Gazete Duvar tartışmayı genişletiyor: Bir demokrasimiz olacak mı?-1
Murat Sevinç: Parlamenter sisteme yüz yıl önce geçildi ama parlamenter demokrasi inşa aşamasındaydı... Dinçer Demirkent: Erdoğan rejiminin kuruculuğa ilişkin ne amacı ne kudreti var...
DUVAR - “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ya da “Türk Tipi Başkanlık” diye adlandırılan -ve doğrusu, ikinci isim kendisine daha bir yakışan- keyfîlik rejimi altında ikinci yılımızı geride bıraktık. 16 Nisan 2017’de düzenlenen referandumda kabul edilip 9 Temmuz 2018’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yemin etmesiyle resmen yürürlüğe giren rejimimiz, gerçekte 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarının hiçe sayılmasıyla başlatılmış sürecin vardığı aşama. O zamandan bugüne, devleti devlet yapan kurumlar birer birer kurum olmaktan çıkarıldı. “Tek adam”da vücut bulan bir yönetim sistemi kuruldu, hangi konuda kaç kişiden ve kimlerden meydana geldiğini yönetilenlerin hiç bilemediği, karakteristikleri “seçilmemişlik” olan heyetler her şeye karar veriyor. En önemlisi -ve yürürlükteki rejimin niteliğini belirleyeni-, yargı gücünün bağımsızlığının yok edilmesi, giderek, herkesin karşısında eşit olduğu yasalardan ve hukuk uygulamalarından meydana gelmesi gereken adalet sisteminin, yaklaşım olarak bile ortadan kaldırılması. İktidar partilerinin destek yitirmeleri ve oyla başta kalmalarının tehlikeye düşmesiyle birlikte, seçim mekanizmasının şeffaflığının, dürüstlüğünün yok edileceği, belki toptan lağvedileceği ileriki aşamanın ilk adımları da atılıyor.
Otoriterlik, diktatörlük, bunların arası bir şey… Nasıl adlandırırsak adlandıralım, yürürlükteki rejimimizin demokrasiyle, hukuk devletiyle uzaktan yakından alâkasının kalmadığında, insanî gayretini propagandaya hasretmiş olanlar dışında herkes hemfikir. Dolayısıyla, bugünün muhalifleri için en net hedef ve temel birleştirici kavram, demokrasi.
Bugünkü keyfî “anti-hukuk” rejiminden kurtuluş çareleri aranmaya başlandığında, belki de normal karşılamak gereken bir siyasî refleksle, gözler geçmişteki “sözde-hukuk” rejimine çevriliyor. AKP+MHP+Bilemediğimiz devlet-içi kuvvetler ittifakının hükmünü yürütüşünden önce memlekette kısmen iyi ne varsa özlemle yâd ediliyor. Bugünkü iktidarın kısmen iyi ne varsa onu da yok ettiği şüphesiz yanlış değil. Çünkü -mış gibi yapma devri geride kaldı, artık -mış gibi yapmaya bile gerek görülmüyor. Ancak geçmişteki siyasî yapının ve devlet-toplum ilişkisinin, bugün yeniden ayağa kaldırılırsa hepimizin selametini sağlayacak bir demokratik özgürlükler rejimi olmadığı, tam teşkilatlı, sahici hukuk devleti olmadığı da -genellikle ihmal edilen- bir gerçek.
Dolayısıyla, bugünden kurtuluş konuşulurken ortaya sürülen geçmişe dönüş özlemleri belki de gerçek müstakbel demokrasi arayışının önüne engel olarak dikilebilir.
Gazete Duvar’da, bugünkü rejimden kurtulmak ve olabildiğince gelişkin bir adalet sistemiyle, başarabildiğimiz ölçüde demokratik bir toplum hayatı sürebilmek için bugünün ve geçmişin karşılaştırılmasına dayalı bir tartışmayı teşvik etmek istiyoruz.
Bu konuda tartışma açılmasının gereği ve yararına Levent Köker’in Birikim dergisindeki yazısı işaret etti: “Başkancı rejim: Popülist yarışmacı otoriterlik mi, diktatörlük mü?” Gazete Duvar yazarlarından Ümit Kıvanç, Köker’in ortaya getirdiği sorunları ve görüşleri aktararak, geçmişin tartışılması üzerindeki fiilî ambargoya dikkat çekti ve, “Bizim sahiden bir demokrasimiz var mıydı?” diye sormadan çıkış aranamayacağını ileri sürdü.
Yine gazetemizin yazarlarından akademisyenler Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent tartışmaya ilk katkıları yaptılar.
