Gazeteciler yargılanıyor: İddianame değil niyetname
MİT görevlisinin kimliğini ifşa ettikleri gerekçesiyle tutuklu yargılanan 6 gazeteci 4 aylık tutukluluğun ardından ilk kez hakim karşısına çıktı. Savunmasını yapan Murat Ağırel, "Hakkımdaki suçlamalar ne bir somut delile dayanıyor ne de vicdana sığıyor. İddia makamının tarafınıza sunduğu iddianame bana göre bir niyetnamedir" dedi. Yeni Yaşam Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik, "Ben önceden bilemem kim MİT mensubu kim değil. Haberi açık kaynaklardan kopyala yapıştır yaparak basıp casusluk yapmışız" diyerek iddianameyi eleştirdi. Savcılık gazetecilerin tutukluluk hallerinin devamını talep etti.
DUVAR - Libya'da ölen bir MİT görevlisinin kimliğini açıkladıkları gerekçesiyle tutuklanan 6 gazeteci ilk kez hakim karşısına çıktı. İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya tutuklu bulunan gazeteciler Odatv Sorumlu Haber Müdürü Barış Terkoğlu, Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, Odatv muhabiri Hülya Kılınç, Yeniçağ gazetesi yazarı Murat Ağırel, Yeni Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik ve Yeni Yaşam Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Aydın Keser'in tutuklu yargılandığı duruşmaya tutuksuz yargılanan Manisa Akhisar Belediyesi Basın Birimi görevlisi E. E. Sesli Görüntülü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile katıldı.
Duruşma Murat Ağırel'in savunmasıyla başladı. Ağırel özetle şöyle konuştu:
"Mahkemenizde iddia edildiği gibi bir suçun olmadığını ve nasıl olmadığını savunacağım. Zira bu olmayan suçlamalarla tam 120 gündür cezaevinde bir hücrede tek başıma tutuluyorum. Hakkımdaki suçlamalar, ne bir somut delile dayanıyor, ne de vicdana sığıyor. İddia makamının tarafınıza sunduğu iddianame bana göre bir niyetnamedir. Neden böyle nitelendirdiğimi ve savunmamı anlatmaya başlayayım; Şubat ayının ilk haftasında "SARMAL" isimli kitabım satışa çıktı. Satışa çıkmasından sonra bir ilgiye mazhar oldu. Bu nedenle devamlı tanıtımlara ve kitap imza günü etkinliklerine katıldım.
22 Şubat günü yani suç işlediğinim iddia edilen tweet paylaşımını yaptığım gün, CKM (Cadde Bostan Kültür Merkezi)’nde imza günü etkinliği saat 15:00 da yapılacaktı. O günün sabahında TELE1 TV'de Namık Koçak'ın programına canlı yayın konuğu olarak katıldım ve kitabım hakkında konuştuk. Sonrasında Kadıköy CKM'ye gittim. İmza etkinliği başlamadan yirmi dakika önce Sputnik Radyo RSFM'de Ahu Özyurt'un sunduğu programa telefon bağlantısı ile canlı yayına bağlandım. Bu canlı yayın 14:40 da başladı 15:00'a kadar sürdü. Konu sadece kitabım "SARMAL"dı.
...
Her Türk evladı gibi ben de her şehit haberinde çok üzülürüm. Çünkü şehitlerimiz“tane” değildir. Bir babadır, ağabeydir, oğuldur, kocadır, sevgilidir. Şehit şehadete erdiğinde can veren sadece kendisi değildir. Tüm sevdikleridir. Şehidimiz ister asker, ister polis, ister memur, ister vatandaş olsun. Hepsi bu toprakların evlatlarıdır. Hak ettikleri değeri göstermek zorundayız. Yapılacak tören bu değerlerden en önemlisidir.
Bu paylaşımı yapmamda ki gayem şehitlerimizin şahadetini yüceltmek ve bu kahraman vatan evlatlarının hak ettiği ilgiyi ulaşmasını sağlamaktı. Düşünsenize bu topraklar uğruna can veren yiğitlerimizden "tane" diye bahsedilip geçiştiriliyor, tören dahi yapılmıyor. Hangi Türk evladı bunu kabul eder. Amacım bunları dile getirip şehitlerimizi yâd etmekti. Başka bir amacım, düşüncem, kastım yoktu. Gazetecilik refleksi ile şehit olmuş askerlerimizin, kahramanlarımızın “tane” diye nitelendirilmesine, törensiz defnedilmesine binlerce kişi gibi tepki vermek ve şehitlerimizin hakkındaki doğru bilgiyi paylaşarak şahadetlerini yüceltmekti.
Sizi anlattığım haberleri sosyal medyadan derlemem ve şehitlerimiz hakkında paylaşım yapmam toplam 50-60 dakika içerisinde gerçekleşmiş ve sadece 43 dakika aktif kalmıştır. Sonrasında hesabımı ele geçirenler tarafından paylaşım kaldırıldı.
Odatv haberi ile benim paylaşım arasında 11 gün vardı. Odatv haberinden Barış Terkoğlu gözaltına alınınca ancak haberim oldu. Haberin içeriği hakkında bilgi sahibi olduğumda ise şaşırdım. Zira ben tören yapılmadığını biliyordum. Bunu da paylaşımımda belirtmiştim.
'MALUM MEDYADA HEDEF GÖSTERİLDİM'
Barış Terkoğlu gözaltına alındıktan sonra malum medya organlarında hedef olarak gösterilmeye başlandım. Zira kitabım "SARMAL"ın, "PELİKAN" adlı bölümünde belirttiğim tüm isimler beni hedef gösteriyordu. MİT'in ifşasından bahsediliyor ve ilk ifşanın ben ve Batuhan tarafından yapıldığı yazılıyordu. Hatta "Yeniçağ’ın MİT ifşasındaki rolü"manşeti atılıyordu. Bu paylaşımı yapan "Yekvücut" hesabıdır. Yine aynı isimler tarafından bu haber paylaşılmaya başlamıştı. Bunun üzerine benim ve Batuhan'ın da gözaltına alınacağımızı düşündüm.
Beklediğim gibi oldu. 6 Mart günü Başsavcılıktan arandım. Savcıya yönlendirildik. İfademi verdim. Savcının sorduğu her soruya cevap verdim. Sayın savcı bana paylaşımımı gösterdi. Paylaşım saat olarak 11:06 yazıyordu. Yanlış olduğunu söyledim.
Sayın Savcı bir videodan bahsetti ve videoyu kimin çektiğini tespit etmeye çalıştıklarını, fotoğraflarını sosyal medyadan bulunamayacağını bildirdi. Ben de kendisine fotoğrafların sosyal medyada yer aldığını videoyu görmediğimi bildirdim. Savcı diğer savcı ile bir yere gidip geldikten sonra tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edildim.
8. Sulh Ceza Mahkemesi karşına çıktım. Savcılık ifademi tekrarladım. Belgeleri sundum. Mahkeme adli kontrol şartı ile serbest bıraktı beni. Tahliye olduktan birkaç saat sonra daha önce planlanan Ankara kitap fuarına katılmak üzere Ankara'ya hareket ettim.
Dönüşte arandığımı eski kayınvalidemin evine gidildiğini, kayınbiraderimin de Vatan Caddesine gidip tutanak tuttuğunu aranmam üzerine öğrendim. Polis memuru ile konuştum "beni arasalardı zaten gelirdim" dedim. Yolda olduğumu birkaç saate geleceğim bildirdim.
Avukatım ile birlikte gidip teslim oldum. Sonrasında 5. Sulh Ceza Mahkemesi’ne çıkarıldım. Savcı 11. Sulh Ceza Mahkemesi’ne itiraz etmiş, Nöbetçi 5. Sulh Ceza olduğu için davaya bu mahkemenin baktığını öğrendim. Mahkemede savcının 24 saat dolmadan neden tutuklama istediğini öğrenmek istediğimizde "kaçma şüphesi" ve "delilleri karartma" gibi nedenlerin ileri sürüldüğünü öğrendim. Yani yeni bir gerekçe de yoktu. Aynı iddia ile 8. Sulh Ceza Mahkemesi tahliye etmişti. Savunmamı yaptım. Avukatlar savunmasını yaptı. Ara verildi. Sonra karar için içeriye çağırıldık. Ben savunma kürsüsüne tam geçmeden ve avukatlar daha salona girmeden, mahkeme başkanı bana "tutuklandın" dedi dışarı çıkardı. Avukatım Aylin Hanım itiraz etti ancak yararı olmadı.
Dışarıda kararı beklerken mübaşir kararı getirdi. Ben okumadan imzaladım. Avukatım Onur Cingil karar metnini imzalarken karara baktı, müvekkilim tahliye edilmiş dedi. Hepimiz şaşırdık. Evrakı mübaşir ile birlikte inceledik. Karar metninde 3 tane farklı karar vardı.
O esnada 13-15 avukat 3 milletvekili de evrakları kontrol etti. Tüm yaşananlar kameralarca kayıt edildi her an. Mübaşir bir hata yapıldığını söyledi ve evrakları almak istedi ancak vermedik. Mübaşir içeri gitti ve bu sefer kalem görevlisi ile geri geldi ve cam kenarında diğer suretleri incelediler. Ben de yanlarına gidip nasıl böyle bir şeyin olduğunu sordum. Anlamaya çalıştıklarını söylediler. Avukatlarım hâkim ile görüşmek istedi. Mübaşir durumu mahkeme başkanı bildirdiğinde sesler koridora kadar geldi. Sonra polisleri çağırdı mahkeme başkanı. Bir süre sonra düzeltilmiş karar geldi. Avukatlarım karara şerh düştüler ve tutanak şeklinde kararın altına yazdılar.
Polislerin nezaretinde Silivri'ye teslim edildim.
'İDDİANAME 50 SAYFA, BENDEN BAHSEDİLEN KISIM 2.5 SAYFA'
Bu anlattıklarım noktası ve virgül ile yaşadıklarımın tamamıdır. İlk günden itibaren tüm mahkemelere belgeleri ile birlikte itirazlarda bulunmamıza rağmen dikkate alınmadı ve ret cevabı verildi. Hukuki savunmayı avukatlarım yapacaklar, tabii ki ancak iddianamenin nasıl gerçekleri yansıtmadığını yine belgeleri ile anlatmak istiyorum. Şu ana kadar anlattıklarıma ait 21 belge dosyada mevcuttur.
Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan. (Fotoğraf: İsmail Saymaz)İddia makamının düzenlediği iddianame 50 sayfa. Benden bahsedilen kısım sadece 2,5 sayfa. Bu 2,5 sayfa içerisinde tam 7 defa "ilk olarak", 2 defa "ilk deşifre" ve 11 defa da "case officer" ifadeleri kullanılmıştır.
İddianameye giriş kısmında OLAY başlığı altında 7 Şubat MİT krizi olarak bilinen davaya ve MİT Tırları davasına atıf yapılmış ve üçüncü paragraf sonunda yapılan soruşturmalarda şüphelilerin FETÖ, PYD Silahlı Terör örgütü mensubu oldukları ve kapsamlı bir plan dâhilinde ve casusluk kastı vurgusu yapılmıştır.
Bizim yargılandığımız bu dava ile bağı belirtilmemiş olmasına rağmen, örnek olarak bu davaların hatırlatılmasının nedeni iddianamede yer alan "planlı hareket" ve "kast" iddialarının altını doldurma gayretidir.
Zira tüm sanıkların birbiri ile irtibatları HTS kayıtları, sinyal takibi ile tespit edilmiş, MİT, terör savcıları, emniyet güvenlik şube sanıkları hakkında kapsamlı araştırmalar yapmıştır. Bunları ek klasörde görüyoruz. Sayın iddia makamına iddiasına delil olabilecek şahsım ile ilgili tek bir bulgu yoktur. Ne sanıklarla bir irtibatım ne de herhangi bir terör örgütü ile en küçük bağım bulunmamıştır. (EK-27) Çünkü yoktur. Sanıklardan Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ı tanırım, bilirim. Yurtseverliklerine de kefil olurum. Barış Pehlivan ile en az 14 -15 ay Terkoğlu ile de o kadar zaman görüşmem olmamıştır. Telefon irtibatı olarak sadece Terkoğlu ile sohbet için bazen arardım. Ancak uzun zamandır onu da yapmadım.
Sayın Savcıların bu iddiasını ait bir delil bulunmamaktadır. Ancak çok basit bir şekilde bir arama yapılsa FETÖ terör örgütüne karşı verdiğimiz mücadeleyi, hem de 17/25 Aralık baz alınmadan 2007 yılından itibaren çok net şekilde görülürdü. Fetö üyesi kişileri yazdığımız için yazılarımız engellendi ve şu anda halen tazminat davasında yargılanmaktayım. Beni şikayet eden şahıs dava görülürken FETÖ'den tutuklanmıştır. Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü hakkımda FETÖ/PYD, Bylock, 15 Temmuz öncesi, sonrası tüm gerekli araştırmaları yapmıştır.
Bu durumda MİT'in Libya'da görev yaptığını ilk duyuran kişi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'dır. 2937 sayılı kanuna göre Cumhurbaşkanı suç mu işlemiştir? Kanunda "Cumhurbaşkanı" hariç diye bir ibare var mıdır? Bizler MİT'in nerede görev aldığını nasıl bilebiliriz?
'TEK BİR DELİL YOK'
İddianamenin 8 sayfasında "şehit MİT mensuplarının kimlik bilgileri, fotoğrafları ve cenazeye katılan diğer MİT mensuplarının görüntüleri bir plan dâhilinde sistematik ve koordineli biçimde twitter isimli sosyal medya hesapları ile bir kısmı gazete ve internet siteleri üzerinden ifşa edilmiştir" denilmiştir.
Şunu belirtmem gerekir ki benim Twitter paylaşımım ile diğer bahsedilen haber ve fotoğraflar arasında bir benzerlik bulunmamaktadır. Sistematik ve planlı ise bu plan nedir? Bu konuda iddia makamının sunduğu tek bir delil yoktur. Bu yanlış bir tahmin, niyetten ibarettir.
