Çocukluğumda yaşadığım evden, yedi yaşıma gelene kadar, üç
cenaze çıktı. Yirmili yaşlarımın başında buna bir tane daha
eklendi. Ve geçen sene bir tane daha.
Cenazelere, ölüme, ölüye alışkın biriyim. Salonun ortasında,
üzerinde bıçak, bembeyaz kefen içinde boylu boyunca yatırılmış
epeyce cenaze gördüm. Gasilhâneye de girdim, meftayı yatırmak için
yeni kazılmış mezara da.
Ölüm ve ölü beni itmez.
“Gassal” dizisi de bana bu açıdan hiç itici gelmedi.
Fakat izleyici kitlenin geneline öyle geldi.
Anlaşılır bir şey; durduk yere saatlerini, hem de keyfe
ayrılacak saatlerini, ölüyle, ölü yıkayıcılıkla geçirmeyi neden
istesin insan! Soğuk şeyler bunlar.
Ama bundan daha güçlü iki handikabı vardı dizinin, ve ikisini de
aşıyor.
Biri, TRT’nin dijital platformunda yayınlanıyor olmasıydı. Daha
açık ifadeyle, dindar muhafazakâr siyasal iktidarın kültürel alan
üzerindeki hegemonik gayretinin bir uzantısı olarak, dijital
yayıncılık alanında Netflix, Amazon Prime, Disney+ gibi
platformlara alternatif olması maksadıyla, “yerli ve milli”
değerler odaklı içerik üretiminde stratejik rol üstlenen bir
platformda yayınlanıyor olmasıydı.
Daha dizi ortada yokken, yayına girmemişken, dizinin tanıtım
kampanyasında kullanılan “Ölünce beni kim yıkayacak?” sorusu ve bu
sorunun yazılı olduğu küçüklü büyüklü afiş, ilan ve billboardların
şehrin her yanına asılması da (bekleneceği gibi ve doğal olarak) bu
çerçevede değerlendirildi. Öfke kustuk. “Ölünce beni kim
yıkayacak?” sorusunun kitlelere “Bu dünyayı (zamları, yoksulluğu
vs.) boş ver, zaten fâni, sen ahireti, ölümü ve ölümden sonrasını
düşün” demeye geldiği yorumları yapıldı.
Ama tam aksine, dizide baş karakterin kendi dünyevi varlığını,
en temelde de şu hayattaki yalnızlığını, kimsesizliğini
sorgulamasının bir aracı olarak işleniyordu bu soru.
“Gassal”, bireyin küçük dünyasına odaklanan anlatılardan; bize
gassal Bâki’nin hikâyesini anlatıyor. Başkasının el, ayak, diş ya
da baş ağrısı çekmesi gibi, gassal Bâki de yalnızlık ağrısı
çekiyor. Yapayalnızdır, kimsesizdir Bâki. Annesi o küçükken
ölmüştür, babası da hapistedir. Hiç evlenmemiştir ve sevgilisi de
yoktur. Bir tek Ahmet adında bir arkadaşı vardır ama o da “ev
erkeği” olmuş, kendini ve tüm vaktini çocuklarıyla karısına
adamıştır. Zaten onuncu bölümün, yani birinci sezonun sonunda da…
Neyse, “spoiler” olmasın! Her günkü hayatının bir ânında başından
ona elbet bir gün öleceğini hatırlatan bir olay geçer. Kimsesiz
olduğu için, tek gassal olan kendisi öldüğünde onu kimin
yıkayacağını dert edinir. Bu dert giderek Bâki’nin tüm bir hayatını
sorgulamasına yol açar.
Başlangıçta yalnızlığını hayatının bir ayrıntısı gibi düşünür
(ki bu sebeple arkadaşı Ahmet ve eşinin ısrarıyla kız istemeye bile
gider). Fakat sonra öyle olmadığını anlar. Çünkü ağrı (el ayak, baş
ve dış ağrısı gibi) parçanın organik bütüne başkaldırışıdır ve
Bâki’nin yalnızlığı da toptan bir bütün olarak kendi varlığına
başkaldırmıştır. O yüzden evlenmek (bir balığın yüzgeçlerini kanata
dönüştürmekle balık olmaktan kurtulamayacağı, olsa olsa telef
olacağı gibi) Bâki’yi kendi varoluşundan kurtaramayacaktır.
