İlginç ve takdire şayandır ki Gaye Su Akyol, birçok yerli müzisyenin, haklarında bir satır yazması için taklalar atmaya hazır olduğu Financial Times gibi mühim mecralarda geçen bahisleriyle yurt dışı pazarındaki algısı ve ticareti için gayet iyi sonuçlar yakalarken, bilip bilmeden her konuda fikir beyan edip kutuplaşmaya meftun domestik tuzluk ordusu sayesinde fazladan hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan her geçen gün yurt içindeki profilini de cilalıyor.
Kadıköylü müzisyen Gaye Su Akyol’un yeni albümü Anadolu
Ejderi’nin çıkışı için “Spotify Wrapped” haftasını, yani
herkesin platforma ilgisinin ve algısının tavan yapacağı günleri
seçmesi tesadüf değildir herhalde. Zira, bir albüm kritiğinden
ziyade bir profil incelemesi olan bu yazının devamında değineceğim
gibi, kendisi bana göre her şeyden önce iyi bir stratejist. Yine de
yoğun emek ve ehemmiyetle yaratılan bu içerik hakkındaki
fikirlerime yazının devamında kısa da olsa yer vereceğim.
Spotify, her sene bu zamanda yıldızlı pekiyili çocuklarını
tahtanın önüne dizip diğer öğrencilere alkışlatan öğretmen misali
ekranlarımızı ve gönüllerimizi bol dinlenen, pek şenlenen
şarkıcılar ve gruplarla bezer, pekiyili çocuklar da yıldızlarını
yüzlerimize sıvarken, bırakın yıldızları, pekiyileri, dijital
müziğin nicelik ölçeklerinde “geçer” bile alamayan yüzbinlercesi de
boynu bükük bir köşeden izliyor temaşayı, elleri sosyal medya
hesaplarında kendi verilerini paylaşmaya varmadan. Platform, hem
tüketicilerin hem de tedarikçilerin dinle(n)me istatistiklerini
derleyip “Spotify Wrapped” adıyla kasım sonunda, yani küresel
tüketim çılgınlığının sömürülerek arşa vurdurulduğu haftada
yayınlarken, sanatçıları ve dinleyicileri de bu curcunaya ortak
ederek yılın en büyük ve maliyetsiz reklam kampanyasını yapıyor. Bu
tam gaz reklam treninin bir vagonundan da Gaye Su Akyol’un Anadolu
Ejderi bizlere dil sallıyor.
Albüm kapağı.
Ben iyi bir Gaye Su Akyol (yazının geri kalanında, kendisinin de
benimseyerek kullandığı şekilde “GSA”) dinleyicisi değilim, hatta
ben GSA dinleyicisi değilim, ama Gaye’yi şahsen tanıyorum ve
yaptıklarını uzun süredir belli bir mesafeden gözlemliyorum. Müziği
bana direkt hitap etmese de, eylem ve söylemlerinin bir kısmı
aklıma yatmasa da, kariyerini inşa ederken kullandığı bazı
yapıtaşları yabancılaştırıcı gelse de yakından bakmaya ve
değerlendirmeye değer bir profil olduğuna inanıyorum. Kültür-sanat
eleştirisinin hakkaniyetli ama çok yönlü olması gerektiğini,
yalnızca beğenilip övülmek istenen şeyler üzerine yazıp çizmeyi
doğru bulmadığımı daha önceki bir yazımda ifade
etmiştim ve bu doğrultuda davranmaya gayret ediyorum. Bu yazıda yer
alan şu kısmın tam da GSA’nın yaratıp bize sunduklarına karşılık
geldiğini düşünüyorum:
"Bir sanatçı, şarkı yazarı, müzik grubu bir eseri ortaya
çıkartırken türlü şey düşünür. Çoğu zaman derinlemesine bir
sürü fikrin altına girer, üstünden çıkar, evirir, çevirir, yazar,
bozar, yapar, yıkar ama düşünür. Epey hem de. Uğraşır. Herhangi bir
metni nasıl bir beste ve tavırla bir şarkıya çevireceğini, veya bir
nota/akor dizisine, bir melodiye, bir besteye hangi sözleri nasıl
oturtarak onlardan bir şarkı yapacağını. Bu düşünceler genelde bir
enstrümanın veya kâğıdın başına oturur oturmaz çıkmaz, çıksa da
genellikle asla son hali olmaz. Saatler, günler, haftalar, hatta
bazen aylar içerisinde defalarca evrilir bu fikirler. Söz değişir,
nota değişir, akor değişir, nakarat değişir. Hepsi birden
değişebilir. Evrilir, muhtemelen güçlenir ve iyileşir, sonra da
sanatçıya göre nihai haline gelir. Sanatçı uğraşmıştır yarattığı
şeyle. Üzerine düşünmüştür. İster ki ondan çıkanı insanlar
dinlediğinde bir tepki versin. Tercihen olumlu olsun tabii ki
tepkiler. Ama her şeyden önce sanatçı tepki ister. Olumsuz da olsa,
yaratmak için kılı kırk yardığı eserinin dinleyende uyandıracağı
hisleri bilmek, duymak, görmek ister. Fikrini sunmuştur; o fikirle
yola çıkarak meydana getirdiği eseri kayıt altına alıp
alenileştirmiş, yani herkesle paylaşmıştır. Artık o fikir
münazaraya açıktır.”
