Birkaç yıldır bir kitap serisi kapsamında (Türkiye’nin Ellili, Altmışlı ve Yetmişli Yılları, Der. Mete Kaan Kaynar, İletişim Yayınları) Türkiye’nin basın tarihini onar yıllık dönemler halinde anlatmaya çalışıyorum. Haliyle bunun için arşivlerde tozu dumana katarak eşelenmek gerekiyor. Ara sıra üniversite kütüphanelerine yolum düşse de, bu faaliyeti genelde, aralarında büyük yaş farkı olan iki grubun, öğrencilerle emeklilerin bir araya gelebildiği nadir mekanlardan biri olan Milli Kütüphane’de yapıyorum. Kütüphane ve arşiv izlenimlerimi daha önce yazmıştım.
Elliler’den itibaren taradığım gazeteler bana, tarih tekerrürden ibaret olduğu için geleceği arşivde aramanın ne kadar isabetli ve gazetelerin-dergilerin sosyal ve beşerî bilimlerin her disiplini için ne kadar hayati bir kaynak olduğunu gösterdi. Bazı olaylara şaşırdım, bazılarına güldüm, bazılarının bugün yaşadıklarımızın altyapısı olduğunu fark ettim. Meraklı tabiatım gereği ve magazini bir sosyal tahlil aracı olarak gördüğümden magazin gazete ve dergilerine gerekenden fazla zaman ayırdım.
Fakat Seksenler’e sıra geldiğinde manzara biraz farklılaştı. Çünkü Seksenler benim, aile ve sosyal çevremin velayeti-vesayeti altından yavaş yavaş sıyrılmaya başladığım, kendim ve dünya hakkında düşünmeye, farklı kaynaklardan beslenmeye ve kendi politik bilincimi geliştirmeye başladığım ergenlik ve genç-yetişkinlik yıllarıma denk düşüyordu. En mühimi harçlığımla veya geçici işlerden kazandığım parayla kendi seçtiğim gazete-dergileri satın almaya başlamıştım. Seksenler’de yayımlanmış gazete ve dergilerin sayfalarını çevirdikçe beni ben yapan kurucu hikayelere rastladım. Tabii ki sadece beni değil, tüm bir 70’liler kuşağını inşa eden hikayeler, kişiler, olaylar, akımlardı buralarda rastladıklarım.
Daha çocukken gazeteci olmayı aklıma koymuştum. 12 Eylül’e giden karanlık yılların Ankarasında, solcularla sağcıların çatışma bölgesi olan semtimizde pencere kenarından tedirginlikle izlediğimiz kavgaların, kurşunlara hedef olmamak için sık sık divanların, koltukların altına girmemize sebep olan çatışmaların, solcu bir üniversiteli olan ablamın sağcıların kalesi olan okulda maruz kaldığı şiddetin bilançosunu ve gerekçesini, babamın ceketinin cebine gizleyerek getirdiği Cumhuriyet, Milliyet gazetelerindeki tafsilatlı ve tabii ki taraflı haber ve yorumlardan takip ederdik. Cumhuriyet’teki kavga ve kopuş döneminde haleflerinin müstehzi bir tavırla “şeker abiler” olarak anacakları İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Cüneyt Arcayürek, Oktay Akbal ve Ali Sirmen’in gündeme dair mütalaalarından, araştırma dosyalarından etkilenmemek elde miydi? Gazeteye neler olup bitmiş diye değil de, olup bitenleri bu yazarlar nasıl yorumlamış diye bakardık. Benzer şekilde, başka evlerde, yurtlarda, kantinlerde, işyerlerinde de Hürriyet, Sabah, Tercüman, Milli Gazete okunup başka mütalaalara kulak veriliyordu. Okurların kayda değer kısmı aile bireylerinden, güvenilir dostlardan, nefesi kuvvetli hocalar ve ulema takımından bu kadar etkilenmiyordu muhtemelen. Uzun zamandır köşe yazarları bizim çocukluk ve gençliğimizdeki kadar güçlü kanaat önderleri değiller.
Seksenler’de tek kanallı televizyon yayınları zenginleştikçe benzer kanaat önderleri, manüpilatif figürler ekranlarda da boy göstermeye başlamışlardı. Kürt meselesi Ertürk Yöndem’in, bugün bizim kuşağın hala hatırında olan “na na na na naaa, na na na naaa na na” melodisiyle başlayan Perde Arkası programında korkuyla, aşağılamayla, düşmanlıkla aktarılıyordu kamuoyuna. Şimdi TRT genel müdürlerinin ismini kimse bilmezken, tek kanallı yayıncılık dünyasında “sandalyesiz bir bakan kadar” güçlü ve itibarlıydılar, girdikleri polemikler sık sık haber konusu olurdu. Hükümetlerin resmi yayın organının başındaydılar. Bu yüzden titizlikle seçilirlerdi.
