Dış politikayı anlamlandırmaya çalışıyoruz. Kimimiz bu konuda onyıllardır yazmış gazeteci, kimimiz onyıllardır bu konuda ders vermiş hoca, kimimiz onyıllar boyu hariciyede görev yapmış eski memur, kimimiz dil bilgisiyle ve özel merakıyla sahayı ve bu konuda ilgili ülkelerin dillerinde de, uluslararası düzeyde de yapılan yayınları izleyen uzman, bazılarımız da silâh teknolojileri, gemi-uçak trafiği, tarihin belirli bir dönemi, uluslararası hukuk gibi pencerelere hâkim analist. Ayrı düşünebiliriz, yeri geldiğinde birbirimizle kendi aramızda oldukça sert ve doğrudan bir üslupla tartışabiliriz de doğal olarak ama sözünü ettiğim -esasen dar- topluluk, ahlâkı mücessem ve entelektüel dürüstlüğü sorgulanamaz, zihnen özgür, anayasal yurttaşlık haklarını savunmak isteyen bireylerden oluşuyor. Her birimizin dış politikada her konuyu, her alanı, her ayrıntıyı derinlemesine bilme, izleme olanağı da yok.
Durum böyle ancak siyasetin giderek ve baş döndürücü, sersemletici bir ivmeyle artan biçimde içinin boşaldığı, keyfileştiği, anlamsızlaştığı, mantıksızlaştığı, anti-hukukun “norm” olduğu, her konuda tek şefin ağzına bakıldığı verili ortamda, yaptığımız işten, ne denli iyi niyet sözkonusu olursa olsun, hayır gelmesine pek olanak yok. Geçen yazımda belirtiğim üzere sanki her şey gerçekten “normalmiş” de tek dış politika kusur, ayrıksı kalmış gibi düşünerek, “ceteris paribus” bir yaklaşımla konuşmak şu mahut “oyuna gelmenin” ta kendisi. Hani iki dünya savaşı arası dönemde, Almanya’nın bugüne dek tek Yahudi Dışişleri Bakanı Rathenau’nun 1922 Haziran ayında öldürülmesiyle*, daha 1933’e on yıl kala sonun başladığı, aklıselimin son kalan sesinin susturulduğu anlatılır. Bizde bir Rathenau olmadığı, çıkmadığı gibi, o muhayyel “Rathenau suikastı anı” çoktan geçilmişe, geride bırakılmışa benzer.
Oruç Reis yeniden denize açıldı. Sinop’ta S-400 ateşlendi. Azerbaycan’a Suriye’den cihatçı transferi Rus Kommersant gazetesinde ayrıntılarıyla haberleştirildi. KKTC cumhurbaşkanlığı seçimlerine bodoslamadan müdahil olundu. (Kars kapatılırken) Maraş açıldı. Suriye’de yeni askeri harekâtların kapıda olduğu duyuruldu. Çavuşoğlu, ortak basın toplantısında konuk İsveç Dışişleri Bakanı’na “ifade özgürlüğü dersi” verdi. Şu belki en fazla bir haftaya sığan güncel gelişmelere ve ötesine bakıp, derli-toplu, bütüncül, amaç-tanım-kapsamı belirli, çok boyutlu, olanaklarıyla hedefleri uyumlu, dahası hedefleri belli bir dış politikadan söz edilebilir, dönüp siz değerli okurlara bunun (eleştirel de olsa) akılcı bir çözümlemesi yapılabilir mi? Tüm bu adımlar, artık alışılageldik ipe sapa gelmez atar-giderler, içeride olan bitenden kopuk şekilde kendi kendine uzay boşluğunda asılı duruyormuş gibi değerlendirilebilir mi?
Örnekse, tarihin belki en güçlü, renkli ve hatta sempatik ulusal futbol takımı kadrosuyla Şenol Güneş kötü bir başlangıç yaptı. Hepimiz gibi ben de “futbol uzmanıyım” –oturduğum yerden tabii. Yine oturduğum yerden, Ali Topuz amirim de cevaz verse, Şenol Hoca’yı yerden yere çalan bir analiz yazıp, bu sütunlardan sizlerle paylaşabilirim. Buna karşılık, yeri gelir de Şenol Hoca’yla yüz yüze oturup konuşsak, o da sabır ve büyüklük gösterip söyleyeceklerimi dinlese, dönüp bana “ulan Aydın ömrüm futbol sahalarında üst düzey oyuncu ve teknik direktör olarak geçti, şu söylediklerini, ben bilmiyor muyum Allah aşkına?” dese, herhalde edep gereği susup, önüme bakmam uygun olur. Dış politika konusu ise böyle değil. Aksine hepimizin susup, önüne bakması bizden istenen tutum. Hatta hazırola geçmemiz, çakmak bakışlar, çatık kaşlarla, göğüsler dışarıda, karınlar içeride tek sesten “saol!” diye gürlememiz bekleniyor.