Elbette Bâki’nin bu kendi varlığında direnme direnmeme meselesi,
dizide kara komedi ve absürd mizah bileşiminin elverdiği üslup ve
nitelikte seyre sunuluyor. Zannedildiğinin aksine dindar
muhafazakâr hiçbir içeriği, hiçbir göndermesi yok dizinin. “Büyük
Belki’yi keşfe gidiyorum.” Ölüm döşeğindeki Rabelias’nin son
sözüymüş bu. “Gassal”da Rönesansın bu büyük yazarının iması kadar
bile bir ima yok ölümden sonraki yaşama dair. Dizi sadece işine
bakıyor, kara komedisini ve absürd mizahını yapıyor. Cem Yılmaz’ın
“uzaya çıkmış Türk” tiplemesi gibi, “Gassal” da herkesi bekleyen
sonu gösterdiği için hep kaçtığı, sona dair korkuyu artırdığı için
görmek istemediği ölüyle yüz yüze gelmiş Türk’ün o acemi ve
bocalayıp saçmalayan halinin mizahını yapıyor biraz.
Diğer handikap da başrolde Ahmet Kural’ın olmasıydı. Ahmet
Kural, şarkıcı Sıla’ya ettiklerinden sonra “persona non grata” ilan
edilmişti. O yüzden (yine bekleneceği gibi ve doğal olarak) içinde
onun yer aldığı bir yapımı izlemek istemiyorduk. Hatta, ilk
handikapla bağlantılı olarak, böyle bir persona’ya bu yapımda
başrol verilmiş olmasının siyasal iktidarın kadına bakışının,
kadının erkeğin yanındaki konumuna ilişkin düşüncesinin bir sonucu,
yani ideolojik bir tercih olabileceğini düşündük. Belki sahiden
öyledir, bilemeyiz. Fakat bu ihtimal, Ahmet Kural’ın bu kara
komedi, bu absürd mizah için zorunlu olarak düşünülüp hesaba
katılacak bir oyuncu olduğu gerçeğini ilga etmez. Gassal Bâki’yi,
bu mutsuzu, bu öfkeliyi, mutsuz ve öfkeli olduğu için çevresindeki
herkese çemkirip “laf sokan” bu hicivciyi galiba kimse ondan daha
iyi canlandıramazdı.
Bölüm sonlarında kullanılan arabesk şarkılar da çok iyi gitmiş
diziye, yerli yerinde duruyor, bunu da söylemek lâzım. Bu motif,
yani müzisyenlerin hikâye içinde aniden grantuvalet sahne
kostümleriyle arzı endam edip şarkı söylemesi, galiba ilk kez Fatih
Akın’ın bir filminde kullanılmıştı (hangi film olduğunu
hatırlamıyorum, Google’da arayıp bulmakla da uğraşmayayım şimdi);
sonra başka yapımlarda da kullanıldı. Ama bu diziye sahiden
yakışmış. Hele yedince bölüm sonunda çok sevdiğim bir İbrahim Erkal
şarkısı (“Sevme”) söylemişler ki, bir şarkı oradaki dramatik âna
ancak bu kadar yakışabilir.
Sonuçta... “Gassal” bizi ters köşeye yatırdı. Ne ölünün
soğukluğu var, ne dindar muhafazakârlığın propagandası.
“Gassal”ı, senaryoda yer yer görünen boşluklar, küçük rollerdeki
vasat oyunculuk, inandırıcılığı zedeleyen abartılar vb sebeplerle
eleştirebiliriz ama galiba Türk dizi tarihinin eli yüzü düzgün
yapımları arasında görmezlik edemeyiz.