12 Eylül’ün kara sisinin dağılmaya başladığı Seksenlerin ortalarında Turgut Özal ve eşi Semra Özal her türlü yayının vazgeçilmez malzemesiydiler. Özal tonton ve sivil bir başbakan olarak arz-ı endam ettiğinde, hepimiz azıcık nefes almıştık. Şortları, belden aşağı esprileri, çocukları, lüks yaşam tarzı, dünyaya açıklığı, konuşurken kafa göz yarsa da derdini anlatabilecek kadar hâkim olduğu İngilizcesi ile sayfaları şenlendirerek girmişti siyaset sahnesine. Semra Özal, baskın bir karakterdi ve memleket meselelerinde epey bir söz sahibiydi. Basında bu durumla dalga geçilirdi sık sık. O dönemde tüm dünyada ilgi gören Emret Bakanım dizisinin başrol oyuncusu Türkiye’ye gelmiş ve gazetecilere, “Başbakanınızı çok beğendim, eşi de çok tonton bir adam” mealinde bir beyanat vermişti.
Gece hayatına, eğlenceye düşkün Özal çifti sayesinde kariyerinde hızla yükselen şarkıcılar, sahne sanatçıları, oyuncular, futbolcular Seksenler’in popüler kültür külliyatında iz bıraktılar. Dönemin yıldız futbolcusu Tanju Çolak ile Hülya Avşar’ın evlilik dışı ilişkisi herkesin dilindeydi. Semra Özal da bu ilişkiye bir son verilsin istiyordu. Magazin gazetelerinin sayfalarını epey zenginleştirmişti bu ilişki. Futbolun bir endüstri olmasının yanında bir de magazin tarafı olduğunu idrak etmiştik. Bunun yanında bu gazetelerde Samime Sanay, Yıldırım Gürses, İbrahim Tatlıses ve Özal ailesine yakınlığı sebebiyle Yüksel Özal olarak anılan Yüksel Uzel’in fotoğraflarını görünce, belirli bir yaş ortalamasına hitap eden bu şarkıcıların, gençliğimizin karışık kasetlere çektirdiğimiz yabancı pop şarkılarının sözlerini söküp ezberlemeye çalışmakla geçtiğini düşündüm. Dönemin gençlik dergilerindeki “Top 10” listelerine bakınca da, büyümeye çalışan genç bir kız olarak savrulduğum türlü duygu hafızamda net bir şekilde canlandı.
İktidarının zayıflamaya başladığı 1987 seçiminden sonra tonton başbakanımızın huyu değişmişti. Bu değişim gazetelere ve dergilere baskı, cezai yaptırımlar, sonu gelmeyen kağıt zammıyla kendini gösterdi. Özal o dönemde Houston’da meşhur cerrah DeBakey’e bypass ameliyatı yaptırmıştı. Fakat hazır gitmişken kendisi ve ailesi için devlet kesesinden bir turistik geziye dönüştürdüğü bu seyahat, basında mizahi bir üslupla ele alınıyordu: “Bypass mı, boy pos mu?” Basın üzerine geldikçe Özal da sertleşti ve yandaş basın yaratma seferberliği o zamana kadar görülmedik bir kıyıcılık ve hızla başlatıldı. İşte Asil Nadir’in basın piyasasına girip birçok önemli gazetenin patronu olması da bu döneme tarihleniyordu. İşadamı gazete patronu tabiri hayatımıza o yıllarda girdi.
Çocukluk hayalimi gerçekleştirmek için önemli bir adım atıp Basın Yayın Yüksek Okulu’na kaydımı yaptırdığımda gazetecilik pratiğindeki dönüşümleri henüz idrak edememiştim. Elimizde dönemin ikonografik gazetecisi Emin Çölaşan’ın “Önce İnsanım Sonra Gazeteci” kitabıyla dolaşır, gazeteciliğin kamu yararı güden bir meslek olduğuna gönülden inanırdık. Stajyer olarak gazete ve dergilerde çalışmaya başlayınca, muhabirliğin çoktan itibarını yitirdiğini, köşe yazarlarının hükümetten ve ekonominin, diplomasinin etkili kişilerinden aldıklarını bilgileri veya kamuoyunu yönlendirmeye hizmet eden beyanatları köşelerinden aktardıklarını fark ettik. Muhabir kadrosundaki gazeteciler rutin toplantıları, etkinlikleri takip etmekle yetiniyorlardı. Gazetelerin ilk sayfalarındaki köşelerde “Dün akşam yat gezisinde karşılıklı oturduğum Sayın Başbakanla enflasyonun gidişatı hakkında konuştuk” veya “Gece Sayın Bakan’dan gelen telefondan öğrendiğim kadarıyla” türünden giriş cümlelerine rastlamak işten değildi. Yavaş yavaş erimeye başlayan bir mesleğe gönül vermiştik ve haliyle büyük bir hayal kırıklığı yaşadık çoğumuz.