Devletin en güçlü, en tecrübeli ve en kapsamlı araç gereçlerine sahip olan MİT, terör savcıları, emniyet birimleri böyle bir durum olduğunda daha önceki davalarda olduğu gibi şemaları ile birlikte sunmaz mıydı?
Ben bu ibarenin anlamını gerçekten bilmiyordum. Ancak Sayın Savcı dahi “case officer”ın anlamının olay subayı olduğunu, resmi bir terim olmadığını ve istihbarat çalışanları arasında kullanılan bir terim olduğunu, meslek memuru ibaresinin de kurum görevlisi olduğunu belirtmiştir. MİT’in yaptığı suç duyurusunda dahi bu ifade yer almamaktadır.
Sayın iddia makamı, beni tutuklayabilmek ve tutukluluğu devam ettirebilmek için tek sığındıkları ibare budur. “Case officer”ın Türkçe karşılığı olay subayı olmasına, subay sadece TSK'da kullanılmasına rağmen benim istihbarat manasında kullandığımı iddia etmektedir. İngilizce-Türkçe sözlüğe bakınca sadece istihbarat anlamında kullanmadığını çok rahatlıkla görürsünüz.
Sayın Mahkeme ve sayın savcıya bazı belgeler sunuyorum. Zira bu sunduğum belgeler iddianame savcılarının bütün niyetlerini boşa çıkaracak niteliktedir.
İlk belge bir elaman arama sitesine ait, hem de Türk bir site. Site adı www.gelbaşla.com. Bu sitede bir eleman arama ilanı var. Aranan elemanın görevi tam da savcıların iddia ettiği gibi “case officer”. Kim adına, hangi kurum adına aranıyor dersiniz?
Kamu yararına çalışan dernek statüsüne sahip olan, yönetiminde eski başbakanın eşinin dahi bulunduğu “Yeryüzü Doktorları” adlı yardım kuruluşu. İddianamedeki iddiaya göre bu dernek istihbarat ajanı arıyor. Bu da demek oluyor ki, bu dernekte istihbarat faaliyetleri yürütüyor. Değil mi? Böyle bir iddia nasıl akla mantığa uygun olabilir? Mantıksız değil mi? İşte savcılık makamının iddiası da bu kadar mantıksızdır.
Yeryüzü Doktorları adlı dernek “case officer” ilanı ile raporları denetlemek ve yazmak, şirket içi stratejik ve planlama toplantılarına katılmak vs. gibi görevler için sözleşmeli personel arıyor aslında.
Yeryüzü Doktorları Derneği “caseofficer” ilanı ile nasıl istihbarat elemanı aramıyorsa, ben de tweetimde bu imayı kasti yapmadım.
Ayrıca benim, iddia makamının düşünme sınırlarını zorlayarak art niyetli dile getirdiği ifşa iddiasını yapmak istediğimi düşünelim. Bu ifşa için yüzlerce yöntem var ki bunu, kendi resmi Twitter hesabından yapmak en ahmakça yöntem olsa gerek.
İddia makamının hiçbir delil ve somut verilere dayanmayan akıl ve mantığın sınırları zorlanarak yapılan suçlamanın gerçeği yansıtmadığı aşikârdır.
İddianamenin 7. Paragrafında: “Şüpheli Murat Ağırel’in kullandığı 5322784.. numaralı GSM hattının görüşme kayıtları incelendiğinde, suça konu paylaşımı yaptığı gün saat 14.46 da şüphelinin Sputnik isimli haber ajansına ait (Rossiya Segodnya Uluslararası Haber Ajansı Türkiye İrtibat Bürosu adına kayıtlı) 2128093.. numaraları sabit telefonla 914 saniye, 15 dakika 14 saniye görüşme yaptığı tespit edilmiştir” denilmiştir.
Bahse konu telefon görüşmesi Türkiye'de 6 yıldır yasal faaliyetlerini yürüten Sputnik RS FM’deki Ahu Özyurt’un programına canlı yayında bağlanıp Sarmala dlı kitabım hakkındaki konuşmamdır. Deşifresini, YouTube kaydını, radyonun açıklamasını mahkemenize sunuyorum."
AYDIN KESER: SUÇLAMALARIN HUKUKİ DAYANAĞI YOK
Murat Ağırel’in ardından Yeni Yaşam Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Aydın Keser'in savunmasına geçildi.
Keser, savunmasında şunları söyledi: "İddianamede 23 Şubat'ta yayınlanan haberimizle 24 Şubat'ta yayımlanan haberler nedeniyle cezalandırılmam isteniyor. Bu suçlamaları kabul etmiyorum. Bu haber özel bir kasıtla değil, haber verme saikiyle, çok sayıda haberler derlenerek yapılmıştır. Açık kaynaklardan elde edilmiştir bu haberin içeriği. Haberde yaşamını yitiren kişinin MİT mensubu olduğu yazılmamıştır. Haberin içeriği daha önce yayımlanan haberlerden derlenmiştir. Bu suçlamaların hukuki ve maddi dayanağı da yoktur.”
'DOKTORA GİDEMEDİM'
Dört aydır cezaevinde tecritte olduğunu ve bu süre zarfında eşi ile yalnızca bir kere kapalı görüşte görüşebildiğini dile getiren Keser, “Çocuğum ve eşim bu durumdan maddi ve manevi olarak etkilenmiştir. Tutuklanmadan önce kalple ilgili yarım kalan tedavim vardı. Doktora gittim cezaevinde, hastaneye gitmem gerektiğini söyledi ancak pandemi nedeniyle gidemedim. Tahliyemi ve beraatımı talep ediyorum" dedi.
Savunmasının ardından Keser'in sorgusuna geçildi. Hakimin "İlk ifadenizde Ferhat Çelik'in 'haberin yapılacağından haberi vardı' demişsiniz, daha sonraki ifadenizde 'ajanstan gelen haber geçmişiz' demişsiniz. Hangisi doğru?" sorusunu "İkinci ifadem doğru" diyerek yanıtlayan Keser, hakimin "Haberin yayınlanmasına kim karar veriyor?" sorusuna da, "Gazetede gündem toplantısı yaparız. Ardından gazetede çıkacak haberlerimizi de internet sitemizde yayınlanıyor. İnternet sitesinde yayınlanan sorumluluğu da bize ait" yanıtını verdi.
Üye hakimin, "İçeriğe nasıl ulaştınız?" sorusunu da yanıtlayan Keser, "Tamamen editöre bağlıdır, editörün haber yayınlama bağımsızlık ilkesine bağlıdır" dedi.
FERHAT ÇELİK: KOPYALA YAPIŞTIR YAPARAK CASUSLUK YAPMIŞIZ
Yeni Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik ise özetle şöyle konuştu:
"Zaten medyanın yüzde 95’i AKP’nin elinin altında.. yüzde 5’i bağımsız ve kendi çabalarıyla yapmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Libya’da çıkar birkaç tane şehidimiz var diye sorarsa, insanlar sorar kim bu diye? Yurt dışındaysa akla ilk gelen askerdir. Gazetecinin açık kaynaklarla haber yapması suç mudur? Benim bu haberi yapmam için bir yerden talimat almam gerekmez. +Bu süreçte kimse bu insaların MİT mensubu olduğunu bilmiyor. Açık kaynaklarda böyle bir bilgi yok.
Yeni Yaşam’ın 2 haberine de iddianamede yer verilmedi. Sadece başlık olarak verildi. Haberde her ikisi için de asker ve albay terimlerini kullanmışız. Bu iki haberi savcı iddianameye koymadı. İfademe de yer verilmemiş sadece hayat hikayem yer alıyor. AKP iktidarının karakteri bu. Gerçeklerin üstünü örtmek için algı oluşturuyor. Ben bu haberi görmedim ama arkasındayım. Görsem de görmesem de sorumlusuyum. Haberimiz ortada MİT ifadesi geçmiyor. MİT kanunu gazeteciliğin elini kolunu bağlıyor. Ben önceden bilemem kim MİT mensubu kim değil. Haberi açık kaynaklardan kopyala yapıştır yaparak basıp casusluk yapmışız...
Günde 10 bin basar, 5 bin satar gazetemiz.. Pandemi döneminde de çıkamadık. Bize deselerdi ki bu haberi geri çekin. Bu haberi yaparken bu insanların kimlik bilgilerinden bihaberiz. Bile bile neden MİT mensubuna binbaşı yazayım. TSK’nın Libya’da olduğuna dair hep haberler yapıldı. Erdoğan 6 Ocak’ta söylüyor. Burada bir kasıt yok, biz gazetecilik yapıyoruz. Kimseden icazet almayız. Manisa’da cenaze yapılıyor, MİT çelenk göndermiş önlem almamışlar. Bu mesleği onuruyla icra eden herkese saygı duyarız ama bir organize iş olmasına ilişkin delil yok.
Basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye son sırada. Böyle küçük bir olaydan büyük bir suçmuş gibi bir şey yaratmak doğru değil. Vicdanlarda zaten biz beraat etmişiz, özgürüz. Bir ifşa kastı olmadığını ve beraatimi talep ediyorum."
Hakim: Haberlere onay verme yetkim yok demişsiniz doğru mu?
Çelik: Evet, özel haber olur o zaman ben de bakarım. 15 kişilik ekibimiz, açık kaynaklardan gelen haber için kimse bana sormaz girelim mi diye. Haberin arkasındayım.
Üye hakim: Haberlerin üzerinde içerik değiştirme yetkisi var mı?
Çelik: Evet, bazen başlıklarda dönem dönem müdahalelerim oluyor.
Avukat Özcan Kılıç: Bu haberle ilgili herhangi bir tekzip, ya da haberin kaldırılmasına dair bir yazı uyarı yapıldı mı?
Çelik: Hayır bir uyarı yapılmadı, o haber dikkat bile çekilmedi. Bu dava açılmasaydı belki bu insanların MİT'çi olduğunu bilmeyecekti.
BARIŞ PEHLİVAN: BÖYLE ADALET OLUR MU?
Barış Pehlivan'ın savunmasının tam metni şöyle:
Bundan yüzyıllar önce, dünyanın birçok yerinde mahkumlara azap çektirme törenleri yapılırdı. Kişi önce halkın önünde suçunu itiraf eder, sonra vücudu dört ayrı ata çektirilerek parçalanır, yakılır, kül hale getirilirdi.
Neyse ki artık modern hukuk sistemi var, rahat olalım değil mi?
Ancak Sayın Heyet…
Bu davanın soruşturma sürecinde yaşadıklarımızı düşününce benim aklıma hep o sahneler geliyor. Vücut yerine aklın, belleğin ve dolayısıyla gerçeğin nasıl parçalanmaya, nasıl yalan rüzgarında savrulacak kül haline getirilmeye çalışıldığını gördüm.
George Orwell’ın bir sözü var:
"Geçmişi denetim altına alan, geleceği de denetim altına alır. Şimdiyi denetim altına alan, geçmişi de denetim altına alır’’
Bizi bu sanık sandalyesine oturtanların temel motivasyonu da işte bu söz. O halde bana düşen; şimdiyi anlamak ve geleceğimizi kurtarmak için geçmişi doğru anlatmaktır. Bunu da yok etmek istedikleri aklımıza, belleğimize ve gerçeğe sahip çıkarak yapacağım.
Bundan 9 yıl önceydi. Yine tutukluydum. İlk duruşmaya günler kala, televizyonda bir son dakika haberi vardı. Kaşif Kozinoğlu ölmüştü. Kozinoğlu MİT’in Asya Bölgesi başmüşaviriydi. Hayatımda ilk kez televizyonda yüzünü gördüğüm Kozinoğlu, genel yayın yönetmeni olduğum Odatv’ye bilgi/belge sızdırdığı iddiasıyla tutuklanmıştı. Ve savunmasını dahi yapamadan, çok şüpheli şekilde Silivri’de hayata gözlerini yumdu.
O zamanki Odatv davasının sanıklarının ortak yönü; Fethullah Gülen’in ve örgütünün içyüzünü herkes korkarken deşifre etmesiydi. Bizleri içeri atanlara inat, kimlerin tutuklanacağının ABD’li diplomatlara önceden söylendiğini ortaya çıkaran "Sızıntı’’ adlı kitabı yazdık. Barış Terkoğlu ile o kitabı yazdığımızda 7 Şubat MİT Krizi bile daha yaşanmamıştı.
19 ay tutuklu kaldım, beraat ettim. Cezaevinden çıktıktan sonra avukatlarımla birlikte savcılığa başvurduk ve şunu istedik: Bilgisayarlarımıza Kozinoğlu’ndan gelmiş gibi gizlice yüklenen MİT raporlarını kim koydu? Kozinoğlu’nu öldüren, bizlerin aylarını/yıllarını cezaevinde geçirmemize neden olan o MİT belgelerinin kimin tarafından hem evimize hem ofisimize girerek yüklenildiğini bulun, dedik. Bu şikayetimizin üzerinden yıllar geçti. Bulunmadı, belki de araştırılmadı bile…
Sayın Başkan, Değerli Üyeler….
9 yıl önceki Odatv davasında; Fethullahçılar bilgisayarımıza MİT belgelerinin yanı sıra sahte dokümanlar da yerleştirmişti. Kendi yazdıkları gerçek dışı örgüt talimatları üzerinden, haberlerimiz suç olarak gösterilmişti.
Tarihin tekerrürüne bakın ki; o davada ‘’Halkı kin ve düşmanlığa tahrik’’ ile suçlanmama delil neydi biliyor musunuz?
Odatv’de yaptığımız şehit cenazesi haberleri!
Ne acı!
Aradan 9 yıl geçti, ben yine şehit cenazesi haberi ile tutukluyum.
Neyse ki; Fethullahçılar gibi bilgisayarıma belge yüklemediler, direkt haberi suç delili yaptılar, diye sevinmeli miyim üzülmeli miyim?