Dış politikada seçeneklerin tüketilmemesi, kendini bir köşeye hapsedecek biçimde zemini boyamamak, uzgörülü, sağduyulu, soğukkanlı, telaşsız, suskun davranmak işin abecesi. Eğer gerçekten amaç ulusal çıkarları savunmaksa. Yok amaç, sürekli yeni tantanalar çıkarıp, adı konmamış seferberliği ve olağanüstü hali daimi kılmak, dış politikanın ekmeğini içeride yemekse, işte “sözün bittiği yer” orası. Ne yapalım, laf ebeliğine, laf yarıştırmaya mı girişelim Altungiller, Kalıngillerle? Bahçeli gibi çıkıp tekerlemeler mi sıralayalım peş peşe, “o sazlıklar boy boy…” bilmem ne diye? Berberoğlu konusunda AYM kararını takmayan mahkeme meselesinde Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi “bekleyeceğiz” mi diyelim? Trump seçimi kazansın diye açıktan dua eden hümayun mabeyninin yanına dizilip, “amin” deyip, avuçlarımızı sakalımıza mı sürelim?
Ekonomide sonu gelmeyen bir “öne kaçış” benzetmesi yapılıyor sürekli. Dış politikada da benzer durum geçerli –diyorum ben. Aradaki fark şu ki, her iktidar kendi devletini ekonomik olarak batırmakta sonuçta özgür. Ancak, dış politikada sürekli çatışma, sürtüşme aramak, kendi batarken bölgesini ve üyesi olduğu uluslararası ittifakları da birlikte batırmak diye bir seçenek yok kitapta. Ha “var kardeşim, o kitabı da biz yazıyoruz, bekleme yapma” diyorsanız, “eyvallah baba” derim. Ben derim de, “ona öyle demezler, peynir ekmek yemezler” müsaadenizle. Ha ben sürekli “-mış gibi yapıyorum, el artırıyorum, bak nasıl masaya geliyor muhataplar” diyorsanız, bal yapmayan arı misali, burnu yerde yerli ve milli topçunun çalım çalım derken, gidip taca çıkmasını anımsarım. Başta CHP, muhalefete de döner “aman siz bari dolduruşa gelmeyin, ittifaklardan, AB üyeliği perspektifini gündemde canlı tutmaktan, diplomasiden ayrılmayın” derim.
Yanıtını beyhude arayıp bir türlü bulamadığımız bu, yüzü yüzyıllardır Batı’ya dönük, hatta düpedüz Batı’nın organik bir uzantısı olan, Akdeniz havzasına uzanmış yarımadamızı Batı’nın güvenlik mimarisinden koparmaya, “muasır medeniyet seviyesi” de denilebilecek değerlerden ayırmaya yönelik milliyetçi-mukaddesatçı-ulusalcı iktidar odağı koalisyonun “öne kaçış” politikalarının sonu, ne zaman, nasıl, hangi koşullarda gelecek? Büyük bir ateş topu ve mantar biçimli duman halinde mi, ekonomik batış nihayete erdiğinde “harç bitti, yapı paydos” diyerek mi, Napolyon Bonapart’ın trajedisi değil, Louis Bonapart’ın farsı olarak mı? Ayrıca diğer, “şimdi sen bu işleri bırak da” istihzasına her daim mazhar soru da, “ademimerkeziyetçi idare reformu, Batı standartlarında laiklik, ifade özgürlüğü, tam bağımsız yargı, modernleşme odaklı çağdaş eğitim, toplumsal dönüşüm” vb. temel öncelikler menüde tutulmadan, tek başına dış politikada değişim beklemek, ne denli gerçekçi?
Sürekli “ders almam, ders veririm” safsatası “dik duruş” kisvesiyle ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülüyor. Parametre tanımam, kriter denince mandacılık anlarım, kendi kriterimi kendim yazarım, zincirlerimizi kırıyoruz, bendimizi çiğneyip taşıyor, muhasarayı yarıyoruz teranelerini dinlemekten aptal olduk. Her gün aklımızla alay edilmesini, insanlık onurumuzun ayaklar altına alınmasını güzide muhalefet, Ahmet Murat Aytaç’ın veciz tespitiyle bilhassa müphem bırakılmış bir “stratejik suskunluk” adı altında sineye çekiyor. Bunun karşısında ise Erdoğan’ın çok daha anlaşılır “taraf olmayan, bertaraf olur” duruşu var. Muhalefet normlardan yana durmazsa, “anti-emperyalizm” gerekçesiyle parametre, kriter tanımamayı marifet sayarsa bu gayya kuyusunda geçireceğimiz zaman uzar, mevcut dış politika da görülebilir gelecekte sürer gider.
*Kişisel olarak ilginç bulduğum, büyükbabamın babası Cemal Azmi Bey aynı yıl Nisan ayında öldürülürken, ondan hemen iki ay sonra yine başkent Berlin’de, değil sürgünde bir Osmanlı valisinin, devletin kendi dışişleri bakanının suikasta kurban gitmesinin ne denli bir “vahşi Batı” durumuna girildiğini göstermesi. Deyim yerindeyse Bahaettin Şakir-Cemal Azmi ikiz suikastı o dönem Almanya’sı için “leblebi-çekirdek” sayılmış, şöyle bir göz atılıp geçilmiş bir vakayı adiye olmalı.