Gazetecilik etiği diye bir şey: Küçükkaya’yı kim sattı?
İsmail Küçükkaya, gazetecilik mesleğinin zorladığı rekabet koşullarına boyun eğerek, bir fırsatı neredeyse “ganimete” dönüştürme peşine düşmüştür. Bu gazetecilik etiği açısından yanlış mıdır? Elbette yanlış değildir. Ancak bu davranışı Kant'ın deontolojisi açısından değerlendirirsek külliyen etik dışı bir davranıştır. Zira Küçükkaya’nın eyleminin etik olup olmadığına “bu bilgiyi gerçekten halkı bilgilendirmek için mi, yoksa mesleki tatmin için mi paylaştı?” sorusuna vereceği içten yanıt sonucunda karar verebiliriz.
Tezcan Durna*
Eğer fakültemden ihraç edilmeseydim, eğer büyük bir demokrasi örneği(!) sonucunda bugün tek adam rejiminin ilk Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan tarafından akademisyen yerine “karanlık” olarak ilan edilmeseydim, şu günlerde çokça tartışılan İsmail Küçükkaya olayını öğrencilerime mutlaka sınav sorusu olarak sorardım. Nitekim bu yazıyı hazırlarken not aldığım müsvedde kağıtların arkasında ihraç edilmeden önce öğrencilerime sorduğum sorulardan birisine rastladım.
Soru şöyleymiş: “Seçim sürecinde sempati duyduğunuz ve seçimi kazanmasını içtenlikle arzuladığınız bir partinin liderinin usulsüz/kanunsuz bir işe adının karıştığı bilgisine ulaştınız. Bu bilginin kamuoyuna duyurulması ise, sadece size bağlı. Söz konusu bilgiyi haberleştirip kamuoyuyla paylaşırsanız, seçimi kazanmasını arzuladığınız partinin seçimi kaybetme riski var. Paylaşmazsanız da gazetecilik mesleğinin gerektirdiği ‘hangi koşulda olursa olsun’ kamuoyunu bilgilendirmek temel prensibine aykırı davranmış olacaksınız. Bu ikilemi aşmak için muhakeme yaparken, derste tartıştığımız hangi etik kavramsallaştırmadan nasıl yararlanırsınız?”(1)
Bu yazıya başlarken bu sınav sorusuyla karşılaşmak benim için hem nostaljiye vesile oldu hem de insanların karşılaştığı şeylerin ne kadar tekerrürden ibaret olduğu gerçeğiyle yüzleştirdi. Hele de Türkiye gibi bir toplumda, sanki sürekli aynı şeyleri yaşayıp, ölüp dirilip, hafızamız sıfırlanıp yeniden yaşamaya başlıyor gibiyiz. Tıpkı son zamanların ünlü Westworld dizisindeki robotlar gibi. Neyse konumuzu dağıtmayalım. Sorunun yanıtında günümüzün etik tartışmalarını yürütürken yararlanılan iki farklı ekolden bahsetmelerini istiyordum. Bunlardan birincisi Jeremy Bentham’ın faydacılığı ile ta Antik Yunan’da Anaxagoras tarafından kurulmuş olan erekselcilik (teleolojik) yaklaşımının karmasından oluşan ve ifade özgürlüğü, etik gibi tartışmalara John Stuart Mill tarafından uyarlanan yaklaşımdır. Buna göre kişinin eylemini meşrulaştıran, ahlakileştiren, etik olarak anlamlı kılan şey bu eylemin sonucunda çıkan mutluluktur. Özde bireyci liberal özgürlük ve mutluluk idealini ahlakileştiren bir bakış açısı olmasına rağmen, bireysel eylemlerden kamusal/toplumsal yararlar çıkacağını öngören tipik bir Anglo-Saxon bakış açısı hakimdir bu yaklaşımda. Buna rağmen, en azından eylemlerimiz için bir nirengi noktası bulmakta güçlük çektiğimiz anlarda bir izlek sunar.