Geleceğiz bugüne…
Ama dedim ya; neden bugün burada olduğumuzun izi yakın geçmişte.
Cezaevinden çıkınca tüm dünyada Fethullah Gülen’in izini sürdük. Afrika’dan Avrupa’ya onlarca ülkede Fethullahçıların nasıl bir casusluk örgütü kurduğunu ‘’Mahrem’’ adlı kitabımızda ortaya koyduk. Kitabımızdaki uyarıları dikkate almak yerine, satış sayfalarına ve reklamlarına mahkeme kararıyla yasak getirdiler. Biz yine gazetecilik yaptık, onlar yine hukuksuzluk.
Haklarını yemeyelim; ‘’Mahrem’’ kitabını örgütü anlamak için FETÖ davalarına delil olarak koyan savcılar da oldu bu topraklarda, bir nebze katkımız olduysa bu hain örgütle mücadeleye ne mutlu bize!
Israrla, TSK’daki Fethullahçılara Odatv’de dikkat çektik. Onlarca manşet yaptık. Bizi ‘’Ordunun moralini bozuyorsunuz’’ diye eleştirenlere, komplo teorisi yapmakla suçlayanlara, davalarla korkutmalara rağmen, FETÖ’nün darbe girişimi hazırlığı içinde olduğunu yazdık. Bunu yıllara varan deneyimle ve gazetecilik yaparak görüyorduk.
Ve maalesef haklı çıktık. 15 Temmuz oldu. İsmimiz darbe sonrası infaz edilecekler listesinden çıktı.
Şimdi tam burada bir virgül koyacağım…
Ve bugüne geleceğim.
Sayın Başkan, Değerli üyeler…
Size özet bir kronoloji sunacağım. Sunacağım ki, bize isnat edilen suçlamanın temelsiz olduğunu hep birlikte anlayabilelim.
Tarih: 03 Ocak 2020.
Resmi Gazete ’de yayımlanan kararla TSK Libya’da görev yapmaya başladı. Bu tezkerenin üzerinden 3 gün geçti. Cumhurbaşkanı Erdoğan MİT’in yeni hizmet binasının açılışında canlı yayında konuştu. Onlarca TV kanalının 6 Ocak’ta yayınladığı bu açılışta, Erdoğan aynen şöyle dedi: ‘
“MİT Libya’da üzerine düşen görevleri hakkıyla yerine getiriyor.’’
Böylece, ilk Erdoğan’dan öğrendik; Libya’da MİT’in de görev yaptığını.
Tarih: 19 Şubat 2020
Libya’da şehitlerimiz olduğuna dair haberler sosyal medyaya fotoğraflarıyla birlikte düşmeye başladı.
Aynı gün…
Manisa’daki muhtar Cemali Merter, şehidimizin adını ve soyadını, babasının adını ve soyadını, cenazenin ne zaman nereye defnedileceğini ilk kez yayımlanan fotoğrafıyla herkese açık / herkes tarafından görülecek şekilde sosyal medyada paylaştı.
Yine aynı muhtar bir paylaşım daha yaptı. Hem kendi mahallesindeki şehidin hem de diğer şehidin farklı fotoğraflarını, üstünde ‘’Libya görevi şehitlerimiz’’ yazan, isimlerinin-soyadlarının ve doğum tarihlerinin olduğu bir görsel paylaştı.
Tarih: 22 Şubat.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Libya’da birkaç tane şehidimiz var’’ açıklaması yaptı.
Aynı gün…
Sosyal medyada şehitlerin isimleri, fotoğrafları ayrıntılarıyla defalarca paylaşıldı.
Tarih: 23 Şubat.
Şehitlerimizden diğerinin devre arkadaşları tarafından yapılan açıklamada, cenazenin nereye defnedildiği ve kendilerinin de katıldığı, cenazeden bir çelenk karesiyle duyuruldu.
Hatta o ildeki cenazeye MİT Başkanı Hakan Fidan’ın da katıldığı iddiası haber sitelerinde yazıldı.
Tarih: 24 Şubat.
Bazı internet sitelerinde şehitlerin özgeçmişleri ve MİT’te ne kadar süredir çalıştıkları haberleştirildi.
Tarih: 25 Şubat.
İYİ Parti Milletvekili Ümit Özdağ Meclis’te bir basın toplantısı yaptı. Milletvekili Özdağ, milyonlarca kişinin takip ettiği sosyal medya hesaplarında da yayımlanan açıklamasında; Libya şehitlerinin kimliklerini, MİT mensubu olduklarını, nasıl şehit olduklarını ayrıntılarıyla anlattı. Bu açıklama onlarca haber sitesinde ve ertesi gün de gazetelerde yer aldı.
Sayın Başkan Değerli Üyeler…
Şu ana kadar…
Libya’ya TSK ve MİT mensuplarının gittiğini, Libya’da şehitlerimiz olduğunu, şehitlerimiz arasında MİT mensuplarının da olduğunu, şehit olmalarının nasıl gerçekleştiğini, şehitlerin açık kimliklerini / fotoğraflarını / memleketlerini / mezarlarının nerede olduğunu, hangi görevlerde ne kadar süre çalıştıklarını ve ailelerinin kimlik bilgilerini…
Sırasıyla…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, muhtar Cemali Merter, onlarca sosyal medya hesabı, milletvekili Ümit Özdağ ve onlarca haber sitesi ile gazeteden öğrendik.
İşte tüm bunlar bittikten, tüm bu saydığım bilgiler ve fotoğraflar alenileştikten, yani tüm bu içerikler milyonlarca kişiye ulaştıktan…
Tam 1 hafta sonraya gideceğiz.
Ama öncesinde kısa bir bilgilendirme yapmalıyım.
OdaTv kadrolu editörlerinin yanı sıra, Türkiye’nin dört bir yanında birçok gazetecinin gönüllü olarak emek vermesiyle 13 yıldır yayın hayatına devam ediyor.
Bir araya hiç gelmediğimiz birçok yerel muhabir, hem çok daha geniş kitlelere hitap ettiği için, hem yerel yayın organlarında haberlerine yer verilmediği için, hem de yandaş değil objektif gazetecilik yapıldığı için OdaTv’ye haber gönderir. Biz de o haberlerden uygun gördüklerimizi okurla buluştururuz.
İşte bugün sanık sandalyesinde oturan meslektaşım Hülya Kılınç da, Odatv’ye gönüllü olarak haber gönderen yerel gazetecilerden biridir. Kendisi Manisa’da deneyimiyle ve kaleminin namusuna sahip çıkmasıyla bilinen bir gazetecidir. Bir haber vesilesiyle, birkaç yıl önce internet üzerinden iletişime geçmiştik ama buluşmamız Çağlayan Adliyesi’ne nasip oldu. Hülya Kılınç, Manisa’da yaşanan ama tüm Türkiye’nin ilgilenebileceği haberleri bize gönderir, biz de değerlendiririz.
Şimdi…
Ne demiştik? Libya şehitlerimize dair her bilgi ifşa olduktan 1 hafta sonrasındayız.
2 Mart Pazartesi sabah Hülya Kılınç’tan bir mesaj aldım. Hülya Hanım, Libya’da şehit olan askerlerimizden birinin Manisalı olduğunu söyledi ve cenazesine dair bir haberle OdaTv’nin ilgilenip ilgilenmeyeceğini sordu. Bakınız, Hülya Kılınç o anda şehidimizin sadece asker olduğunu düşünüyor ve bana da öyle iletiyor. Ben de ilgili haberi değerlendirebileceğimizi söyledim. Yani haberin Hülya Hanım tarafından hazırlanmasına başlama anında MİT yok gündemimizde. Amacımız sadece şehit cenazesi haberi yapmak.
Aynı günün akşamı…
Hülya Kılınç şehidin MİT mensubu olduğunu bana söyledi. Haberi hazırdı ama cenaze anından fotoğraf geleceğini belirtti. Ben de başka yerde yayımlanmayacaksa haberi ve fotoğrafı beklediğimi söyledim.
Ertesi sabah…
Yani, 3 Mart Salı sabahı…
Hülya Kılınç bana haber metnini ve fotoğraflarını attı.
Şimdi…
Haberle hemen ilgilenmedim. Daha sıcak konular vardı gündemde. Akşama doğru haber metnini açtım. Şehit MİT mensubu olduğu için ilk olarak, açık kaynaklardan bir de ben teyit etmek istedim. Muhtarın paylaşımı dışında başka nerelerde isminin geçtiğini internetten arattım. Amacım, daha önce nerelerde alenileşip alenileşmediğini bulmaktı. Bu, benim habere dair yayın kararımı etkileyecekti.
Açık ismini Google’da arattığımda, milletvekili Ümit Özdağ’ın basın toplantısının haberlerini ve videolarını buldum. Yani o anda, haberi yayınlamadan önce şehidin fotoğraflarını, isim ve soyadını, nasıl şehit olduğunu, MİT mensubu olduğunu, cenazeden bazı görüntüleri ayrıntılarıyla birçok yerde haber olarak gördüm.
Sayın Heyet…
OdaTv’de bugüne kadar yüzbinlerce haber yayımladık. Bu nedenle birçok kanun gibi, MİT Kanunu’nu da biliyorum. Zaten haber öncesindeki bu ön ekstra araştırma da MİT Kanunu nedeniyleydi.
Ve en nihayetinde…
Her şey bizden önce ifşa olmasına rağmen, şehidin ailesini düşünerek, onlara bir zarar gelmesin diye, cenazenin kaldırıldığı köyün ve mahallenin adını, mezarlığın adını, şehidin soyadını, anne ve babanın adı ile soyadını yayımlamadık. Tam da burada şuna dikkat çekmek isterim:
Odatv’nin yayımladığı ‘’Libya’da şehitlerimiz var’’ haberi değil. Bu, ‘’Libya’da şehit olanlar MİT mensubuydu’’ haberi de değil. Bu, bir şehidin cenazesinin haberi sadece. Şehidin asker ya da istihbaratçı olmasıyla ilgilenmiyorduk biz.
Kaldı ki…
Benim bu haberi verirken özel bir açı bulmam gerekiyordu. Zira şehidin cenazesi 13 gün önce kaldırılmıştı. Haber gazetecilik terimiyle ‘’bayat görünsün’’ istemedim. O yüzden ‘’cenazeden kare bulduk’’ açısı vererek, habere ‘’güncellik’’ katmak istedim.
Bu nedenle cenazeden vatandaşların ve çelengin görüldüğü 2 karenin üzerine OdaTv imzası koydum. Ama asıl, Hülya Kılınç’ın kendi çektiği mezarlık karelerine ise, bize özel olmasına rağmen OdaTv imzası koymadım. Açıkçası, mezarın üzerine logo koymayı şehide saygısızlık olarak düşündüm.
Ama…
Ama’sını anlatacağım.
Önce…
Evet, 3 Mart Salı akşamı haberi yayımladık Odatv’de.
Jet bir hızla, sabaha karşı haber müdürümüz Barış Terkoğlu ve Hülya Kılınç gözaltına alındı, tutuklandı. Bir gün sonra da sırtımda cezaevi çantamla geldiğim Çağlayan’dan Silivri’ye ben de gönderildim.
Ve şimdi…
Aylar sonra karşınızdayız.
Kafası karışık, suçlayayım derken bocalayan ve bu nedenle de her yerinden dökülen bir iddianame var elimizde.
Savcıların bize yaptığı temel suçlama; ‘’MİT mensuplarını ifşa etmek.’’ Şehit cenazesi haberimizle bu suçu işlediğimizi iddia ediyorlar.
Biz de bu soruşturmanın başından bu yana diyoruz ki; ‘’Haberimizde ifşa yoktur. Bizden önce ifşa edilen bilgiler vardır. Bu yüzden suçtan da bahsedilemez’’
Savcılar da iddianame içinde bu savunmamıza yanıt veriyor: ‘’Şüpheliler soruşturmaya konu haberin zaten ifşa olmuş bir bilginin haberleştirilmesinden öteye gitmediği yönünde savunma yapmışlar ise de, haberde yer alan bilgiler ve fotoğraflar daha önceden ifşa olmuş bilgiler değildir.’’
Şimdi…
Duralım.
Biz diyoruz ki; daha önce ifşa edildi!
Savcılar yanıt veriyor; hayır ifşa edilmedi!
Bir virgül…
Hemen Türk Dil Kurumu’na (TDK) başvuruyoruz ve ifşa nedir, ona bakıyoruz:
İfşa’nın sözlük anlamı şu:
"’Gizli bir şeyi açığa çıkarmak’’
Güzel. O halde savcılar diyor ki:
"Ey Odatv! Haberindeki bilgiler ve fotoğraflar daha önce açığa çıkmamıştı, ilk sen yayımladın!’’
Aslında tam da bu tartışmayı yaparak, burada şunu da demiş oluyor savcılar:
"Daha önce ifşa edilmiş olsaydı suçsuzdunuz!’’
Güzel. Ama anlattım ya; MİT şehidine dair kimlik ve fotoğraflar dahil her şey bizden çok önce alenileşti. Savcılar başka bir şeye işaret ediyor olmalı.
Evet, tam da bunu yapıyorlar.
Savunmamıza yanıt verdikleri, okuduğum bölümün hemen altında…
Bu davanın, diğer gazeteci sanıklarını suçladıktan sonra, Odatv’nin yaptığını iddia ettikleri ifşaya geliyorlar. Ve diyorlar ki:
‘’Odatv de, cenazeye katılan MİT mensuplarının görüntülerini yayımladı’’
İddianamede kalın harflerle "ilk defa’’ diye vurgulayarak, "bak işte, daha önceden ifşa olmamış bunlar, o yüzden suçlusunuz’’ diyorlar.
Bakınız…
Meselenin bam teli burası.
Önce bir ara özet geçelim…
İddianamede bize yapılan asıl suçlama; şehit MİT mensubuna dair değil. Ki şehit MİT mensubuna dair içerikler alenileşmiş olmasına rağmen, biz ekstra hassasiyet gösterdik ve aileyi düşünerek bir haber yayımladık.