Sevinç, Köker’in, bugünden kurtuluşun eskinin restorasyonuna çevrilebileceği endişesine katılıyor, “parlamenter sistem” ile “parlamenter demokrasi”yi birbirinden ayırmanın önemine işaret ediyor: “İlki, ikincisine yolaçmayabilir.” Sevinç, “Şu ankilerden farklı isimlerin,” diyor, “aynı makam araçlarını kullanıp aynı sözleri ve malum ezberleri tekrarlayarak arada bir önüme sandık koymaları ihtimali hiç cazip görünmüyor.” Ve “güçlendirilmesi” gerekenin yurttaşlar olduğuna dikkat çekiyor.
Demirkent de “restorasyon endişesi”nin “elbette karşılığı olduğunu” belirtiyor, “parlamenter sisteme dönme biçiminde anlaşılan konsensüsün içeriğinin sürekli olarak gizlenmesi”ne dikkat çekiyor: “Selahattin Demirtaş dışında yeniden inşa edilecek anayasal düzenin somut niteliğine ilişkin kamusal bir tartışmaya giren siyasi lider ile karşılaşmadık.”
MURAT SEVİNÇ: PARLAMENTER SİSTEME YÜZ YIL ÖNCE GEÇİLDİ AMA PARLAMENTER DEMOKRASİ İNŞA AŞAMASINDAYDI
Birikim'in Eylül sayısında (377) Levent Köker'in “Başkancı rejim: Popülist yarışmacı otoriterlik mi, diktatörlük mü?” başlıklı bir makalesi yayınlandı. İki gün önce de Gazete Duvar'da Ümit Kıvanç, Köker'in yazısı üzerine kaleme aldığı bir yazı ile konunun tartışmaya açılmasını önerdi. Kıvanç'ın önerisine katılıyorum. Nitekim bir süre önce Diken'de, hükümet sistemleriyle ilgili 'genel okura' yönelik bir yazı dizisine başlamamın nedeni de buydu. Konunun tartışılması ve tartışmanın takip edilebilmesi için gerekli temel bilgiyi meraklı okura sunabilmek.
Levent Köker, makalesinde Türkiye'nin ve Batı'nın konu üzerine çalışan akademisyenlerine atıflar yaparak, otoriter rejimlerin ortak ve birbirinden ayrılan nitelikleri üzerinde durup memleketin yerini tespit etmeye çalışıyor. Türkiye'nin hâlihazırdaki hükümet sistemini 'başkancı' rejim olarak adlandırıyor. Demokratik başkanlık sisteminin denge ve fren mekanizmalarına sahip olmayan bir tür başkanlık. Rejimin niteliğinin de 'yarışmacı otoriterlik' adı verilen, bir tür otoriterliğin belli başlı kurallarıyla örtüştüğü kanısında. Köker yazısının ilerleyen sayfalarında Andrew Arato'nun anayasal sistemimiz hakkındaki değerlendirmelerine, bir süre önce Gazete Duvar'da “İkili Devlet” adlı eserini tanıttığım Ernst Fraenkel'in 'önlem devleti-norm devleti' ayrımına ve Carl Schmitt'in 'egemen diktatörlük' tanımına yaslanarak, Türkiye'nin özellikle OHAL ve sonrası sonrası rejimiyle söz konusu kavramların tanımladığı durumlar arasındaki benzerliklerin altını çiziyor; daha doğrusu üzerlerine düşünmeye davet ediyor.
Köker'in Türkiye ile ilgili nihai tespiti, 'kusurlu demokrasiden yarışmacı otoriterliğe' geçiş; biraz amiyane tabirle “şah idik şahbaz olduk” ifadesiyle özetlenebilir. Ne demek bu? 'Yarışmacı otoriterlikten' önce dört başı mamur bir 'anayasal demokrasi' yoktu bu toprakta. Hiç olmadı. Kuşkusuz daha demokratik ve nefes alınabilir zamanlar yaşandı; ancak bu zamanlar, AKP sonrası 'restorasyon' beklentisine yanıt olabilecek bir cennet vaat etmiyor.
Öncelikle, son yıllarda anayasacılar arasında giderek daha yaygın kabul gören, belli bir literatürün çevirisiyle nakledilen türlü otoriterlik adlandırmalarıyla biraz sorunum olduğunu söylemeliyim. Rejimlerin ortak bazı niteliklerine bakıp sınıflandırmak, akademinin/araştırmacıların vb. anlatımını, işini kolaylaştırabilir kuşkusuz. Fakat tüm bu otoriterlik tiplerinin faşizme varan yolda irili ufaklı duraklar olduğu, her faşist rejimin insanları gaz odasına atmadığı gibi gerçekleri de gözardı etmemekte, yaşanılanı 'terminoloji yoluyla' olağanlaştırmamakta (nitekim Köker de buna ilişkin bir uyarısı yapıyor) yarar var. Türkiye'de bir yerel seçim iptal edildi, pek çok belediyeye kayyım atandı ve AYM'nin bazı kararları hiçbir organ açısından bağlayıcı olamıyor. Yarışmacı otoriterlik adlandırması, tartışılmaya muhtaç.