İkinci yaklaşım hayatında disiplini düstur edinmiş, ömründe bir kere günlük rutinini bozmak zorunda kalmış (o da Fransız Devrimi sırasındadır), insanların neredeyse saatlerini onun günlük rutinine göre ayarladıkları Immanuel Kant’ın deontolojik yaklaşımıdır. Bu yaklaşıma göre ise ne sonucun ne de senin arzularının önemi vardır eylemin ahlaki olmasında. Ahlakiliği belirleyen tek şey ilkeler ve düsturlardır, ki bunlar da ne insanın dışındaki bir gücün dayatmasıyla ne de tanrısal emirle belirlenen şeylerdir. İnsan; elbette burada aydınlanmış insandır söz konusu olan, sadece kendi içsel muhakemesiyle buna karar verebilir. Elbette bu içsel muhakeme, tamamen bir “herkese göre” ahlakın varlığını meşrulaştırmaz. Burada da Kant’ın “Ahlak Metafiziğinin Temellendirmesi”(2) eserinde çetrefilli yollarla anlattığı ilkeler, düsturlar ve mutlak buyruklar vardır. Ancak bu buyruklar tanrıdan gelen değil, rasyonel akılla belirlenen buyruklardır.
Burada uzun uzun anlatmayacağız elbette bunları ancak, basitleştirerek söylersek şöyle bir örnek verebiliriz: Sizin bir eyleminiz size duygusal bir tatmin duygusu yaratıyorsa, o eylemin sonucu olumlu da olsa ahlaki/etik değildir. Kant bu derece katı rasyonalizmle temellendirir ahlaki yaklaşımını. Bunları neden anlattım? Derdim etik dersi anlatmak değil ancak, “son yıllarda etik tartışmalarının olabildiğine patladığı, her türlü mesleğin etiğinin oluşturulmaya çalışıldığı bir çağda, nasıl bu derece adaletsizlik, ahlaksızlık, yalancılık, ilkesizlik yaygınlaşabildi?” sorusunu Fox TV Haber Sunucusu İsmail Küçükkaya ile CHP Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce arasında geçen olay düzleminde tartışmaya açmak gerektiğini düşündüm.
Aslında etik/ahlak bir eylemin meşrulaştırılması için gerekli olan ilkelerden öte bir şeydir. Yukarıda andığımız iki yaklaşımın da temelinde yatan bir özgürlük meselesidir bu. Bu özgürlüğü tanımlamak, anlamlandırmak, kavramsallaştırmak kolay değildir. Özgürlük denince insanların aklına seçme özgürlüğü ve baskı altında olmama özgürlüğü gelir. Bu özgürlük tanımı, Batı'daki liberal birey özgürlüğünün de aydınlanma fikrinin de temelinde yatan negatif özgürlüğü karakterize eden unsurlardır. Buna göre siz görebildiğiniz, algınızın sınırları dahilindeki seçeneklerden herhangi birini seçmekte özgürseniz, ya da bu özgürlüğünüzü kullanma konusunda baskı altında değilseniz, özgürsünüz demektir.
Negatif özgürlük tanımı, özgürlüğü kısıtlayan iki unsurun, yani seçebilmek ve baskı altında olmamak unsurlarının yokluğunu özgür olmak için yeter koşul sayar. Karşınızdaki seçeneklerden örneğin on milyon dolarlık bir yalıyı teoride alma/seçme özgürlüğünüz vardır. İçinde yaşadığınız koşullar bu seçeneği seçme konusunda size teoride özgürlük sağlar, ancak negatif özgürlük tasarımı bu seçme özgürlüğünün potansiyeliyle ilgilenir, edimsel hale gelmesi, yani kuvveden fiile geçmesi onun meselesi değildir. O zaman negatif özgürlük tasarımında içinde yaşadığımız dünyanın gerçekten bir özgürlük ortamı sağlayıp sağlamadığını çok da bilme şansına sahip değiliz. “Özgürüz, özgürsünüz, özgürler” dediğimiz zaman, o özgürlüğün varsayımı, hayali, teorisi ile yetiniriz ve bu yetinme bize Platon’un “mağara metaforu”ndaki mağaraya kapatılmış insanların gördüğü gölgeleri gerçek zannetmesi gibi bir yanılsamaya benzer bir biçimde teorideki seçme özgürlüğünü gerçek bir özgürlük olarak algılamamıza yol açar.
Fox TV, ülkedeki medyanın bu denli kuşatıldığı, iktidar tarafından basit bir havuz problemine dönüştürüldüğü bir ortamda epey bir zamandır nispeten habere daha çok benzeyen şeyler vermeye çalışarak, pek çok izleyicinin ilgisini çekmeye başladı. Bu ilgiyi pekiştirmek için, Akşam haberlerinin sunucusu Fatih Portakal ile sabah programı “İsmail Küçükkaya ile Çalar Saat”in sunucusu Küçükkaya, her fırsatta “biz özgürüz, bizde sansür olmaz, biz habercilik yapıyoruz” gibi hatırlatmalarda bulunuyorlar. Öncelikle bu iki sunucunun kendilerine ve program yaptıkları televizyona yükledikleri misyon ve rolün gerçek anlamda bir özgürlüğü beraberinde getirip getirmediğine, ya da gerçek bir özgürlüğe tekabül edip etmediğine odaklanmak gerekiyor. Ancak buna geçmeden önce seçim sürecinde, yarım ağızla da olsa bütün ana akım televizyon kanallarından uzak tutulan HDP yetkililerini konuk çıkarmalarının ve tutuklu Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’ın sosyal medyadan (kendi deyimiyle ketılla) ulaştırdığı mesajlara yer vermelerinin son kertede taktir edilmesi gereken bir davranış olduğunu hatırlatmak gerek.