İddianamenin bizi asıl suçladığı nokta; cenazeden paylaşılan fotoğraf karesi. İddianamenin sonlarında, Barış Terkoğlu’na ait bölümde ‘’cenaze törenine katılan diğer MİT mensuplarının da deşifre edildiği bir adet fotoğraf’’ diyerek bunu işaret ediyorlar.
Bir parantez açmalıyım.
Evet, savcılar bizim savunmamızı doğruluyor kendi satırlarıyla ve ‘’ifşanın ifşası olmaz’’ ı kabul ediyor. Ama bu çıkmaz yoldan çıkmak için, bir çare arıyorlar.
Ve diyorlar ki…
Anayasa Mahkemesi (AYM) 30 Aralık 2015’te bir karar verdi MİT Kanunu’na dair!
Neymiş, peki o karar?
Savcılar diyor ki…
AYM "daha önce ifşa edilmiş olsa dahi suçtur’’ diye karar verdi!
Peki bu doğru mu?
Yani, AYM’nin gerçekten böyle bir cümlesi, iması, yorumu, kararı var mı?
Açtım baktım, ilgili tarihteki karara…
Yok. Sayın heyet!
İddianame yalan söylüyor. Bunu nasıl yapabilirler; inanın aklım almıyor ama AYM kararında olmayan bir yorum yaratılıyor ve aslında suç yaratılıyor.
Yani…
Özetle: İddianame istemeden de olsa kabul ediyor ki; ifşanın ifşası olmaz!
Bundandır ki; haberimizde şehit MİT mensubuna dair suç yok!
O halde, geldik bir kare fotoğrafa….
Yani aylarca tutuklu olmamıza ‘’suç delili’’ olarak gösterdikleri kareye…
Yani iddia makamının ‘’ilk defa’’ diyerek ‘’ifşa’’ suçlaması yaptığı, tabutun taşınma anına…
Öncelikle şu garipliği açığa çıkaralım…
İddianamede ne zaman fotoğraftan bahsedilse, savcılar sık sık şu iddiada bulunuyor:
‘’Gizlice çekildiği tespit edilen!’’
Haliyle bekliyorsunuz ki; o fotoğrafın ‘’gizlice’’ çekildiğine dair bir kanıt sunulsun.
İddianamede var mı böyle bir kanıt? YOK!
MİT’in suç duyurusunda var mı böyle bir iddia? YOK!
İstanbul Emniyeti’nin habere dair araştırma raporunda var mı böyle bir tespit? YOK!
O halde…
Savcılar neye dayandırıyor, o fotoğraf çekiminin ‘’gizlice’’ olduğunu?
Nasıl olur da, bir küçük kanıt dahi ortaya koymadan ‘’tespit edildi’’ diye büyük laflar kullanılır?
Kaldı ki…
Odatv’nin suçlandığı o fotoğrafı çeken kişi belli mi; belli: Eren Ekinci.
Akhisar Belediyesi’nin basın biriminde çalışıyor. Cenazeye davet edilen belediyenin görevlisi olarak orada…
Kendisi de bu davada sanık ve ne doğru ki tutuksuz.
Peki…
Şehidin naaşının ne zaman ve nereden kalkacağını hem şehidin hem de babasının açık adıyla, yetmeyip şehidin fotoğrafıyla ilk kez internette ifşa eden, bunu yaparken herkesi de cenazeye davet eden köy muhtarının tanık yapıldığı bu davada…
İldeki ve ilçedeki siyasi parti temsilcileri ile milletvekillerinin katılımının istendiği, hiçbir gizlilik önleminin alınmadığı, aleni yapılan bu cenazede…
Yüzlerce kişinin katıldığı ve katılanların çektiği fotoğraf ile videoların internette dolaştığı bu gerçeklikte…
Fotoğrafı çeken kişiye ‘’o fotoğrafı nasıl çektin’’ sorusunun dahi savcılık tarafından sorulmadığı bu dosyada…
Ben soruyorum:
Nasıl oluyordu da, bu kadar rahat ve bu kadar temelsiz şekilde ‘’gizlice çekildiği tespit edildi’’ cümlesi iddianameye konuyor?
Maalesef, yanıtı da biliyorum.
Bundan 9 yıl önce de yaşadım zira.
O zaman da Fethullahçı savcı Zekeriya Öz, Odatv tutuklamalarına tepki gösterenlere ‘’açıklanamayacak deliller var’’ diyordu. Elbette öyle deliller yoktu.
Sözde ‘’gizlilik’’ katarak kumpasa inandırıcılık sağlanmaya çalışılıyordu.
Tıpkı şu an olduğu gibi…
Peki …
Evet, geldik burada tutuklu olmamıza gerekçe gösterilen fotoğrafa…
Yani, iddianamede ‘’ilk defa’’ denilerek ‘’ifşa’’ suçlamasının yapıldığı tabut taşıma anına…
Savcılar bu fotoğrafta MİT mensuplarının da olduğunu ifşa ediyor.
Evet, savcılar ifşa ediyor ve biz ilk onlardan öğreniyoruz bu bilgiyi.
Bakınız, haberimizdeki cümle aynen şöyle:
‘’Akhisar ilçe kaymakamı Sabit Kaya, siyasi partilerin ilçe başkanları ve vatandaşların katıldığı cenaze…’’
Yani Odatv’deki haberde, cenazeye MİT mensuplarının da katıldığına dair bir ima dahi yok.
Ve keza, şu açıkça görülmüyor mu:
Bizden çok önce ‘’ifşa edilmiş’’ bile olsa, açık kaynaklarda onlarca kez yer de alsa, Odatv’deki haberde…
Şehidin soy ismi var mı? YOK!
Nasıl şehit olduğu bilgisi var mı? YOK!
Anne-babanın isimleri ve soy isimleri var mı? YOK!
110 mahalleye sahip Akhisar’da, cenazenin olduğu köyün/mahallenin adı var mı? YOK!
Cenazeye ait video görüntüleri var mı? YOK!
İşte tüm bunları, daha önce ifşa olmasına rağmen yayınlamayan Odatv, içinde görevdeki MİT mensuplarının da olduğunu bilse cenazeden o kareyi yayınlar mıydı?
Sadece hayatın olağan akışı içinde akıl yürütülsün istiyorum.
Kaldı ki…
Bakınız iddianamede Murat Ağırel’e ayrılan bölümde çok dikkat çeken bir nokta var. Savcılar Ağırel’i suçlarken aynen şu cümleyi kullanıyor:
"Şüpheli tarafından yapılan ifşa eyleminden birkaç gün öncesinde şehitlerin MİT mensubu olduğu bilinmeksizin ve beyan edilmeksizin bir kısım paylaşımların yapıldığı tespit edilmiş ise de söz konusu paylaşımların hiçbirinde şehitlerin MİT mensubu olduğuna yönelik herhangi bir ibare veya ima bulunmadığı, Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu olduklarının belirtildiği anlaşılmıştır’’
Yani…
Savcılar MİT mensubu olduğunu bilmeden yapılan paylaşımları aklıyor bu cümlesiyle…
O halde…
Gelin…
İddianamedeki o cümleyi sadece 2 kelime değiştirip, tekrar okuyalım:
"’Cenazeye katılanların MİT mensubu olduğu bilinmeksizin veya beyan edilmeksizin bir kısım paylaşımların yapıldığı tespit edilmiş ise de, söz konusu paylaşımların hiçbirinde cenazeye katılanların MİT mensubu olduğuna yönelik herhangi bir ibare veya ima bulunmadığı, vatandaş olduklarının belirtildiği anlaşılmıştır.’’
Sayın Heyet…
Bakınız; savcıların kendi oluşturdukları suçsuzluk karinesini ve kıstasını kullanarak, bu tabut taşıma karesini yayınlamakta bir suç olmadığını anlatıyorum.
Ve kaldı ki…
Şehidin akrabası olduğunu beyan eden, 6 yıldır cenazenin kalktığı yerin muhtarlığını yapıyor olan, cenazeye herkesi davet eden kişi cenazeye katılanların MİT mensubu olduğunu bilmediğini iddia edecek ve bu davada tanık olacak…
Ama cenazeye siyasi parti temsilcileri ve vatandaşlar katıldı, diyen biz ise o cenaze fotoğrafındakiler arasında MİT mensubu olduğunu bilmemiz beklenip sanık yapılacağız!
Böyle adalet olur mu?
Biz tabut taşıma fotoğrafındakilerin MİT mensubu olduğunu ima dahi etmememize, hatta ‘’ vatandaş’’ dememize rağmen sanık olacağız…
Ama şehidin MİT mensubu olduğunu Hülya Kılınç’tan öğrendiğini ileri süren muhtar, bunu öğrenmesine rağmen MİT mensubunu fotoğrafıyla, ismiyle, ailesiyle, yaşadığı yerle ilk ifşa eden o paylaşımını silmeyecek; bizler tutuklandıktan çok sonra paylaşımını kaldıracak ve tanık olacak!
Böyle adalet olur mu?
Sayın Başkan, Değerli üyeler…
İddianamenin en son sayfasına gelelim. Orada size hitaben ‘’Netice-i talep’’ bölümü var. Savcılar tüm iddianamede bize yönelttikleri suçlamaları bir paragrafta özetlemek istemişler.
En nihayetinde ne ile suçlanıyormuşuz, o paragraftan okuyalım:
‘’Bu deliller doğrultusunda Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı mensubu olan şehitlerin kimlik bilgilerinin ve dolayısıyla da ailelerinin kimlik bilgilerinin, çalıştıkları görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgilerin izah olunan biçimde yayımlanmak, yayılmak ve açıklanmak suretiyle 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun 27/3. fıkrasında tanımlanan suç ile TCK’nın 329’uncu maddesinde tanımlanan ‘Devletin Güvenliğine ve Siyasal Yararlarına İlişkin Bilgileri Açıklama’ suçlarını tüm şüphelilerin işledikleri anlaşılmıştır.’’
Sayın Heyet, dikkatinizi çekerim:
"’Görevdeki MİT mensupları’’ demiyorlar iddianamenin sonunda…
Şehit MİT mensubuna dair suçlama yapıyorlar. Şimdi iddianamenin ortasına mı, yoksa en sonundaki Netice-i Talep’e mi inanacağız?
Her ne olursa olsun…
Burada satır satır, tüm suçlamaların yersiz olduğunu, Odatv’nin haberinde hem şehit MİT mensubuna hem de görevdeki MİT mensuplarına dair hiçbir suçun işlenmediğini anlattım.
Bakınız…
Çok basit bir denklem var:
Hülya Kılınç ya da şehidimiz Manisalı olmasaydı, bu haber yapılmayacaktı. Keza, Odatv’de diğer MİT şehidinin cenaze haberi yok. Zira, o şehirde muhabirimiz yok. Bu bile, bizim MİT mensubu ifşa etme gibi kastımız/planımız olmadığının, sadece gazetecilik saikiyle hareket ettiğimizin kanıtıdır.
Peki… Suç ile fiil arasında olması gereken zorunlu bağ bu davada yokken…
Neden tutukluyum/tutukluyuz?
Çünkü; fiilden ziyade failin hedef alındığı bir dava bu.
Öyle ya: Yoksa, haberden haberi dahi olmayan Barış Terkoğlu niye sanık bu davada?
Bakınız…
Bu kanun yürürlükteyken…
Başka MİT mensuplarının cenazelerinden onlarca karenin yayımlandığı haberleri size göstereyim…
Bakınız…
MİT Başkanı’nın oğlunun düğününden görüntüleri televizyonların nasıl yayınladığından örnekler göstereyim.
Bakınız…
MİT mensuplarının fotoğraflarını, görevlerini de yazarak devletin valisinin dahi nasıl paylaşımlar yaptığının örneklerini göstereyim…
Hal böyleyken…
Bu haberler, videolar, paylaşımlar yıllardır açık açık yapılıyorken…
Onlara bir soruşturma dahi açmayan Türk yargısı, haberinde MİT Kanunu’na uymak için fevkalade hassasiyet gösteren Odatv’ye neden operasyon yaptı?
Evet, neden tutuklandık, neden ayda 10 milyon kişinin takip ettiği Odatv kapatıldı, neden 100 yıllık Gazi Meclis’te adımıza özel yasa çıkardılar, neden tecrit altındayız ve neden sanığız?
Madem suç yok, yanlışlıkla mı oldu tüm bunlar?
Hayır, Sayın Heyet.
Konuşmamın başında; "Malasef haklı çıktık, 15 Temmuz oldu’’ demiş ve virgül koymuştum.
Şimdi noktaya doğru gidelim.
Bir gazetecilik terimini açıklamalıyım: Fikri takip.
Özetle; daha önce yapılan bir haberin / işlenen konunun devamındaki gelişmeleri de araştırıp kamuoyunu bilgilendirmektir. O halde, 15 Temmuz’dan sonra gazeteci olarak bizim görevimiz şu soruların peşine düşmekti:
Darbe girişimi yargılamalarında neler yaşanıyor?
Darbe girişimi sonrası devletteki FETÖ yapılanması temizleniyor mu?
Tasfiye edilen FETÖ’cülerden boşalan devletteki koltuklara kim oturuyor?
Bu soruların yanıtı, bu örgütün bu topraklara ihanetini yaşayarak görmüş ve herkes korkarken yazan gazeteciler olarak bizim için önemliydi.
Ve işte bu yüzden bu soruların yanıtını, hem Odatv’de hem de ‘’Metastaz’’ kitabımızda belgeleriyle yazdık.
Devletin haber ajansı takip bile etmiyorken, sabahın ilk ışıklarından gecenin geç saatlerine kadar darbe ve FETÖ davalarını takip ettik.
