Beşiktaş, Avrupa’daki son
rekabetçi sezonunu oynadığında, son olarak yine bir Alman takımını,
bu defa Bundesliga şampiyonunu ağırlamıştı sahasında. Bayern Münih
karşısında kendisi için harika bir Şampiyonlar Ligi sezonuna son 16
turunda veda etmişti. Tam altı buçuk yıl önce.
O günden sonra Beşiktaş için
ülke dışına adımını attığı an her şeyin tepetaklak gittiği yıllar
geldi. Dün geceki Eintracht Frankfurt maçı, Bayern maçından sonra
oynadığı 21’inci Avrupa maçıydı siyah-beyazlıların ve 18’inci
mağlubiyetlerini aldılar. Aynı zamanda evlerinde oynadıkları son
yedi maçın hepsini kaybettiler. Dolayısıyla bu dönemin, kulüp
tarihinin en kötü Avrupa dönemi olduğu herhâlde
söylenebilir.
BEŞİKTAŞ’IN ZAMANA İHTİYACI VAR
Her şeyin bu kadar kötü gittiği
bir dönemden, bir anda her şeyin harika gittiği başka bir döneme
geçmek ise o kadar kolay olmuyor. Belki filmlerde böyle şeyler
yaşanıyor olabilir, ama bu kurmaca bir film değil, gerçek bir
kesit. Gerçek hayatta ve hayatın gerçeküstü bir yansımasından
ibaret olan futbolda, köklü değişimler için zamana ihtiyacınız
vardır.
Beşiktaş’ın da yeniden iyi
Avrupa sezonları yaşayabilmesi için zamana ihtiyacı var. Bu dönemde
ilk bakılması gereken yer skor tabelası değil, yeşil zemin olmalı.
Orada görülen olumlu değişimler, gelecek için de umutları
yeşertmeli. Ajax maçı, kuşkusuz böyle bir maç değildi Beşiktaş
için. Hem tabelada hem de sahada alınan net mağlubiyet, umutları
yeşertmek bir yana dursun, daha da karartmıştı.
Dün gece de tabelada bir
değişiklik yoktu. Amsterdam’da yenen dört golün üzerine dün üç gol
daha eklendi ve sonuç olarak Beşiktaş iki maçın sonunda 36 takımlı
Avrupa Ligi’nin son sırasında yer almaya devam etti. Ama saha
tarafında, bu kez Beşiktaş için işlerin o kadar da kötü gitmediği
söylenebilir.
Çok uzun zaman sonra iyi bir
Avrupa maçı oynadı siyah-beyazlılar. Aynı futbolu bir Süper Lig
maçında oynasalardı, farklı kazanırlardı. Gelin görün ki,
karşılarında çok iyi bir Bundesliga takımı ve olağanüstü bir kaleci
vardı. Sonuç olarak her takım, yerel liginin kalitesi kadar. Acı
ama gerçek.
HIZLI FUTBOL, HIZLI OYUNCULARLA OYNANIR
Aslında Beşiktaş’ın rakibinden
çok farklı bir futbol tahayyülü yok. Giovanni van Bronckhorst da
tıpkı Eintracht Frankfurt gibi hızlı, dikine, geçişlere dayalı bir
futbol oynatmak istiyor takımına. Ama rakibine göre “küçük” bir
dezavantajı var; Frankfurt gibi hızlı, çabuk ve dinamik oyunculara
sahip değil (Bir takımın en ucunda Omar Marmoush oynuyor, diğerinde
Ciro Immobile. Biri futbolun gittiği yeri temsil ediyor, diğeri
bittiği yeri).
Skor olarak da geriye düşünce,
Beşiktaş mecburen rakip yarı sahaya yerleşerek, düşük bir tempoyla
oynamak zorunda kaldı. Bu anlamda Gabriel Paulista’nın dün gece
siyah-beyazlıları yaktığı söylenebilir. Çok gereksiz bir penaltıya
imza atarak skor üstünlüğünü Frankfurt’a verdi. Ondan sonra da
Alman ekibinin istediği gibi bir futbol oynandı; top
Beşiktaş’taydı, ama alanlar onların kontrolündeydi.
Yine de oyun olarak olumsuz bir
maç değildi Beşiktaş için. Bu maçtan heybeye katılacak iyi şeyler
kuşkusuz vardı. Örneğin; Cher Ndour-Gedson Fernandes ikilisinde
ısrar etmek gerek gibi görünüyor. Rafa Silva’yı da sanki mümkün
mertebe önlerinden almamak lâzım. Kanatlarda illâ orta saha
karakterli bir oyuncu daha oynayacaksa bu Ernest Muçi ya da Joao
Mario olabilir.
Dün gece Muçi, sol kanattaki en
derli toplu oyunlarından birini oynadı, her ne kadar maç sonunda
taraftarların anlamsız ıslıklarından kaçamasa da. Galiba her takım,
biraz da taraftarının kalitesi kadar. Oyuncuları sürekli diken
üstünde oynayan bir takım, ne kadar ileriye gidebilir ki? Bu
anlamda Van Bronckhorst’un maç sonundaki sözleri de çok
anlamlıydı.
TERCİHLER VE SONUÇLAR
Siyah-beyazlıların dün geceki
oyununda en büyük eksikliklerden biriyse bekleriydi. Süper Lig’de
oyuna fazlasıyla katılan Jonas Svensson ve Arthur Masuaku,
Frankfurt karşısında bunu yapabilmek için fazla ağırlardı. En
uçtaki Immobile de aynı şekilde. Ceza sahası içindeki kalitesi
Süper Lig için hâlâ yeterli olsa da, Avrupa maçlarında neden artık
Türkiye’de oynadığı net olarak görülebiliyor.
Ne yazık ki Beşiktaş saha içinde
taşıması gereken birden fazla oyuncuya sahip ve bu da Avrupa’da
fiziksel açıdan ciddi bir handikap yaratıyor.
Eintracht Frankfurt, bu sezonki
en büyük yatırımlarını 22 yaşındaki Hugo Ekitike ile 18 yaşındaki
Can Uzun’a yaptı ve bu iki oyuncunun bonservislerine 30 milyon
euro’ya yakın bir para harcadı. Beşiktaş ise bütçesinin en büyük
kısmını 30 yaşın üstündeki iki oyuncuya, Rafa Silva ve Ciro
Immobile’ye ayırmayı tercih etti. Bu tercihlerin elbette bir de
sonucu oluyor. İki yıl önce Avrupa Ligi’ni kazanan Frankfurt, yeni
uluslararası başarılar için rekabete devam ederken, Beşiktaş ise
yerel başarıların peşinde koşup, onlarla yetinmek zorunda
kalıyor.
Elbette bu yalnızca Beşiktaş
için değil, Avrupa kupalarına katılan tüm Türk takımları için
geçerli. Bu hafta dört Türk takımı (Beşiktaş, Fenerbahçe,
Galatasaray ve Başakşehir), Avrupa haftasını galibiyetsiz kapattı
(iki beraberlik, iki mağlubiyet). Üstelik bunlardan biri bir
Letonya takımına karşıydı.
Günün birinde Avrupa’da rekabet
edebilmek için genç, tempolu, dinamik, kısacası fiziksel kapasitesi
yüksek takımlar kurmak gerektiği gerçeği, buralarda da kabul
edilirse, o zaman daha farklı şeylerden söz edebiliriz. O güne
kadar, garp cephesinde yeni bir şey yok. Şark kafasıyla futbol
oynamaya çalıştıkça olacak gibi de görünmüyor.