsatlarını/sonuçlarını da üreten bunlarla
etkileşim halinde bir süreç…
Gare’de can veren 12 kişi, bizzat bu sürecin bir sonucu olarak,
onun başlangıç dönemindeki şiddet fırtınasında alıkonulmuş ve
‘unutulmuştu’. Ama işte o ‘koca 6 yıl’ boyunca başka gelişmeler,
toplumda türlü reaksiyonlara da yol açacak şekilde iktisadi ve
siyasi olaylar gerçekleşti. Kronik hale gelen ekonomik sorunlar ve
bunların aşılamaması, sadece alt sınıflarda değil, hâkim sınıflarda
da kararsızlığa, arayış eğilimlerine yol açtı. Bu devinim, iktidarı
gerginleştiren ve giderek daha yüksek el oynamasına yol açan bir
basınç oluşturuyordu. Ancak rejim, içerideki baskı-şiddet açısından
da uluslararası boyuttaki eylemleri açısından da, kapasitesini çok
zorlayan hatta giderek aşan bir noktaya da gelmişti. Başta ABD
seçimi olmak üzere küresel Batı’da yaşanan gelişmeler ise bir
yandan Ankara’nın üzerindeki basıncı artırıp bir yandan hareket
kabiliyetini (daha da) sınırlayacak yöndeydi. Gare operasyonu, tam
da böyle bir momentte, “hastalığa” aranan çarelerden biri olarak da
benimsenmiş olmalı. Başarı ihtimali için, bu tür bir operasyonun
gereklerine de aykırı şekilde, günler öncesinden ‘müjde bileti’ ile
yapılan rezervasyon ve başarısızlığın ardından ortaya çıkan
hırçınlık bunu teyit ediyor. Siyasi iktidar daha önce, başarısız
sonuçları da milliyetçi bir ajitasyona tevil edebiliyor ve
muhalefetin önemli bir bölümünü hizaya çekebiliyordu. Örneğin Mart
2020’de Suriye’de 34 asker kaybı yaşandığında böyle olmuştu. Riskli
hamleler bir tür ‘milliyetçilik sigortası’ ile korunuyor,
olumsuzlukların faturası gündeme bile gelmiyordu. Ancak Türkiye’de
siyasi alanı da etkileyecek şekilde hızlanan iktisadi ve sosyal
gelişmelerin geriye böyle bir imtiyaz da bırakmadığı Gare
operasyonuyla birlikte ayyuka çıktı. Her fırsatta şeytanlaştırılan
muhalefet, alışılmadık şekilde, iki önemli bakan izahat için
kendilerine gönderilerek milliyetçi kampanyanın yanında olmaya, hiç
değilse itidale davet edildi. Ancak her iki ‘merkez’ parti
de bu kez pilavı yemedi… Tersine, başarısız operasyonun
AKP-MHP koalisyonunun zayıflayan pozisyonuyla bizzat ilgili
olduğunu vurgulayarak siyasi fatura yazmaya başladılar. Özellikle
Akşener’in milliyetçi bir söylemle yaptığı itirazlar, sorunun ‘HDP
linçi’ ile aşılamayacak bir noktaya vardığını gösterdi.
Cumhurbaşkanının, kendi sitesine bile ‘sansürlenerek’ konulacak
kadar hırçınlaşan sözleri (“yüzsüz adam”, “terbiyesiz herif”) her
ne kadar eski bir âdetle CHP liderine yöneltilmiş olsa da,
arkasındaki öfkede, Akşener’in ve onun şahsında dile gelen,
bürokrasiden ordu ve sermayeye dek çeşitli kesimlerin itirazlarının
sıkıştırması var. Burjuva muhalefet, birdenbire ayılarak
ya da artık yeter diyerek değil; toplumsal değişim
talebinin de etkisiyle olgunlaşan bir karşı-siyaset alanının
sınırlarını Erdoğan’ı öfkelendirecek kadar genişletmek suretiyle
aldı bu tutumu.
Resmi muhalefetin bu tutumunun dayanıklılığı hakkında
konuşmak için erken belki. Ama ortaya çıkmasının iktisadi,
toplumsal ve siyasal koşullarının oluştuğunu göstermesi açısından
dikkate değer. Tam bu noktada, yazının başındaki alıntıya
gelebiliriz. Çehov, en bilinen oyunlarından Vişne Bahçesi’ni(**)
1903’te yazmıştı. Mülk sahibi toprak soylu aristokrasinin ve onun
siyasal temsilcisi olarak despot Çarlık rejiminin, yükselen
kapitalist sınıflar karşısında çözüldüğü, Rusya’nın adım adım 1905
Devrimi’ne gittiği bir dönemde. Asalak aristokrasinin romantik
anılarla benimsediği Vişne Bahçesi ipotek altındadır ve taşra
kökenli burjuva tüccar, elindeki sermayeyle onu bir tatil köyüne
çevirip kâr etmek istemektedir. Vişne Bahçesi’nin sahibesi
Ravenskaya ve ailesi, yok oluşları karşısında kederlenirken,
miskin, işe yaramaz ağabey Gayev, anlık bir akıl ışımasıyla
durumlarının büyük çaresizliğini tarif eder: “Eğer bir
hastalığa bir sürü çare öneriliyorsa o hastalık onulmaz demektir.
(…) Bir sürü çare geliyor aklıma, bu da demek oluyor ki, hiçbir
çare yok aslında.”
İçinde bulunduğu marazi duruma karşı siyasal iktidar pek çok
‘çare’ arıyor. Hep doz artırarak, risk yükselterek, daha
fazlasını göze alarak… Tüm katmanlarıyla Gare şoku,
bu arayışların daha sık ve daha cüretkâr sonuçlar üreteceği bir
dönemi başlatacak gibi görünüyor.
(*) Bu konuda Bahadır Özgür’ün Gazete Duvar’daki
şu yazısına bakılabilir.
(**) Anton Çehov, Seçme Oyunlar, Yordam Kitap, 2018