Ve sonunda görülüyor ki…
Eğer FETÖ sanıklarını görevde tutup, bir de onlara FETÖ operasyonu yaptırıldığını yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer terörle mücadele biriminin başına, terör örgütü üyeliğinden yargılanan birisinin oturtulduğunu yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer FETÖ’cüleri para karşılığı tahliye eden, başka tarikatların müridi yargı mensupları olduğunu yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer FETÖ şüphelisi olup; başka tarikatların hocalarından hüsnü şehadet aldığınızda dosyanızın kapandığını yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer FETÖ borsası sanığının çocuğunun gözü önünde öldürülmesinin perde arkasını yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer bu toprakların en tehlikeli örgütü FETÖ ile mücadelenin bir rant ve sermaye değişimi aracı haline geldiğini yazmasaydım burada olmazdım.
Eğer böyle giderse, yarın bir tankın içinde, devlet gömleği giydirilen başka tarikatlara mensup darbeciler görürüz, diye yazmasaydım burada olmazdım.
Ama tüm yaşadıklarıma rağmen diyorum ki iyi ki yazdım, iyi ki yazıyorum, iyi ki yazacağım. Hepsi gerçekti. Yalanlayamadılar. Bunun yerine, bir bahaneyle hapse attılar. Amaç; daha önce yazdıklarımın bedelini ödetmek ve ileride de yazmamamdı.
Dedim ya; ben şehidin mezar fotoğrafının üzerine saygısızlık olmasın diye logomuzu bile koymadım. Onlar ise şehidin mezarının üzerine basarak bize siyasi operasyon yaptılar.
Sayın Başkan, Değerli Üyeler…
Bize sürekli dava açanlar, ölümle tehdit edenler, hapse atanlar şunu anlamıyor…
Barış Terkoğlu ile yazdığımız Metastaz’ın birinci sayfasında, kitabımızı ithaf ettiğimiz iki kişi var:
"Adil bir gelecekte yaşamaları için Arya’ya ve Ali Derya’ya’’
Onlar bizim çocuklarımız.
Biz, çocuklar adil bir gelecekte yaşasın diye bu çileli yolu seçtik. Ne kadar başarılı olduk ya da olacağız o gelecek için, ileride tarih kitapları yazar.
Ama çocuğum yarın ‘’peki, o günlerde sen ne yaptın’’ diye sorarsa, başımı eğmeden gözlerinin içine bakıp anlatacağım bir mücadeleyi miras bırakmak istiyorum.
Gerisi lafügüzaf.
BARIŞ TERKOĞLU: BU İDDİANAMELERİ YAZANLAR İŞLEDİKLERİ GÜNAHLARLA ANILACAK
Barış Terkoğlu ise savunmasında şunları söyledi:
Öncelikle şunu söylememe müsaade edin. Bu davanın ille de bir yerinde olacaksam savcısı değil, sanığı olmayı tercih ederim. Bunun bir sebebi var. İnsan ancak kafasını kaldırıp ufka baktığı zaman dünyanın yuvarlak olduğunu görebilir. Ben de istikbale baktığımda bu davada verilecek mücadelenin, ülkemin adaletine katkıda bulunacağını ve yargının çürümüş dallarının budanmasına vesile olacağını görüyorum. Emin olun, bu baş aşağı duran fotoğraf düzeldiğinde, bu iddianameleri yazanlar kendilerinden öncekiler gibi işledikleri günahlarla anılacak! Ancak biz; bir fikirde, bir kelimede, bir harfte yaşamaya devam edeceğiz.
Sayın Hâkimler…
Yargılanırız, varsa suçumuz mahkûm oluruz, ardından infazımız yerine getirilir. Hukukun ilerleyişi budur. Oysa siyasi intikam davaları pek de öyle işlemiyor. Önce infaz ediliyorsunuz, yargılama ona yetişmeye çalışıyor.
Biz, Odatv’nin gazetecileri, bu mahkemede sanık olmadan önce yıllarca böyle yaşadık. İktidar içindeki çetelerden beslenen sürülerin hakaretleriyle, tutuklayın çığlıklarıyla, ölüm tehditleriyle terbiye edilmeye çalışıldık. Sonumuzun El Kaidecilerin Charlie Hebdo dergisini katletmesi gibi olacağını söyleyen kamu görevlileriyle bile karşılaştık. Nihayetinde katillerin yapamadığı işe savcılar talip oldu.
Bundan dolayı dert yandığımı sanmayın. 1871’de kendi vatanının yandaş medyasında hain ilan edilen Victor Hugo, “insanın kendisine yapılan saldırıları okuması kendi dışkısını koklamasına benzer” diyor. Ben de içinde benden bir şey de olsa bu kokuyu sevmediğim için okumuyorum. Bu nedenle bir gazeteci uyarmasaydı fark etmeyecektim. İktidar içindeki çetelerin bir tetikçisi, bizim hapishane ile uslanmayacağımızı, Alman Devleti’nin Kızılordu Örgütü’ne yaptığı gibi, hapishanede katledilmemiz gerektiğini söylüyordu. Ne güzel fikir özgürlüğü! Katledilmiş bir kamu görevlisinin cenazesini haber yapmak müebbetlik, gazeteci katletme propagandası serbest!
Uzağa gitmeyelim. Bu hikâye bana Almanya’yı değil, bizden birini, Mithat Paşa’yı hatırlattı. Mithat Paşa bizim büyük bir reformcumuzdur. Halen hayatımızda olan Ziraat Bankası da meslek liseleri de onun eseridir. En önemlisi, Mithat Paşa demek Meşrutiyet demekti, Anayasa demekti. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde çadır mahkemesi kurdular, hükmüne idam yazdılar. Yapamayınca hapishanede gardiyanlarına boğdurdular.
Bunu şu nedenle anlatıyorum. Çadır mahkemesinde mahkeme reisi Mithat Paşa’ya “iddianameyi nasıl buldun” diye sorunca, Mithat Paşa “iki mahalini doğru ve sahih buldum” dedi. İki noktasını doğru bulmuştu. Biri başlangıçtaki besmele, öbürü sonundaki tarihti. Mithat Paşa “geri kalan yerleri yalan, yanlış ve tutarsızdır” diyordu.
Bir Mithat Paşa geleneği. Ben de bir iddianameyi elime alınca önce başına ve sonuna bakarım. Kendim için de öyle yaptım. Ve dedim ki “başı da sonu da yalan, yanlış ve tutarsız”.
'BİZİ TUTUKLAYAN YAPILANMA'
Önce son sayfasından başlayayım...
İddianamenin sonunda, herkesin bildiği soruşturma savcısının yanında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan’ın ve vekili Hasan Yılmaz’ın imzalarını görünce şaşırmadım. Hatta “iddianamenin üzerindeki gölge mürekkebe bulanıp suretini göstermiş” diyerek üç imzalı bu iddianameye sevindim.
Açıp baktım. 7 Şubat’ta Hakan Fidan’ı tutuklamaya çalışarak MİT’e büyük kumpas kurmakla suçlanan eski yargı mensuplarının iddianamesinin altında tek bir savcı imzası var. FETÖ’nün polislerinin ve imamlarının MİT’e kumpasla suçlandığı iddianamedeyse iki imza. Zaman Gazetesi iddianamesi tek imzalı. TUSKON iddianamesi de, FETÖ Çatı Davası iddianamesi de tek savcının izini taşıyor.
Peki bu işin sırrı nedir?
Sayın Heyet, Türkiye’de yaşanan sıradışılıkların sebebi sorulduğunda çoğu zaman verilen yanıt “devlet”tir. Oysa yakından baktığımızda müsebbibin “devlet benim” diyen çeteler, tarikatlar, ya da örgütler olduğunu görürüz.
Korkunun gerçeğin üstünü örttüğü dönemlerde devlet üniformasının içindeki bu oluşumları anlatmak zordur. Çoğunlukla bir grup öncü vitrine taş atmaya cüret eder. Yazı, haber ya da kitap; aydının yuvasındaki yılana attığı taştır. Çıkan yılan düşmanını sokarken varlığını da herkese gösterir.
FETÖ dönemi yargılanmamız böyleydi. Yargıda, poliste, orduda örgütlenmiş yapılanmadan söz edenlerin başına kötü şeyler geliyordu. 1. Odatv davasında yargılananların ortak özelliği FETÖ’yü deşifre eden eserleriydi. İşte buna diyalektik diyorlar. FETÖ’yü gösterenlerin tutuklanması FETÖ’nün görünmesine yaradı. Örnek olsun, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Fethullahçıların polisteki örgütlenmesine odaklanırken, Hanefi Avcı’nın kitap yüzünden tutuklanması kitabın tezini ispatladı.
Bu iddianamedeki imzalara gelirsek…
Biz Odatv’deki haberlerimizde, Barış Pehlivan ile yazdığımız kitaplarda, ben yazılarımda yargıdaki olağandışı işlerden bahsediyorduk. Adliyeleri esir eden grupların adaletin hükmünü değil, kendi özel gündemlerini icra ettiğini anlatıyorduk. Açık söyleyeyim, bizi cezalandırmak için sebep yaratılacağını biliyorduk.
İddianamede gördüğümüz ikinci ve üçüncü imzalar “biz de tam da bunu kastetmiştik” dedirtti.
Öte yandan bir şey daha var…
Bizim duruşmaya çıkana kadarki hukuk serüvenimiz bir dizi olağandışılıklar içeriyor. MİT Kanununa dayanarak tutuklandık. Hem bugüne kadar bu kanunla ilgili uygulamalar, daha doğrusu “uygulamamalar”, hem de hukukçuların kamuya bildirdiği görüşler aynı şeyi söylüyordu. O da bu kanunun karşılığının hapisliği önemsiz kılacak kadar olduğuydu. Buna rağmen birileri bizim tutuklu yargılanmamızı istiyordu. Tabiri caizse hesabı peşin almak istiyorlardı. Olağandışılıklara bir gece yarısı komedisi eklendi. Dolandırıcılara ya da hırsızlara tanınan infaz indiriminden Meclis’e gece 3’te gelen kanunla muaf tutulduk. Türkiye’de halihazırda MİT Kanunundan yargılanan bizden başka kimse muhtemelen olmadığı için bu müdahale bizim için yapılmıştı. Ancak yeni düzenleme yine de 3 yıl hapse denetimli serbestlik hakkı tanıdığı için bir kez daha tutukluluk önemsizleşti. İşte bu durumda, soruşturmaya bir elin değerek tuz eker gibi yeni suçlamalar ekeceğini düşünüyordum. Beklediğim oldu. O elin sahipleri görülüyor ki bu iddianameye 2. ve 3. imza olarak düştü.
Kısıtlılık getirilen iddianameden bizzat bu savcıların Sabah Gazetesine yaptığı sızıntıları, ya da açık usul hatalarını herkes biliyor. Ben başka bir noktaya dikkat çekiyorum.
Sayın Heyet, buradaki yargılamaya konu olan haberin altında Hülya Kılınç’ın değil, üçümüzün birden adını görseniz ne düşünürdünüz?
İşte ben bu iddianame için aynısını düşünüyorum.
Belli ki bazı zorunluluklar iddianameyi en azından görüntüde 3 imzalı kollektif bir eyleme dönüştürdü.
'BU SAVCILAR FETÖ’DEN BAHSEDEMEZ'
Mithat Paşa usulüyle devam ediyorum.
Bu kez iddianamenin başına dönelim…
İddianamenin başlangıcında MİT’in FETÖ’nün hedefi olduğu anlatılıyor. Sonra da bir daha FETÖ kelimesi bile kullanılmıyor.
Ben bunun ya iddia makamının bilgisizliğinden ya da suçluluk psikolojisinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Sayın Hakimler, cehalet ne çok okuyanların ne hiç okumayanların meselesidir. Cehalet, çoğunlukla tek kitap okuyanların kusurudur.
Söyleyeceğim şu, MİT’in FETÖ’den başka düşmanı yok mu? Yoksa bu savcılar başka bir şey bilmiyorlar mı? Mesela PKK ya da IŞİD de MİT’in düşmanı değil mi? Konumuz Libya, konuyu genel kültür düzeyinde bilenler dahi MİT’in Birleşik Arap Emirlikleri ya da Mısır gibi bir sürü devletin hedefinde olduğunu size söyler. Tek kitaplı savcılar nedense bunlarla değil iddianamenin geri kalanında bir daha bahsetmedikleri FETÖ ile başlıyorlar.
Öte yandan suçluluk psikolojisi de var. Çünkü FETÖ, 7 Şubat 2012’den önce de MİT’i hedef aldı. Bizzat Odatv davasında benimle birlikte MİT’in Orta Asya Masası’nın başındaki Kaşif Kozinoğlu tutukluydu. Hapiste şüpheli bir şekilde öldü. Bu şu demek: Biz, savcıların MİT’i hedef almasını milat saydığı tarihten önce FETÖ tarafından hedef alındık. Hem de bir MİT yöneticisi ile birlikte.
Şimdi bu salondaki herkese soruyorum: O gün İlhan Cihaner’i tanıyor muydunuz? Elbette. Çünkü o savcılık yetkilerini bu yapıya karşı kullanmış ve bedelini ödemişti. Daha çok tanıdığınız isim sayarım.
Peki o gün bu iddianameye imza atanları tanıyor muydunuz? Hayır. İşte suçluluk psikolojisi dediğim budur.
Eğer MİT ya da FETÖ ile bu davaya başlayacaksanız öyleyse bize yapılanlarla başlayacaksınız. Savcılar ise “gökten üç elma düşmüş” diye başlamışlar. Bu koca boşluk ülkemizin noksanlığı değil, bu iddianameyi yazanların kendi geçmişlerinin ayıbıdır.
'BİZE KURULAN TUZAK'
Sayın Hâkimler, basit bir sorum var: Devlet yurttaşlarına tuzak kurar mı? Hukuk devleti tabii ki kurmaz. Ama devletin üniformasını kendi aidiyetlerine kalkan yapanlar kurar.
Bakın, Atatürk’ün harpte başarılı olmanın anahtarını açıkladığı bir söz vardır: “En iyi şekil, zihnen düşmanının tarafına geçmek ve onun bakışıyla meseleyi çözmektir.”