Muhalefet partileri bir süredir 'güçlendirilmiş parlamenter sisteme' geçilmesi gerekliliğinden söz ediyor. Anladığım kadarıyla, devlet başkanının sembolik ve hükümetin meclise sorumlu olduğu, güçlü meclis denetiminin kurulacağı bir yapı kastediliyor. Bu tanım, önceki parlamenter sistemin 'güçlü olmadığı' varsayımına dayanıyor tabii.
Kesinlikle saf parlamenter sisteme dönülmesinden (ve koalisyon hükümetlerinden) yana olmakla birlikte, Levent Köker'in, muhtemel 'restorasyonla' ilgili kaygılarına da katılıyorum. Öncelikle 'parlamenter sistem' ile 'parlamenter demokrasiyi' birbirinden ayırmak gerekli. İlki, ikincisine yol açmayabilir. Nitekim Türkiye parlamenter sisteme geçeli neredeyse yüz yıl olmasına karşın, henüz parlamenter demokrasiyi inşa aşamasındaydı. Eğer muhalefet, örneğin yalnızca hükümet biçimini değiştirmeyi planlıyor ise, adını 'güçlendirilmiş' koysa da sonuçta bir şey değişmeyecektir. Dolayısıyla güçlendirilmesi gereken, katılımcı demokrasinin her düzeydeki araçları. Bunun için hem ilgili mevzuatta (siyasal alanı düzenleyen yasalar) kapsamlı değişikliklere, hem de toplumsal çapta büyük bir dönüşüme gereksinim var. Aksi takdirde yalnızca isimler değişir ki Türkiye'de on yıllardır yaşanan şey bu. Sürekli anayasa tartışılmasının nedeni de!
Ben bir yurttaş olarak yönetime katılmak ve seçtiklerimden hesap sorabilmek istiyorum. Seçtiklerimin, vergilerimle afra tafra yapmasından çok sıkıldım. Şu ankilerden farklı isimlerin, aynı makam araçlarını kullanıp aynı sözleri ve malum ezberleri tekrarlayarak arada bir önüme sandık koymaları ihtimali hiç cazip görünmüyor. 'Ben' güçlü olmak, 'güçlendirilmek' istiyorum, mesele bu. Bunun için de öncelikle, AKP öncesine dair gerçeklerle bağdaşmayan bir güzel ülke tahayyülü yaratıp onu özlemekten vazgeçmekte, dürüst olup eteğimizdeki taşları dökmekte, yeni yollar ve araçlar düşünüp önermekte yarar var.
DİNÇER DEMİRKENT: ERDOĞAN REJİMİNİN KURUCULUĞA İLİŞKİN NE AMACI NE KUDRETİ VAR
Türkiye’de yaşanan rejim değişikliğine ilişkin tartışmaların pratik siyaset içinde söylemsel düzeyde bile çok az karşılık bulduğunu söylemek gerekir. Siyasal pratikte ise bugüne kadar açık, somut bir tartışmanın ve bunun etrafında örülen bir programın varlığından bahsetmek mümkün değil. Sürekli bir siyasal kriz-krizin aşılması için daha çok yetkiyi toplayan yürütme döngüsünde aşılan her eşik diktatörlük rejiminin oluşumuna katkıda bulundu. Elbette bu eşiklerde muhalefetin de payına düşeni yaptığını söylemek gerek. “Eski rejim” içinde de bu böyle oldu, yeni rejim içinde de. Türkiye’de merkez liberalizmin iki kanadı olarak tanımlanabilecek ulusalcı ve liberal cephenin ve bu cephelerin etki yarattığı siyasal öznelerin her diktatörlük eşiğinde aldığı kararlara baktığınızda bunu görmeniz mümkün. Rejim değişikliğini bir siyasal program etrafında örgütleyen esaslı hamle 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında AKP ve MHP arasında kurulan ortaklıkla oldu. Eski rejimin kendini hukuk dışında konumlandıran bütün aktörleri Erdoğanca temellük edildi. Bunu tersinden okumak mümkün müdür? Yani cezaevinden çıkarılan mafya örgütü liderlerinin, eski pozisyonlarını kazanan devletin hukuk dışı işleri için kullandığı çetelerin yeni rejimin araçları haline gelmesi temellük ilişkisini tersine çevirir mi? Ben burada geçici bir bütünleşme, birbirine geçme olduğunu düşünüyorum. Diktatörlük artık yüzeyde olan “derin” devletle, yüzeyde olan ihale-yolsuzluk düzenini güçlü biçimde birbirine geçirdi. Son yerel seçimler ile birlikte plebisiter niteliğini de kaybettiği için artık içini boşalttığı biçimsel demokrasi araçlarına başvurup başvurmayacağı konusunda güçlü temelleri olan endişeleri paylaşıyorum.