GSA yarattıkları üzerine çok kafa patlatıyor. Söze, besteye,
düzenlemeye, enstrüman çalımına, prodüksiyon ögelerine önem veriyor
ve bunlarla çok uğraşıyor. Yanı başında bu kalemlerin çoğunu
güvenerek emanet ettiği, senelerdir müzikal üretimini ve sunumunu
birlikte gerçekleştirdiği (lakin ne hikmetse sahnede ve videolarda
maskelerle ve/veya cübbelerle yer alan) Ali Güçlü Şimşek, Görkem
Karabudak ve bu albümde tekrar bir araya geldiği Barlas Tan Özemek
gibi yoldaşları bulunuyor. Kanımca iyi bir sesi ve şarkıcılığı var.
Türk Sanat Müziği gibi zor, katı ve özgün yoruma kapalı olduğu
varsayılan bir türü ele alması, merkezden çepere doğru
çeşitlemelerle yorumlaması ve bunu bence gayet iyi kotarması
takdire değer. TSM dışında kalan, illa sınıflandırmak gerekirse
Anadolu Folk-Rock, Türkçe Alternatif / Psikedelik Rock gibi
yarı-uydurma janr adlarıyla tanımlanabilecek şarkılarının çoğu da
kalburüstü dinleme zevkleri arz edebiliyor.
Albümün ilk teklisi “Sen Benim Mağaramsın”ın video
klibinden.
Önceki paragraftaki müziğe dair kalemler bir müzik kariyerinin
yalnızca bir kısmı. Hammadde, yani kaydedilmiş şarkılar
(“master”lar) ortaya çıktıktan sonra bunların paketlenmesi,
pazarlanması, tanıtılması, anlatılması işleriyse diğer ve GSA’nın
hem iddialı olduğu hem de sanırım en keyif aldığı kısım. Fakat
aldığı tek şey keyif değil, bolca hınç da var orada. Özellikle
polemik, ayar, atar, gider gibi ata sporlarımızın yeşerdiği
Twitter’da ve benzer dinamiklerin hamaset ve cafcaflı görsellikle
kamufle şekilde hüküm sürdüğü Instagram’da, merkezinde veya
odağında GSA’nın durduğu birçok mevzu yaşandı geçtiğimiz yıllarda.
Kâğıt üzerinde bu mevzuların çoğundan da kendine göre muzaffer
ayrıldı. Kimseye eyvallahı olmadığını, sözünü sakınmadığını,
müdanasız ve hesap vermez olduğunu anlatmak için, içine girdiği
veya kendini içinde bulduğu tartışmaları, yorum ve eleştirileri
daha serinkanlı, müşfik ve latif bir üslûpla karşılasa bu zaferleri
daha sahici olur muydu acaba?
Bir müzik kariyeri inşasının başlıca sacayağı onun yönetimidir.
Gördüğüm ve bildiğim kadarıyla bu işi de kendisi yapıyor GSA, yani
kendisinin menajeri. Verdiği bazı akılcı temel kararlarla ve
girişkenliğiyle kalabalıktan sıyrılmanın kestirme yollarını görüp,
bu yolları kararlı ve kendisinin de çok sevdiğini düşündüğüm
şekilde “istikrarlı” adımlarla yürüyor.