Biz de mahkemelerde bunu yaparız. Savcıların gözünden davaya bakarız. Niyetlerini okuruz.
Şimdi, bu iddianamenin açıkça ortaya koyduğu bir tablo var:
MİT mensubu S.C.’nin şehadetinin ardından sosyal medyada yüzlerce paylaşım yapılıyor. MİT ve savcılar izliyor.
Ailesinin köyünün muhtarı babasının adını da vererek 19 Şubat’ta duyuru yapıyor. Üstelik bu köyünün neresi olduğunun da bilinmesi demek. MİT ve savcılar izliyor.
Onlarca sitede şehitle ilgili haberler çıkıyor. MİT ve savcılar izliyor.
İddianamede görülüyor ki bu davanın sanıkları olan Murat Ağırel’in ya da Erk Acarer’in 22 Şubat’taki paylaşımlarını da MİT ve savcılar izliyor.
Yeni Yaşam Gazetesi 23 ve 24 Şubat’ta haber yapıyor. MİT ve savcılar izliyor.
Ardından Ümit Özdağ Meclis’te olayla ilgili bütün ayrıntıları açıklıyor. MİT ve savcılar izliyor.
Özdağ’ın açıklaması ertesi gün basında haber oluyor. MİT ve savcılar izliyor. Uluslararası medyada olay haber oluyor. MİT ve savcılar izliyor.
3 Mart akşamı Odatv’de şehidin cenaze haberi yayınlanıyor. 4 Mart sabahı saat 04’te ben evimden gözaltına alınıyorum. Neredeyse iki hafta uyuyan MİT ve savcılar o gece uyumuyor!
Dediklerimi doğrulayan bir evrak daha var. İddianame eklerinde yer alan Emniyet Raporu şöyle başlıyor: “Başsavcı Vekili Hasan Yılmaz’ın, 3 Mart 2020 tarihli sözlü talimatları kapsamında Odatv’deki habere ilişkin gerekli araştırmanın yapılarak...” Demek o gece sahiden uyumamışlar.
Bakın MİT’in Odatv için suç duyurusunun tarihi 4 Mart. Savcılığa saat kaçta şikâyet geldi, beni gözaltına aldıran Hasan Yılmaz saat kaçta harekete geçti, polisler kaç saatte eve geldi? Belli ki MİT’in suç duyurusu benim gözaltına alınmamı bekledi, ya da bir eksiklik sonradan tamamlandı.
Sayın Hâkimler, 10 yıl önce “kumpas” diyorduk. Bugün buna “tezgâh” diyoruz. Serçeler, bıldırcınlar, güvercinler kafese giriyor. Karga gelince kapak kapanıyor. Demek ki Odatv’deki haber olmasa böyle bir dava hiç açılmayacaktı. Bunu nereden biliyorum? Çok basit, İrfan Fidan ve Hasan Yılmaz’ın yönettiği savcılık, bütün soruşturmaları Odatv haberinden sonra başlatıyor. Hatta Ümit Özdağ hakkındaki fezleke bile Odatv Haberinden sonra yazılmaya başlıyor.
Bakın burada komik bir şey var. Ümit Özdağ ile ilgili soruşturma, açıklama yaptığı gün değil, hafta değil, benim gözaltına alındığım gün yani 4 Mart 2020’de başlatılmış. Savcı Hamza Yokuş imzalı tutanak “resen soruşturma açılmasına karar verildi” diyor. Yani soruşturma açıldığında orada da MİT’in bir şikâyeti yok. Şimdi gelelim savcının Özdağ hakkında soruşturma açmaya nasıl karar verdiğine. Tutanaktan aynen aktarıyorum: “4 Mart 2020 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığı’mızca yapılan olağan internet taramasında…” Çok acayip değil mi? 26 Şubat ile 4 Mart arasında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda internet mi kesikti? Savcı bu kadar gün “olağan internet araması” neden yapmadı? Siz savcının yazdığı gibi bunun “olağan” olduğunu düşünüyor musunuz?
Elbette hayır! Ortadaki tablo çok açık. İstanbul’daki savcıları da Ankara’daki savcıları da hatta MİT’i de birileri harekete geçirdi. O “birileri” kimse Odatv’den başlamak üzere herkese tezgâh kurdu.
'MİT KADAR GAZETECİLİK DE GEREKLİ'
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
İnsan yalnız kalmaktan korkar. Karanlıktan korkar. Ölmekten ya da yaşamaktan korkar. Oysa ben sadece korkmaktan korkuyorum.
Lütfen sözlerimi iktidar içindeki çeteler, savcılar, örgütlü linç güruhları eliyle kurgulanan bu davada onlara bir yanıt olarak kabul edin.
Eğer bu tezgâhı kuranların bir vatanı varsa ben o vatanın hainiyim! Ne mutlu bana bir vatanları yok…
Eğer bu tezgâhı kuranların bir dini varsa ben o dinin kafiriyim! Ne mutlu bana imanları yok…
Eğer bu tezgâhı kuranların bir devleti varsa ben o devletin teröristiyim! Ne mutlu bana onlar çetelerini devlet sanıyorlar...
101 yıl önce bugün Mustafa Kemal de Saray’dakilerin haini, işgalcilerin teröristi, işbirlikçilerin kafiriydi!
Milletin hürriyetini şahsi ikbalinin önüne koyanlar korkusuz olmalı, küfrün üzerine yürümelidir.
Bu girişi, şunun için yaptım. Ben yıllardır yazı yazıyorum, Cumhurbaşkanı’nı eleştiriyorum, bakanları eleştiriyorum, genelkurmay başkanlarını eleştiriyorum. Efendim MİT kutsal bir örgüt müdür? MİT dokunulamaz mıdır? MİT sorgulanamaz mıdır? MİT; hatası, eksiği gösterilemez midir? Haşa, MİT mensupları peygamberin sahabeleri midir?
Farkında mısınız, bu dava üzerinden ne yapmaya çalışıyorlar. Bu davayı kurgulayanları sevindirecek bir karar verirseniz yukarıdaki tüm sorulara “evet” yanıtını vermiş olacaksınız.
Türk tarihinde 12 Eylül gibi karanlık işlere bulaşmış askerler vardır. İşkenceye karışmış polisler vardır. Aynı zamanda mensubiyetini kötüye kullanmış hem de çok kötüye kullanmış MİT mensupları da vardır. Örnek olsun, ben daha birkaç ay önce Cumhuriyet Gazetesinde hapishaneden bana mektup yazan bir MİT mensubunun anlattıklarından yola çıkarak, MİT kimliğini adam kaçırıp fidye istemek için kullandığı iddiasıyla cezalandırılan bir personeli yazdım. Bunu yazarken güç bela MİT’in basın müşavirliğini aradım, MİT mensubunu askeri alanda yakalayan kamu görevlileri ile konuştum. Siz eğer bu davayı tezgâhlayanları sevindirirseniz, bir sıradışılıkta karşısına MİT mensubu çıkınca bir gazeteci sorgulamaya araştırmaya devam edebilir mi?
Şimdi söyleyeceğimi bana güvenmezseniz açıp kontrol edebilirsiniz. Biz Odatv’de 15 Temmuz’dan önce aylarca “darbe geliyor” haberleri yaptık, yazıları yayınladık. Yanlış anlamayın, gayrimeşru bir kaynaktan öğrenmedik. Dış basında işaret veren yazıları, Washington’daki enstitülerin raporlarını çevirdik. Zaman Gazetesi’nde adeta darbeyi işaret eden haber ve yazıları analiz ettik. Çeşitli davalara yansıyan ifadeleri aktardık. Hatta bizzat soruşturma savcılarının iddianamelerine giren darbe uyarılarını anlattık.
Emin olun bunları yaparken öyle saldırılara maruz kaldık ki…
“Ordunun içine fitne sokuyorlar”, “Ordumuz terörle savaşırken darbe iddialarıyla ihanet ediyorlar” diyenler oldu. Bunları da açıp okuyabilirsiniz. Odatv’deki gazeteci ağabeyimiz Soner Yalçın’ı arayıp tehdide varan konuşma yapan, benim ve Barış Pehlivan’ın işten çıkarılmasını isteyen ve bu darbe uyarısı yazıların susturulmasını isteyen oldu.
Vazgeçmedik.
Sonunda darbe günü geldi çattı. MİT Müsteşarına öğlen saatinde darbe ihbarı anlamına gelecek itirafın yapıldığı ortaya çıktığı halde MİT Müsteşarı darbeye akşam yemeğinde yakalandı. Bu durumu herkes eleştirmedi mi? Sorular sormadı mı? Bunu da yapmak gerekmez mi?
"İstihbarat” diyoruz, Arapça’dan geliyor. “Haber” ve “’ihbar” aynı kökten doğmuş. Batı dillerinde “intelligence” kelimesiyle karşılamışlar. O ise “akıl” ve “zeka”dan geliyor.
Şu tabloya bakarak söylüyorum. İster istihbarat deyin ister intelligence. Sadece 15 Temmuz bile gösteriyor ki doğru düzgün bir istihbarat kurumu bu ülkeye gerekli ise iyi gazetecilik ondan daha çok gerekli. Bakın gazeteci en azından istihbarat kurumunun eksikliklerini gösterebiliyor.
Daha da ileri gidiyorum. Bu davaya konu olan haber bir yorum içermiyor. Basit bir haber. Her ölümün ardından olağan cenazeyi anlatıyor. Peki vatansever bir gazeteci bu haberle yetinmese, 27 yaşında gencecik bir istihbaratçının katledilmesinde bir ihmal var mı araştırmak istese, ki bence yapılmalı, yapabilir mi? Bunu pek çok terör saldırısından sonra yaptık. Şimdi Libya’daki bu saldırı ile ilgili ülke savunmasına faydalı, belki de yeni şehitler gelmesini önleyecek böyle bir çalışma yapılabilir mi?
Bu davayı kurgulayan akıl “yapamazsınız” diyor. Hadi “vatansızların haini”, “devletsizlerin teröristi”, “imansızların kafiri” olarak biz yapmayalım. Bu iddianameye imza atan savcılar böyle bir inceleme yapacaklar mı? Hatırlayın, Mavi Marmara saldırısının ardından bu adliyede davası görüldü. Bir savcı çıkıp şehidin uğradığı saldırının soruşturmasını yapabilir mi? Bu davayı kurgulayanlar “kesinlikle hayır” diyor. Bu dava bize bunu söylüyor.
Oysa 20-30 yıl önce Türkiye, kurumları çok daha sorgulanabilir bir ülkeydi. Kamu görevlilerinin en azından gazeteciler peşini bırakmazdı. Şimdi bizi daha da geri götürmeye çalışıyorlar.
Tekrar söylüyorum, Odatv’de yayımlanan haberde böyle bir sorgulama yok. Ama bu dava hiçbir ifşa içermeyen sade bir cenaze haberini yargılayarak bütün sorgulamaların şimdiden önünü kapatıyor.
'MİT KANUNU NEDEN ÇIKTI?'
Sayın Hâkimler,
Mahkemelere eşlik eden kanunlar tarihsiz değildir. Gökten yere düşmemiştir. Sokakta bulunmamıştır. Kahve içerken akla gelmemiştir. Kanunların bir ruhu vardır. Kendilerini doğuran bir eylem vardır. Ve kanunlar da eylemleri doğurur.
MİT Kanununun 2014 yılındaki dönüşümünün mahkemelerdeki canlı tanığıyım. 9 yıl önce bu Adliye’de MİT yöneticisi Kaşif Kozinoğlu da benimle birlikte sanıktı. Bugün sözüm ona MİT Kanunundan bahsedenler, o gün Kozinoğlu’nu linç ediyor, özel hayatını didik didik ediyordu.
O gün altlarında Başbakan’ın zırhlı aracı olan savcılar, MİT’e kumpasları derinleştirdiler. 7 Şubat oldu, daha fazlası yaşandı. İfşalar sıradan hale geldi. Nihayetinde görev başında faaliyet yürüten ve doğal olarak gizli olan istihbaratçıların kimliği korunsun diye bu yasa çıktı. Şehit olan bir MİT mensubunun cenazesi haber yapılmasın diye değil.
Ne Kozinoğlu’nun cenazesinde ne de bu kanun doğarken ortada olan savcılar, bugün bu kanunu ruhuna aykırı bir şekilde kullanıyor. MİT Kanununu yerde buldukları taş gibi alıp başımıza fırlatıyor.
Bu dava MİT Kanununun uygulaması gibi görünse de aksine gayrimeşru çocuğudur.
'BİZİM DOĞAL ŞAHİTLERİMİZ'
Elbette son dönemde her hikâye gibi bu dava da kamuoyunu ikiye böldü. Tutuklanmamızı savunanlar tutarlı bir gerekçe sunmadı. Onlara göre lanetli sayılan görüşlere sahip olan bizler çoktan cezalandırılmalıydık. Yargılanmamız bile gereksizdi.
Şimdi size bunun karşısında bize doğal tanık olan üç ses getireceğim.
Biri, Kumpas-Der. Bu iddianameyi yazanları kimsenin tanımadığı dönemlerde kumpaslarla hedef alınanların ve onların yakınlarının kurduğu dernek. Bu dernek, bu yargılama için diyor ki:
“Maalesef devletten FETÖ kalıntılarının temizlenmesi yerine her türlü eleştirinin her türlü muhalefetin tehlike olarak görüldüğü, yargı bağımsızlığının ve evrensel hukukun göz ardı edildiği yeni bir sürece girildiğini görüyoruz. Sizlerin karşı karşıya kaldığınız hukuksuzluğu, bu sürecin bir parçası olarak değerlendiriyor ve bunun ülkemiz ve demokrasimiz açısından büyük bir talihsizlik olduğunu düşünüyoruz.”
FETÖ ile gerçekten karşı karşıya gelmiş insanlar bu davanın savcılarının değil bizim yanımızda.