Ümit Kıvanç, “O Meslek Bunalımda”(3) başlıklı ufuk açıcı çalışmasında, mesleği tehdit eden siyasi baskıların en tehlikelisinin “gazetecilik mesleğinin siyasetçiler eliyle/diliyle itibarsızlaştırılması” olduğundan bahsediyor. Buna ek olarak karşımıza çıkan gazeteciliği tehdit eden ya da içinde bulunduğu krizini derinleştiren diyelim, yeni iletişim teknolojilerinin yarattığı hızlanmadır. Zaten gazetecilik mesleği, “haber atlatma, haber kokusu alma” gibi kavramlarla karakterize olan rekabetle maluldür. Yani bu rekabet gazetecilik etiğinin ya da temelde iyi bir insan olma halinin çoğu zaman ihlal edilmesini meşrulaştıran bir şeydir.
Ancak günümüz yeni iletişim teknolojilerinin yarattığı malumat yayma, imaj fışkırtma, bilgi boca etme, yalan dolaştırma gibi eylemleri, gazeteciliğin özünde olan rekabetçiliğin katmerlenmesine yol açmakla kalmamış, bu eğilimin sıradan sosyal medya kullanıcısına da sirayet etmesine yol açmıştır. Önceleri asparagas haber yapmak gazeteciliğin en affedilmez günahlarından iken, günümüz gazeteciliği için sıradan bir olay haline gelmiştir. Peki bu eğilimin yanlışlığı, ya da etik dışılığı bu derece açıkken nasıl bu kadar yaygın bir eğilim haline geliyor? Neoliberalizmin medya düzleminde yarattığı reyting, tiraj gibi kaygılar ve elbette bu kaygılarla bağlantılı olan ekonomik temelli gazetecilik yapma pratiği, ne olursa olsun satma kaygısını beraberinde getirdi. Bu kaygı ile yeni dalga popülizmler arasında ciddi bir rabıtanın olduğunun altını çizerek geçmek isterim.
Gazetecinin ürettiği haberin basit bir ekonomik çıktı, bir ticari meta olarak görülmesiyle beraber, rekabet keskinleşmiştir. Bu rekabetin yol açtığı gazeteciliğin siyasi elitlerin sözlerinin yeniden üretilmesinden ibaret bir meslek olarak algılanır olması durumu mesleğin içindeki yapısal sorunların giderek derinleşmesini beraberinde getirmiştir. Bugün gerçekten gazetecilik yapıldığını söylemek ne kadar mümkündür? Günümüzde iyi bir gazeteci, telefon rehberinin zenginliği, kısa zamanda bir konuyu haber haline getirebilmesi, tez zamanda pek çok insanın, (ki bu insanlar genellikle siyasi, bürokratik, ekonomik, askeri elitlerden oluşur) görüşüne ulaşabiliyor olmakla tanımlanır. Bu elbette gazetecinin tercihi değildir. Gazeteciyi hıza, kolaycılığa, bir olayı derinlemesine analiz etmeden çalakalem yazmaya yönelten şey içinde bulunduğu mesleğin yapısal sorunlarıdır. Özgürlük meselesini bir de bu yapısal sorunlar çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Siyasi baskı olmasa dahi, gerçekten bu rekabet koşulları içinde bir gazetecinin özgürce gazetecilik yapmasının mümkün olup olmadığını tekrardan kendimize sormamız gerekir. Ancak biz tabii ki feci siyasal baskılar altında debelendiğimiz için bu soruları sormaya hiç vaktimiz olmuyor. Ancak elbette bu soruları uzun zamandır kendimize sormadığımız için de şu anda içinde bulunduğumuz koşullara mahkûm olduğumuzu da akıldan çıkarmamak gerekir.