Bu adımların en önemlileri eserlerin nasıl yayınlandığı (plak
şirketi) ve konser anlaşmalarıyla organizasyonlarının (booking)
nasıl yapıldığı. GSA, bu alanları yurt içi ve yurt dışı olarak
ayrıştırarak, Türkiye dışı tüm fonogram (master kayıt) yayım
haklarını ve konser işlerini yabancı şirketlere emanet etmiş
durumda. Bu sayede, muhtemelen avucunun içi gibi bildiğine inandığı
yurt içi pazarını kendisi kontrol ederken, bölgesel/yerel
ittifaklar olmadan penetre etmenin pek mümkün olmadığı Avrupa ve
diğer pazarlarda iş yapabiliyor. Böylece, kulvardaşı
diyebileceğimiz isimlerden, Anadolu Rock yorumlamalarını ve
çeşitlemelerini batılı dinleyiciye başarıyla sunan, iki üyesi Türk
asıllı, Hollandalı grup Altın Gün (ki aynı zamanda
“labelmate”ler, yani aynı plak şirketi bünyesindeler) veya
Avustralyalı King Gizzard & The Lizard Wizard gibi
grupların medya (ki bu son derece zor ve önemli bir unsur), turne
ve festival çemberlerine de erişebiliyor.
Müzik sektörü tanıdık olanı seven, risk almaktansa işleyen
formülleri uygulamayı seçen profesyonellerin at oynattığı bir
sektördür. Bir janr ilgi görüyorsa sorgusuz sualsiz koşun peşine,
bir grup tutuyorsa altına hücum, saldırın! Hele, yeni, işlenmesi
gereken, yatırım gerektiren isimlerin arkasında duracak vizyon,
para ve dirayetin hak getire olduğu bu süper-sürat çağda, dilimizi
konuşmayan batılılara eldeki sanatı ve sanatçıyı anlatabilmek ve
dinletebilmek için başkaca araçlara ihtiyaç duyuluyor. GSA’da bu
araçlardan bolca var, kendisi de bunu çok iyi biliyor ve
değerlendiriyor. Kendisinde olmayanların açıklarını da çoğu kişiye
göre aşırıya varan bir PR çalışmasıyla kapatıyor. Ben işin o
tarafında ne yaptığını, nasıl iş birlikleri olduğunu bilmiyorum ama
birtakım şeylerin epey ince elenip sık dokunduğunu tahmin
edebiliyorum. GSA, hakikati arar ve yüceltirken, bu çağda yaratılan
algının ve satılan imajın hakikatten önemli olduğunu gayet iyi
biliyor.
GSA ve galiba ahşap papağan.
GSA’nın tüm şarkıları Türkçe ve orijinal şarkılarının sözlerinin
tamamı kendisine ait. Çoğunun bestesi de sadece kendisinin. Bu
önemli bir meziyet. Bu müziği ve Türkçe sözleri önemli müzik
mecralarında yayınlatabilmek, işlerinden ve kendinden
bahsettirebilmek de bir maharet. Hafta içinde yaşanan ve “tam
bizlik” bir vaziyet arz eden Financial Times olayı da
zincirin ilginç bir halkası. GSA’nın yeni albümüyle ilgili İngiliz
gazetesi Financial Times’ın basılı versiyonunda “Erdoğan’s
Nigthmare” başlığıyla, çevrimiçi mecrasında da “Turkish Singer Gaye
Su Akyol is Erdoğan’s Worst Nightmare” (Türk şarkıcı Gaye Su Akyol
Erdoğan’ın en kötü kâbusu) başlığıyla bir makale yayımlandı. Kısa süre
sonra çevrimiçi başlık “Turkish Singer Gaye Su Akyol – hope and
freedom” (“Türk şarkıcı Gaye Su Akyol – umut ve özgürlük”) olarak
değiştirildi. Kimine göre bu değişiklik sosyal medyadaki ağırlıklı
olarak alaycı tepkiler üzerine yapıldı, ama ben ilk defa bu denli
bir yayımda böyle bir yola gidildiğini gördüğümden bunun asıl
nedenini merak ediyorum. İçimden bir ses, GSA’nın veya varsa PR /
Basın İlişkileri ajan(s)ının makalenin yazarı Nick Hasted’a
ulaşarak liberal batılı bir coşkuyla atılan bu başlığın
değiştirilmesini istediğini söylüyor ama yanılıyor olabilirim.