İkincisi Cevat Öneş. Şehit MİT mensubu S.C. gençti. Öneş ise 1966-2005 aralığında yani 39 sene MİTte görev yapmış eski Müsteşar Yardımcısı. Öneş, bizim tutuklanmamızın ardından şunları söyledi:
“Olay ve MİT mensuplarının isimleri TBMM’de bir milletvekili tarafından açıklanmış ve kamuoyu bilgi sahibi olmuştur. Manisa’da cenaze töreni açık olarak yapılmış, gizlilik kuralı uygulanmamıştır. MİT Başkanı tarafından da çelenk gönderilmiştir. Bu durum, MİT Yasası’nın 27. Maddesinin uygulanamayacağını göstermektedir. Ayrıca, yasal ve idari uygulamalar olarak da önceki benzer (Kaşif Kozinoğlu ve bazı MİT mensupları) cenaze törenleri dikkate alındığında, teamül olarak da bir kriterden söz edilemez. Gazetecilerin konuyu işlemeleri ise ‘Devlet sırrı ve gizlilik kurallarının ortadan kalktığı’ bir olayla bağlantılıdır. Basın özgürlüğü, kamuoyunun bilgilendirilmesi amaçlı bir faaliyet söz konusudur.”
Üçüncüsü, bizzat MİT Kanunu hazırlayıp Meclis’e getiren dönemin AKP milletvekili İdris Şahin. O da bu olaydan sonra konuştu. Bugün dedi ki:
“MHP’nin Grup Başkanvekilleri Oktay Vural ve Mehmet Şandır idi. Bu maddenin yorumlanmasını bizden talep etti. O günkü Meclis tutanaklarında vardır. Asılsız haber yapanlar ve MİT mensubu ve ailelerini ifşa edenlerin ceza almalarını öngören bir düzenlemeydi. Yoksa Meclis’te açıklanmış, cenaze törenine de o yörenin siyasi erklerini çağırmak suretiyle alenileştirilmiş bir törenin buna bağlı olarak da teşkilatın çelenginin haber yapılmış olmasının, bir MİT mensubunun kimliğinin ifşa edilmesinden bahsedilemez. Bu olayla ilgili Meclis gündeminde dokunulmazlığı olan bir milletvekilinin açıkça beyanı var. TBMM kürsüsünden söylememiş olmakla birlikte 83 milyona ifşa edilmiş bir hadise söz konusu.
83 milyonun bildiği ve Meclis’te ifade edilmiş bir konunun haber yapılmış olmasının bu kanunun özüyle örtüşmediği açık şekilde ortada. Arkadaşlarımız kanunun gerekçesine bakarsa burada ne murad ettiğimizi çok net görürler. Sadece bir kanun çok açık değilse orada açılır kanun yapanların neyi murad ettiklerine dair görüşme tutanaklarına bakılır. Kanunun gerekçesiyle şu an itibariyle mahkemelerin değerlendirmesi dışında bir düzenlemenin olduğunu da çok rahat görebilirler.”
Gerçekten de tutanaklara açıp bakın, MHP bu kanuna karşı. O gün İdris Şahin, biraz önce okuduğum şekilde anlatarak Meclis’i ikna etmeye çalışıyor.
Size sadece 3 tane kritik tanık seçtim. Demek bu dava dünkü FETÖ kumpaslarının devamıdır. Demek bu dava MİT Kanununun ruhuna aykırıdır. Demek bu davanın MİT mensuplarını korumakla ilgisi yoktur. Demek hak bizimle, hukuk bizimle, demek alnına kara yazılmış mağdurların ruhu bizimledir.
'DAHA ÇOK DAHA AZ ŞEHİTLİK OLMAZ'
Çok daha kritik bir şey var. Asker, polis ya da istihbaratçı… Kamu görevi yaparken ölür, şehit olur. Vatan toprağının altında eşitlenir. Hepsi vatan şehididir. Sizce öyle değil mi? Size “hangisi daha çok şehit” diye sorsam buna yanıt verebilir misiniz? Veremezsiniz.
Öte yandan insan ölü atların peşinden koşabilir mi? Ölü ağacın meyvesini yiyebilir mi? Olmaz değil mi? Haliyle ölülerin kanunu yoktur. Varsa da bu dünyaya ait değildir. Cenaze aracı trafik ihlali yapsa cezası ölüye yazılmaz. Şoföre yazılır. Ya da adı dağları da devirse ölüye maaş bağlanmaz. Şehit olmuş bir vatan evladına da MİT Kanunu uygulanamaz.
Bakın, iddianamede Anayasa Mahkemesi’nin kanuna itirazı reddederken ifade ettiği şu gerekçesi irdelenmiyor:
“Dava konusu kuralla MİT mensuplarının ve ailelerinin kimliklerinin ifşa edilmesinin suç olarak öngörülme nedeninin, bu kişilere ve ailelerine kendileriyle aynı durumda bulunan kişilere nazaran özel bir imtiyaz ve ayrıcalık tanımak değil, yürüttükleri görevleri nedeniyle kimliklerinin ifşa olmasının, MİT mensuplarının görevlerini yerine getirme imkanını ortadan kaldırması ve kendileri ile birlikte ailelerinin güvenliklerini tehdit altına sokmasıdır.”
Burada kanunun gerekçesi, şehit olan bir MİT mensubuna MİT Kanununun uygulanmayacağını açıkça söylüyor. Yani açıkça diyor ki bir polis ile bir MİT mensubu kanun önünde eşittir. Ancak MİT mensubunun ifşa olması “görevini yerine getirme imkanını ortadan kaldırır”. Kanun, MİT mensubunun yaşarken görevini yerine getirebilmesi için yaratıldığını anlatıyor.
Şehit olan bir MİT mensubu halihazırda en büyük görevini tamamlamıştır. Başka bir dünyada yerine getirsin diye ona bu dünyadan kanunla görev verilemez. Yani bu kanun şehit bir personele görev başında gibi uygulanamaz.
Öte yandan yine okuduğum ifadelerden anlaşılacağı gibi bu dünyada görevini şehadetle tamamlamış bir MİT mensubuna MİT Kanununu uygulamak şehitler arasında eşitsizlik yaratır. Şehitler ve daha çok şehitler ayırımını oluşturur. Anayasa Mahkemesi açıkça “niyet bu değil” derken böyle bir uygulama kanunu ortadan kaldıran ve kanunsuz bir uygulama olacaktır. Ayrıca yine görüldüğü gibi kim olduğu bilinmeyen tabut taşıyan vatandaşların arasında MİT personeli olması da meselenin özüyle ilgili değildir. Nitekim iddianame bile defalarca bir fotoğraftaki şahısların MİT mensubu olduğunu belirtmeden yayınlamanın suç olmadığını kabul ediyor.
Sayın Hakimler, bırakalım şehitlik birer yıldız olarak birbirinden farklı ışıklarla yanmaya devam etsin. “Bu MİT mensubunun yıldızı” diyerek dünyevi kanunlarla onların ışığını söndürmeyelim.
'BURADA ŞEHİDİN MEZAR TAŞI YARGILANIYOR'
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
Siz bizim kim olduğumuzu da, niyetimizi de bilmelisiniz.
Bakınız, iddianameye konu olan MİT mensubu Odatv’nin haberinde “şehit” olarak anılıyor.
Odatv hükümetleri eleştirir, onların politikalarını sorgular. Ancak biz ülkesi için hayatını kaybeden kamu görevlisinin hatırasına her zaman saygı duyarız. Bu ikisini ayırmak önemlidir. Bu, Odatv için kuruluştan bugüne değişmeyen bir gerçektir. Biz, gençlerimizin emperyalistlerin çıkarları için Kore’ye gönderilmesini eleştiririz. Ama Kore’de ölen çocuklarımızın mezarlarında gözyaşı dökeriz. Çanakkale’de ülkemizi işgale yeltenen devletlere lanet okuruz. Ama onların dünyanın dört yanından toplayıp üstümüze sürdüğü yoksul gençlerin mezarlarına emanet gibi bakarız.
Ancak açık bir başka gerçek var ki şehitlerine ve gazilerine hak etmedikleri kadar kötü muamelede bulunan bir ülkedir Türkiye. Bu benim şahsi kanaatim değil. “Vatan sağ olsun” diye kaldırılan cenazelerin ardından unutulduklarının, eğer gazi olmuşlarsa bir protez için neler yaşadıklarının sayısız haberini okumuşsunuzdur.
Ben size birinden bahsedeceğim. Afyon Sandıklı’daki şehitlikte yatan Reşat Bey’den. Şehitliğe “Çiğiltepe Şehitliği” denmesinin sebebi de odur. Osmanlı’nın çöküş döneminde sayısız harbe katıldı, esir düştü ve yine de vazgeçmedi. Son olarak Kurtuluş Savaşı’nda 57. Alay Komutanlığı görevine getirildi. Mustafa Kemal tarafından stratejik Çiğiltepe’nin ele geçirilmesi vazifesi verildiğinde Albay Reşat Bey, söz verdiği saatte Çiğiltepe’yi ele geçiremeyince intihar etti. Şehit ilan edildi. Mustafa Kemal’in Türk askeri için söylediği sözü onu düşünerek ifade ettiğini biliyoruz:
“Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir.”
Ailesi onun anısına Çiğiltepe soyadını aldı. Şehitlik de Çiğiltepe Şehitliği oldu.
Emin olun sokaktaki 10 kişiden 9’u Reşat Bey’in öyküsünü bilmez. Benim dikkat çekmek istediğim ise başka.
Çiğiltepe Şehitliği her yıl milyonlarca vatandaşın gittiği tatil beldelerinin üzerindeki yoldadır. Ama ıssızdır, pek az ziyaretçisi vardır. Size katledilen aydınlarımızdan Necip Hablemitoğlu’nun Cumhuriyet’in 77. yıldönümünde Çiğiltepe Şehitliği’nden yazdığı şu satırları okumama izin verin:
“Onların sizin ziyaretine de, dualarınıza da ihtiyaçları yoktur; çünkü erişebilecekleri en yüksek mertebeye zaten ulaşmışlardır. Belki birkaç damla gözyaşı ve kalpten gelen minnet ve teşekkür!.. İsteseniz de başka bir şey veremezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey, onları hissetmektir. Bir de çevrede duyarsız insanlarımızın bıraktıkları çöpleri toplayabilir; tozlanmış mezar taşlarını, Reşat Bey’in büstünü ve kitabelerini silebilirsiniz”
Necip Hablemitoğlu’nun bir Kurtuluş Savaşı kahramanının mezarı başında gördüğü manzara bu. Çöpler, kirlenmiş kitabeler ve mezar taşları…
“Albay Reşat Beyler bile unutuluyorsa” diye nutuk atmıyorum. Bizim için 19 yıl hapis isteyen savcılarla da bu salondaki herkesle de iddiaya hazırım. Gelin 19 yıl sonra ömrümüz yeterse birlikte şehit MİT’çinin mezarına gidelim. İddia ediyorum o gün (ömürleri uzun olsun) ailesi yaşıyorsa onlardan başkasını görmeyeceğiz. Yaşamıyorsa kimseyi bulamayacağız.
Bu haber yayınlandığı gün doğmuş, o gün 19 yaşında olacak gençlere “bu mezarda yatan kim” diye soralım. Acı bir gerçek var ki “bilmiyorum” diyecekler. Eğer meraklıysa adını cebindeki telefona yazacak. Önüne yasaklanmış Odatv haberi ve bu dava çıkacak. Emin olun o sayede haberdar olacak.
Şehitlik bir ölüm değil toplumsal hafızadır. Siz burada bir hafızayı yargılıyorsunuz. Siz burada şehidin mezar taşını yargılıyorsunuz.
'İDDİANAME DEĞİL HAYALNAME'
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
İddianame hayal metni değildir. Uydurmalara dayanmaz. Delillerle güçlendirilmiş varsayımdır.
Bakın, iddianame 15. Sayfasında AYM’nin “ifşa edilmiş olsa dahi…” dediğini iddia eden bir kararına dayanıyor. Ancak AYM’nin kararında öyle bir ifade yok.
İddianame defalarca Odatv haberindeki fotoğraflardan birinin, tekrar söylüyorum sadece birinin gizlice çekildiğini yazıyor. Buna dair tek bir delil koyamadığı gibi sonunda gizli çekilmediğini kabul ediyor ki boynunda fotoğraf makinasıyla cenazeye giden basın danışmanının çektiğini onaylayıp onu sanık yapıyor.
İddianame “bir plan dahilinde, sistematik ve koordineli ifşa” diye başlıyor. Bütün çabasına rağmen “torba” bile değil; Odatv, Birgün, Yeni Yaşam, Yeni Çağ gazetecilerinden oluşan “çorba”da en küçük bir koordinasyon bulamıyor. Hal öyle ki ben, Odatv’deki haberi yapan Hülya Kılınç ile hayatımda hiç konuşmadığım gibi mahkeme kapısında tanıştım. Bu kadar koordinasyonsuzuz.
İddianamede cenazede tabut taşıyan insanların fotoğrafı için “MİT mensuplarını açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla birlikte ifşa etme kastıyla yayınlandığı açık” yazıyor. Kimsenin tabut taşıma stilinden MİT mensubu olduğu bilinemeyeceği için, MİT’in yazısı sayesinde bu kişilerin MİT personeli olduğunu ilk kez kendisi açıklıyor.
Şu hale bakın...
Cenazenin MİT’ten olduğu anlaşılmasın diye “Teşkilat Başkanı” pankartıyla gönderilen çelenk, koca fotoğraf makinesiyle yapılan “gizli çekim”, belediye başkanından milletvekiline koca ilçenin katıldığı “gözlerden uzak” tören, aynı zamanda kahvehane işleten muhtardan öğrenilen “devlet sırrı“, 100 yaşındaki Millet Meclisi’nde kameralar önünde açıklandığı halde “kimsenin bilmediği bilgi”, MİT mensubu olduğu anlaşılmayınca savcılığa “bunlar MİT mensubu“ diye yazı yazan bir “istihbarat kurumu”...