Gelelim İsmail Küçükkaya’nın çokça eleştirilen “haberciliği”ne! Bir kere İsmail Küçükkaya’nın “her gazetecinin yapabileceği bir gazetecilik faaliyeti” olarak tanımladığı Muharrem İnce’nin mesajını paylaşma eylemi ne bir gazetecilik başarısı ne de gazetecilik etiğine (varsa öyle bir etik) ters bir eylemdir. Verilen bilgi, günümüz yeni iletişim teknolojilerinin sağladığı olanaklarla İnce’ye yakın olan her faninin verebileceği bir bilgidir. Küçükkaya, bir seçimin favorilerinden bir adayın ortaya çıkmayışından kaygılanan seçmenlerinin merak ettiği bir bilgiye tesadüfen, şansını deneyerek sahip olmuştur. Bu bilgiye üstelik de canlı yayın sırasında o adayla arasındaki dostluktan faydalanarak ulaşmıştır. Muharrem İnce, belki zaaf göstermiş, belki de bu gazeteciyi kullanmıştır. İnce’nin gerçekte hangi saikle bu mesajı Küçükkaya’ya attığını öğrenmemiz belki de hiç mümkün olmayacak. Belki de Muharrem İnce bile bu eylemin altında yatan ereğini hiçbir zaman bilemeyecek. Zira içinde bulunduğu kriz ağırdır ve bu kriz bazen insanlara hiç beklemediği şeyler yaptırabilir. Ancak İsmail Küçükkaya, gazetecilik mesleğinin zorladığı rekabet koşullarına boyun eğerek, bir fırsatı neredeyse “ganimete” dönüştürme peşine düşmüştür. Bu gazetecilik etiği açısından yanlış mıdır? Elbette yanlış değildir. Ancak bu davranışı Kant'ın deontolojisi açısından değerlendirirsek külliyen etik dışı bir davranıştır. Zira Küçükkaya’nın eyleminin etik olup olmadığına “bu bilgiyi gerçekten halkı bilgilendirmek için mi, yoksa mesleki tatmin için mi paylaştı?” sorusuna vereceği içten yanıt sonucunda karar verebiliriz. Ancak iki gündür, Küçükkaya’nın davranışını meşrulaştırmak için sadece gazeteciliğin rekabetçi mantığından yararlanarak argümanlar geliştirdiğini görüyoruz. Bu gazetecilik koşulları altında başka türlüsünü beklememiz de elbette safdillik olur.
Dario Fo “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” (4) adlı oyununda şöyle der: “Başımız dimdik yürüyoruz. Çünkü boğazımıza kadar boka battık.” Bu sözü gazeteciliğin günümüzde geldiği hale uyarlayabiliriz: Medya organlarının yüzde doksandan fazlasının iktidar tarafından esir alındığı, trollerin gazetecileştiği, gazeteciliğin trolleştiği bir yeni medya ortamında, gazetecilik mesleği boğazına kadar boka batmış durumdadır. Böylesi bir ortamda İsmail Küçükkaya’nın özeleştiri yapmak yerine başını dimdik tutmaya çalışması elbette şaşırtıcı değildir.
Özetle bu zamanın ruhu içinde oluşmuş “amorf gazetecilik normlarını” aşmak için, durup mesafelenmek ve yeni normlar geliştirmeye çalışmak gerekiyor. Bunu yapmak bir hayli zor. Alternatif mecralar bile, endüstriyel üretimin kuyruğuna takılmış bisiklet gibi hem bu kuyruğu bırakıp hem de durursa düşmeyi göze alması gerekir. Düştüğün anda kalkmak zor ama hep birlikte hızla gidilen hedef de pek parlak sayılmaz.
Gazeteciliğin altında bulunduğu tehdit küresel ısınma-çevre kirliliği /sanayileşme ikilemine benziyor. Önlem alınmazsa hep birlikte batacağız, önlem alınmasına da var olan rekabet koşullarının ağırlığı nedeniyle kimse yanaşmıyor.
(1) 30 Mart 2015 tarihinde yaptığım Medya ve Etik dersinin Ara sınav sorularından birisi.
(2) Kant, Immanuel (2002). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. İonna Kuçuradi (Çev.). Türkiye Felsefe Kurumu.
(3) Kıvanç, Ümit (2017). O Meslek Bunalımda: Gazeteciliğin Kendine, Neoliberalizm ve Sanal Alemin Basına Ettikleri. P24 Medya Kitaplığı.
(4) Fo, Dario (1988). Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü. Füsun Demirel (Çev.). FNS Ajans.
*Serbest akademisyen, halagazeteciyiz.net (Medya raporları editörü)