GSA’nın konuyla ilgili “Müthiş saçma, provokatif, aynı zamanda sığ
ve içerikten bağımsız bir başlık atılmış. Ama gerçekler yeterince
ağır ve yerli yerinde. Anadolu Ejderi’nden sevgiler” şeklindeki
tweet’i de bunu düşünmemi
destekliyor. Sosyal medyada durumla, GSA’yla veya varsa PR
şirketiyle alay edilirken ıskalanan şu ki, başlık, kısmen
sansasyoncu ve işgüzarca bir gazeteci/editör refleksiyle, yazarın
ilk cümlesindeki nesnel fikrinden türetilmiş.
Bu saygın ve batılı kültür-sanat-müzik yazarlarının biraz da
naiflikle gözden kaçırdığı, aslında kaçırmanın işten bile olmadığı
hatta her daim alıcısı bol oryantalizmin gölgesinde kaçırmanın
işlerine geldiği şey, GSA’nın Erdoğan’ın bırakın “en kötü”sünü,
herhangi bir kâbusu olacak hacimde bir isim olmaması. Muhtemelen
dillerini konuşabilen, cesurca kuşanılmış kostümlerle, provokatif
söylemlerle karşılarında duran, aşırı özgüvenli, dediğim dedik,
özgür(lükçü), alımlı bu kadını ülkesine mâl olmuş ölçekte biri
(“household name”) zannediyorlar. İlginç ve takdire şayandır ki,
GSA, birçok yerli müzisyenin, haklarında bir satır yazması için
taklalar atmaya hazır olduğu bu mühim mecralarda geçen bahisleriyle
yurt dışı pazarındaki algısı ve ticareti için gayet iyi sonuçlar
yakalarken, bilip bilmeden her konuda fikir beyan edip kutuplaşmaya
meftun domestik tuzluk ordusu sayesinde fazladan hiçbir şey
yapmasına gerek kalmadan her geçen gün yurt içindeki profilini de
cilalıyor.
Albüme dönecek olursak bence bugüne kadar yaptıklarının en
iyisi. 11 şarkısı içinde en özel bulduklarımın “Vurgunum Ama
Acelesi Yok”, “Biz Ne Zaman Düşman Olduk”, “Bu Izdırabın
Panzehiri” ve “Artık Başka Bir Lisansın” olduğunu
belirtmek isterim. Her biri sadece ismiyle dahi son derece
davetkâr. Albümü dinlemenizi, beğendiğiniz takdirde kendisinin
önceki üç albümüne de kulak vermenizi öneririm. Zira burada
bulacaklarınızdan oralarda da bol bol var. GSA birtakım şeyleri
anlatmak için dört albümdür ve sekiz senedir kılı kırk yarıyor. Ve
GSA istikrarı seviyor, evet. Ama istikrar, kelime kökünü paylaştığı
“tekrar”a dönüşürse cazibesini yitirebilir. Eminim Gaye bunun da
farkındadır ve müstakbel anlatılarını şimdiden planlamaktadır.
Başta bahsettiğim Spotify
verilerine göre ülkemizde platformdan en fazla dinlenen şarkının
KÖFN adlı ikilinin herhalde bi’ tek benim anlamadığım “Bi’ Tek Ben Anlarım” şarkısı olduğu, tüm vokalleri
yapay zeka ürünü “Today” adlı Çin malı bir şarkının 100 milyon dinlenmeyi geçtiği,
Instagram’da GSA’nın 1000 katından fazla (263 milyon) takipçisiyle
bir sonraki yazımda incelemeyi umduğum, hiper-ünlü Amerikalı komşu
kızı Taylor Swift’in sadece Kuzey Amerika ayakları satışa açılan 52
konserlik turnesi için 48 saatte 2 milyondan fazla biletin
satıldığı, dolayısıyla bu işlerle ve müzikle ilgili hiçbir şeyi
fazla önemsemememiz, kendimizi fazla ciddiye almamamız ve enginlere
sığmaz taşar egolarımızı fazla şımartmamamız gereken, tuhaf ve
manasız bir çağda yaşadığımızı düşünüyorum.