Bu Pembe Panter kılıklı trajikomik senaryoya neyse ki bir kanun bulunabilmiş, bir dava açılabilmiş!
Ortada tek gerçek, bu iddianamenin altındaki Avrupa’nın en büyük adalet sarayının başsavcısı ve vekilinin imzası ve bizim bu davaya ciddiyet katmak için tutuklu yargılanıyor olmamız.
'SUÇLU DEĞİLİM SUÇUM'
İddianame üzerine belki de hak ettiğinden fazla konuştum.
Kendimle ilgili ise tek bir şey söyleyeceğim.
İddianamenin son iki buçuk sayfası beni ilgilendiriyor. Aynı ifadeler çevrilerek tekrar tekrar söylenmiş. Size iki cümleyi okumama izin verin:
“03.03.2020 tarihinde Odatv isimli internet sitesinde yayımlanan cenazeye katılan diğer MİT mensuplarının deşifre edildiği soruşturmaya konu olan yazının şüpheli Hülya Kılınç tarafından Odatv isimli internet sitesinin Genel Yayın Yönetmeni şüpheli Barış Pehlivan ile irtibatlı olarak yayına hazırlandığı, haberde yayınlanan ve cenazeye katılan MİT mensuplarının deşifre edildiği fotoğrafların şüpheli Eren Ekinci tarafından çekilerek şüpheli Hülya Kılınç’a gönderildiği, haberin şüpheli Barış Pehlivan’ın bilgisi ve talimatı doğrultusunda yayına girdiği, internet sitesinin sorumlu haber müdürünün şüpheli Barış Terkoğlu olduğu anlaşılmıştır.”
İkinci cümle şöyle:
“Şüpheli Barış Terkoğlu’nun sorumlu haber müdürü olduğu Odatv isimli internet sitesinde 03.03.2020 tarihinde Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklamak maksadıyla yayınlanan haberde, dış istihbarat vazifesi olan şehit MİT mensubunun kimlik ve görevine ilişkin bilgilerine, şehide ait fotoğraflara ve özellikle de halen görevde olan bazı MİT mensuplarının katıldığı cenaze törenine ait görüntülere yer vermek suretiyle yayınlayarak MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklamış, yayınlamış, yaymış ve MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla birlikte ifşa etmiştir.”
Halen görevde bulunan MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla ifşa edildiğinin açık bir yalan olduğunu tekrar söyledikten sonra kendimden bahsedeyim.
Ben savcıların bu cümlelerden ne demek istediğini anlıyorum, ancak onlar kendilerini anlatmak istiyorlar mı sahiden? İddianame hukuki bir metin ise, öznesi ve fiili açık, kanunlaştırılmış cümlelerden oluşmalı. Ne yazık ki bu cümleler böyle değil. Ben bu ifadelerde fiil gerçekleştiren bir özne olarak kendimi göremiyorum.
Ancak bu cümlelerden benim anladığım bir şey var ki İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na göre benim suçlu olmam için bir şey yapmam gerekmiyor. Odatv Sorumlu Haber Müdürü olmak bu savcılara göre suç. Dikkat ediyor musunuz, Meclis’in Libya tezkeresinin tam metnini iddianameye koyan savcılar nedense gazetecilerin sanık olduğu iddianameye tek bir basın kanununu, bir tek internet yasasını yazmamış. Yani ortada maç var ama ortada bir top yok. Haliyle ben bir boşluğun peşinden koşuyorum. Ama olsun, Odatv Haber Müdürü olarak bu iddianameye göre ben oturan ve kalkan halihazırda tutuklu olan kendi başına bir suçum. Pantolon, gömlek, ceket giyen ve konuşan, yazan bir suçum. 1 metre 92 santim boyunda ve 85 kiloluk bir suçum. Hapisten çıkmamam için sabaha karşı özel infaz kanunu yapan Meclis, ben yolda gelirken yeni kanun yapmadıysa, hala suçlu olmak için kanunu arayan bir suçum.
Kendimle ilgili özel olarak söyleyeceğim sadece bu.
'ORGANİZE DEĞİLİZ ORGANİZELERLE MÜCADELEDEYİZ'
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
Tarihte “cadı” diye bir şey gerçek anlamıyla hiç olmadı. Ama “cadı avı” çok oldu. “Cadı” diyerek bazen kendileri gibi inanmayanları, bazen cüzzamlı gibi hastaları, bazen sahtekâr büyücüleri katlettiler. Bu “cadı avı” çağlar boyu şekil değiştirerek sürdü. Hedef aldıkları siyasallaştı. Suçlama da ona göre şekillendi.
Bir zamanlar kendilerinden olmayanları biraz odun ve ateşle yakarlardı. Şimdi bir parça kanunla her şeyi beceriyorlar.
Bugün burada baskı altında fikrini değiştiren bir insan yok. Bu salonda konuşurken, hapishanede bile yazı yazarken ne düşünüyorsa onu söyleyen, 10 yıl önce nereye bakıyorsa bugün aynı çizgide ilerleyen, duruma göre şekil almayan, katılmasanız da hoşlanmasanız da inandığını söyleyen biri var.
Bu davanın size ya da bu davayı izleyenlere düşündürmesini istediğim tek bir şey var…
Bu iddianameyi yazanlar çok uğraşsalar da buradaki sanıklardan bir organizasyon yaratamadılar. Ancak bu süreçte gördük ki gizli soruşturma dosyasından organize şekilde sızıntılar oluyor, organize şekilde sanıklar hedef alınıyor, cezaevine kadar uzanan organize bir operasyon var. Soruşturmanın başlangıcından sonuna sıra dışı, organize olduğu açık işler oluyor.
Düşündürmek istediğim şu: Tıpkı 9 yıl önce bizi örgütle suçlayan kişilerin bir örgüt üyesi çıkması gibi, acaba bugün de karşımızda kamu görevlilerinin ve tabii siyasi uzantılarının olduğu bir organizasyonla mücadele ediyor olabilir miyiz?
Bu soru inanıyorum ki bir gün yanıt bulur.
'BİZİ BOĞMAK CUMHURİYETİ NEFESSİZ BIRAKIR'
Sayın Başkan, Sayın Heyet;
Türk aydını pamuk elli annelerin hazırladığı kundaklarda büyümedi. Üzerinde kestane pişen kuzinelerin sıcağında büyümedi. “Hürriyet” dediği için atıldığı soğuk sularda büyüdü. “Bağımsızlık” dediği için sürüldüğü gurbette büyüdü. “Laiklik” dediği için patlayan bombalarda büyüdü. “Eşitlik” dediği için elektrik tellerinin, falaka sopalarının ucunda büyüdü. “Adalet” dediği için sırtına saplanan kurşunla büyüdü.
Biz de mahkeme salonlarında büyüdük, büyüyoruz.
Mithat Paşa Meşrutiyet’ti. Mithat Paşa’yı boğmak Meşrutiyet’i boğmaktı. Bir bahaneyle Mithat Paşa’yı yargılamak Meşrutiyet’i yargılamaktı.
Elbette biz onun son nefesi, onun dünyaya son bakışı olamayız. Lakin biz de cam kırıkları üzerinde yürüyen Cumhuriyet’in ayağının altına oturmuş kan, parmaklarının ucundaki nasırız. Biz Cumhuriyet’iz. Bizi boğmak Cumhuriyet’i nefessiz bırakır.
Bu Cumhuriyet’in maalesef ihale duyunca koşan patronları var. Bu Cumhuriyet’in maalesef imtiyazlıları Adliye’nin arka kapısından bırakan savcıları-hakimleri var. Bu Cumhuriyet’in maalesef kamu mallarını yağmalayan vakıfları, hizipleri, grupları var. Bu Cumhuriyet’in maalesef devlet içinde hiç bitmeyen çeteleri, tarikatları, örgütleri var.
Kendilerinden başka olmasın istiyorlar. “İzin verin biz de olalım” demiyorum. İçerde ya da dışarda, ateşte ya da külde olmaya devam edeceğiz. Pirinçte taş, gözün üstünde kaş, eğilmeyen baş olacağız. Ama olacağız.
İnsanın hayatı kendi eylemleridir. Hayat yalnız mavi gökyüzü, yalnız zümrüt deniz değildir. Keskin kayalıklar da hayatın dikenidir. Latince de “Arx Tarpeia, Capitolia proxima”, “Tarpeia kayası Capitol’e yakındır” deyimi vardır. Eski Roma’da zafer kazanan güç sahipleri şehrin en yüksek tepesi Capitol’de kutlama yaparken, Tarpeia kayalıklarından hain saydıklarını aşağı atarlardı. İki tepe birbirine pek yakındır. Bugün Capitol’de zafer kutlayanların yarın günah keçilerinin kurban edildiği Tarpeia kayalıklarından atıldığı görülür. Zaferi kendilerinin sananlar bizi sık sık Tarpeia kayalıklarına çıkarır. Biz oradan düşmeden inmesini biliriz. Sonra Capitol’den gelenlerin oradan düşüşünü izleriz.
İnsanın kaderi kendi eylemleridir. Biz kaderimize kendi eylemlerimizle karar verdik. Siz bizim için görünse de aslında hem kendiniz hem de ülkemiz için karar vereceksiniz. Bu nedenle sizden sadece adalete uygun, gerçekle barışık, vicdanla örtüşen, tartışmasız sadece ama sadece millet adına bir karar beklediğimi söylemek istiyorum.
SAVCI TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINI İSTEDİ
Savunmaların ardından tanıklar dinlendi. İlk olarak dinlenen tanıklardan Yeni Yaşam Gazetesi Semiha Alankuş, gazeteci Ferhat Çelik ile Aydın Keser’in çalışma arkadaşı olduğunu belirtti. Haberin yazıldığı tarihte şehir dışında olduğunu belirten Alankuş, “Arkadaşlarım birebir bu haberden sorumlu değil. Editör sorumludur. Haberde sorun varsa arkadaşlar avukata danışır. Her editör kendi sayfasından sorumludur” dedi.
Ardından dinlenen MİT mensubunun cenazesinin kaldırıldığı köyün muhtarı Cemali Merter dinlendi. Merter, “Ben o güne kadar Hülya Kılınç'ı tanımıyordum. ‘Sizin orada şehit varmış ziyaret edebilir miyim’ dedi. Ben de ‘onlar şu an duygusal’ dedim, o da ‘benim de oğlum var’ dedi ve gelmek istedi. Sonra geldi ve kendisini şehidin evine götürmemi istedi” diye konuştu.
Tanıkların dinlenmesinin ardından iddia makamına mütalaası soruldu. İddia makamı gelen cevap ve beyanlara diyeceğinin olmadığını, dosyanın esas hakkında mütalaanın hazırlanması için kendilerine verilmesini, esas hakkında mütalaanın hazırlanması için taraflara önümüzdeki celseye kadar süre verilmesi, Erk Acarer hakkındaki yakalama kararının devamını, tüm tutukluların tutukluluk hallerinin devamını istedi.
AVUKATLAR SAVUNMA YAPTI
Ardından avukatlara söz verildi. İlk olarak söz alan Murat Ağırel’in avukatı Ruşen Gültekin, soruşturma hakkında gizlilik kararı olduğu sırada iddianameyi bir televizyon programından öğrendiklerini ifade etti. Daha önümüze gelmeyen bir iddianamenin TV’lerden öğrenmelerinin büyük bir vahamet olduğunu dile getiren Gültekin, “Bu iddianameden 10 sene ceza alsa Murat Ağırel rahatsız olmaz. Murat'ı kesseniz Türkiye ile ilgili bir bilgiyi başkasına vermez. Şeklen iddianamede müvekkilimin ya da yakalamalı olan sanık Erk Acarer diğer sanıklarla bir bağı yok. Olması gereken dosyanın ayrılması ve önünüze tek tek gelmesiydi. Tutuklamayı gerektiren CMK 100’üncü maddede sayılan bir noktada değiliz. Tutukluluk bir tutsaklık haline gelmiştir. İstediğimiz tutuksuz yargılamadır. Bu insanları kovsanız gitmez. 16 kilo verdi içeride. Vicdanınıza seslenip adalet diyoruz” diye konuştu.
‘İDDİANAMENİN CİDDİ BİR TARAFI YOK’
Ardından söz alan Yeni Yaşam Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Aydın Keser’in avukatı Sercan Korkmaz, “Soruşturma aşamasından itibaren detaylı olarak dilekçeler sunduk. Artık öyle bir noktaya geldik ki söyleyecek söz kalmadı. Şapkadan tavşan da çıkaramayacağız. İddianamenin ciddi bir tarafı yok. Tahliye talep ediyoruz” dedi.
‘BU DAVA KARAKTERSİZ BİR DAVADIR’
Yeni Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik’in avukatı Özcan Kılıç da, “Müvekkillerim serbest bırakılıp 24 saat içinde yeniden tutuklandı. Bu haberler 19-20-21-22 Şubat’ta yayınlandı. Vefat eden MİT mensuplarının vefat ettikleri ve kimlikleri belirtiliyor. 23 Şubat ve 24 Şubat’tan sonra Yeni Yaşam ve başka pek çok yerde haberler yayılıyor. Vefat haberleri yapmışlar, sanki görev esnasında kimlikleri ifşa edilmiş gibi davranılıyor. MİT’in faaliyetleri de deşifre edilmemiş. 2010’larda da böyle davalar vardı. Kim bırakılacak, kim tutuklanacak diye konuşuyorduk. Bu doğru bir şey mi? Bu dava karaktersiz bir davadır. Tahliyelerin talep ediyorum” diye konuştu.
Ardından söz alan Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Hülya Kılınç’ın avukatları müvekkillerinin tahliyesini talep etti. Avukatların savunmalarının ardından mahkeme heyeti karar için duruşmaya ara verdi. (HABER MERKEZİ/Odatv/MA)