Mal ve hizmetlerin bollaşıp çeşitlendiği, Türkiye’nin dünyaya açıldığı Seksenler’de gazeteler de renklendi, siyasi yasakların, korkuların bir ölçüde sürdüğü o günlerde Bulvar, Tan gibi kadın bedenine duyulan arzu üzerinden okur kazanmayı hedefleyen gazeteler ve magazin dergileri çoğaldı. Annem ve komşularının mazbut şarkıcı/oyuncu olarak tanıdıkları kadınları magazin dergilerinin veya Erkekçe, Bravo gibi erotik dergilerin kapaklarında, çıplak veya yarı çıplak görmekten duydukları şaşkınlık dün gibi aklımda. Aynı şaşkınlığı, erotik dergilere poz veren yıldız adayı iken ünlü veya zengin biriyle evlenip mazbutlar safına geçen kadınlar söz konusu olduğunda da yaşıyorlardı. Gelişim Grubu’nun öncü dergilerinden Kadınca’yı tararken ilerleyen yıllarda, Duygu Asena’nın ortalığa bomba gibi düşen Kadının Adı Yok romanı ile başlayıp Feminist ve Kaktüs dergilerine dadanmamla süren kadınlığı ve kendini keşfetme sürecinde mazbutluk, namus, fazilet ve iffet konularında evde epeyce gürültü koparıp kabul günlerinin tadını kaçırdığımı hatırladım. Gelişim Grubu, Ercan Arıklı’nın yenilikçi yaklaşımıyla ufku geniş bir yayıncılık serüveniydi, daha farklı bir okur da yetiştirmişti. Asil Nadir tarafından ele geçirilene kadar… Söz Gazetesi, Sokak Dergisi, Yeni Gündem ve Gençlik gibi dergiler çıtayı biraz daha yükselttiler. Öte yandan, 12 Eylül’den sonra uzun hapislik tecrübesi yaşayan ülkücü hareketin mensuplarının nizam-ül alemciliğe yöneldiklerini ve okumayla tartışmayla geçirdikleri bu süreye mekan teşkil eden cezaevine taş medrese adını verdiklerini biliyoruz. Bu sürecin ürünleri de, yasakların kalktığı, siyasi baskıların zayıfladığı dönemde yayımlanan çok sayıda dergi oldu.
Dönemin edebiyat veya fikir dergilerini karıştırırken karşıma çıkan çeviri edebiyat eserleri, içine kapalı ve yasaklarla baskılanmış bir Türkiye’de geçen çocukluğumun ardından kültürel ve düşünsel anlamda çoksesliliğin yarattığı ferahlığı yeniden hissettirdi. Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, sol ideolojiye yakınlık duymaya başladığım ergenlik yıllarımın teorik ve çoğu manüpilatif bilgi birikiminin ardından bir roman okuyarak Prag Baharı hakkında kendi fikrimi geliştirmeye imkan vermişti. Gazetelerin tiraj yarışının ürünü ansiklopedi furyasından da bahsetmek lazım. “Ansiklopedi savaşları” olarak anılan bu dönem, Larousse tarzı olanlarla başlayıp farklı temalarla hazırlanmış olanlarıyla devam etti. Başka dünyalara, yeni bilgi türlerine, anlamlara giriş yapmamıza vesile olanları varsa da, genel olarak evlerin misafir odalarındaki büfeleri süslediler.
Bizim ve bizden önceki kuşağın yetişme çağlarının gazete ve dergileri, şimdi sosyal medyanın gördüğüne benzer bir işlev görüyordu. Gündemimizi belirliyor, sosyal ilişkilerimizi düzenlerken referans kaynağı, politik bilincimizi, kültürel birikimimizi inşa ederken yapıtaşı oluyordu. İsterseniz siz de gençlik ve yetişkinlik çağınıza denk düşen yayınları bir karıştırın. Büyüme hikayenizi bulabilirsiniz orada.