Bu bağlamda Levent Köker’in Başkancı Rejim başlıklı yazısında sarih biçimde ortaya koyduğu tartışma dikkate değer. Köker’in eleştirdiği yarışmacı otoriterlik ve popülizm analizlerinin bir tür restorasyon projesine ilham vereceği endişesinin de elbette bir karşılığı var. Popülizm ve yarışmacı otoriterlik analizlerinin karşısında kullandığı Schmitt’ten mülhem yetkilendirilmiş (commissioner) diktatörlük-egemen diktatörlük ayrımı bir kavrama gücü taşıyor. Fakat Köker’in de işaret ettiği egemen diktatörlüğün ancak kurucu bir amaçla –yeni bir somut anayasal düzen kurmak- var olabildiğini, dolayısıyla buna yönelik olma anlamında ereğinin kurulacak normatif bir düzene dayalı olması anlamında sınırlandırılacağını akılda tutmak gerek. Erdoğan rejiminin ise 7 Haziran 2015’in ardından kuruculuğa ilişkin ne bir amacı ne de buna kudreti olduğunu görüyoruz. Rejimin temel stratejisi mevcut kurumların içini boşaltarak kendini dengeleyecek bütün unsurları bertaraf etmek. 31 Mart seçimlerinin ardından artık halkın gücünü kurumsallaştıran yapıların da tasfiye edilmesine hız verildi. Halkın taleplerini varlığı ile ortaya koyduğu toplantı ve gösterilerin şiddetle bastırılması, kayyımlar, belediyelere ilişkin öngörülen düzenlemeler, emek ve meslek örgütleri üzerindeki baskılar, gündemde olan seçim ve siyasal parti kanunlarında yapılacak değişiklikler… Bu bakımdan halk egemenliği kavramının sadece Köker’in kullandığı anlamda egemen diktatörlüğün tek yönlü bir aracı olarak değerlendirilmesinde hem bir haksızlık hem de bir çelişki var.
Muhalefetin restorasyon projesi üzerinde sessizce konumlandığı argümanını da buradan tartışmak gerekir. Tez doğrudur. Parlamenter sisteme dönme biçiminde anlaşılan konsensüsün içeriğinin sürekli olarak gizlenmesi bunu açığa vuruyor. Selahattin Demirtaş dışında yeniden inşa edilecek anayasal düzenin somut niteliğine ilişkin kamusal bir tartışmaya giren siyasi lider ile karşılaşmadık. Fakat böyle bir restorasyonun mümkün olduğunu zaten düşünmüyorum. Restorasyon yeni rejimin ortadan kaldırdığı kurumları canlandırmakla mümkün olur. Türkiye çok uzun bir zamandır kurumsuzlaşmakta, mevcut kurumların biçimsel varlığı ise yeniden işlevlendirilmektedir. En üst düzeyde, bugün ne yasamayı ne de yargıyı restore edebilirsiniz. En azından bunu yeni normlar ihdas ederek yapamazsınız. Bu yeni bir diktatörlüğün kapılarını aralayabilir ancak. Çünkü kurumların gücü kalmamıştır ve Arendt’in vurguladığı gibi güç ancak karşısına koyulabilecek bir güç ile dengelenebilir, yasa ile değil. Cumhuriyetlerin denge denetim sisteminin işlerliği de gücün karşına gücün konmasından gelir. Bunun ise artık tek dayanağı vardır, parçalı ve çatışmalı olarak kavrayabileceğimiz halkın yeni bir siyasal birlik, yeni kurumlar yaratmak potansiyeli ve gücü. Bu nedenle eskinin olduğu gibi inşa edilmesi hayali, kim tarafından kurulursa kurulsun sadece bir hayaldir artık. Dolayısıyla halk egemenliği ve kuruculuk arasındaki ilişkiyi gerçek bağlamında düşünmenin zorunlu olduğu bir eşikteyiz.