Dikkat, bu yazı AKP’ye eser miktarda methiye içerir. Yazı; AKP’nin dini ve milli motifler eşliğinde propaganda aygıtını nasıl da başarılı kullandığı üzerine kurulu olduğu için, okumaktan belki vazgeçersiniz diye, sosyal sorumluluk görevimi uyararak yerine getirmek istedim.
Propaganda kavramının ilk olarak bir din kurumu tarafından kullanılmış olması elbette tesadüf olmasa gerek. Roma Katolik Kilisesi, 17. yüzyıl başlarında yükselen Protestanlığa karşı, propaganda kavramını ilk olarak “Congragatio de Propaganda Fide” örgütü aracılığıyla kullanmaya başlamıştı. Propaganda tekniklerinin kullanılması elbette yüzlerce yıl öteye gitse de, kavramın dillendirilmesi bir din kurumuna nasip oldu. Kilise bu dönemde, reform hareketiyle kötüye giden işleri düzene sokmak, kitleler nezdinde heyecanı diri tutmak için klasik vaazların yanı sıra kiliselerde müziğin de kullanmasına karar vermişti. Sadece müzik değil, görselliğe de bu dönemde hitap edilmiş, duygularla bütünleşen sonunda gözyaşlarının sel olduğu ayinler hedeflenmişti. Ünsal Oskay’ın ifade ettiği gibi toplumda varolan sosyo-ekonomik farklar, ezilmişlik duygusu, kilisede sözde eşitlik kavramıyla bir anlamda dengelenmişti. “Normal hayatta fakir olabilirsin ama bak yanında feodal beyin var, o da sen de tanrı katında eşitsin işte” mesajı, meşru ve son derece makbul bir kurum tarafından asırlarca beyinlere zikredildi. Kitlelerin afyonu olmanın tarihsel kökenlerine dair daha fazla örnek vermeye kalksak, buradan Vatikan’a yol olur herhalde.
Aradan 400 yıl geçmesine rağmen din kurumları, siyasal erkin meşruiyet ayağı olmanın feriştahı olmaya devam ediyorlar. Milyarlarca dolara hükmeden Vatikan’ından, İslami ya da Yahudi olması hiç fark etmez dini önemli referans olarak kabul eden ülkeler, meşruiyetlerini organize bir propaganda mekanizması üzerine inşa ediyorlar. Ana söylem ise aynı, “bugün belki aç olabilirsin ama sabret şuracıkta ölmene ne kaldı, genç ve güzel huriler (hep de erkekleredir bu vaatler) cennette seni bekliyor.” Bunları söyleyenler Vatikan’da saraylarda oturabilir, altında son model arabalar olup, sabır temalı Cuma hutbeleri hazırlayabilir ya da Filistin’e bugün elektrik dahi verilmesine izin verilmemesini dini motiflere dayandırabilir. 2019’da bir Cuma hutbesi için diyanetin hazırladığı yoksulluk fetvası bu anlamda başyapıt niteliğindedir: "Sizi açlıkla sınayacağız, maddi ve manevi sıkıntılar alın yazısı, isyan etmeyin.”
Diyanet İşleri Başkanı’nın Ayasofya’yı fetih kılıcıyla açması elbette bu çerçevede anlamlıdır, ki kendisi “fakirlik Allah’a yakın olmaktır” özdeyişinin de sahibidir… Zira din, her zamanki gibi çok önemli bir motif ve kitleleri konsolide etmek için propaganda dişlisinin ana unsurunu oluşturuyor. Ayasofya kararına neredeyse hiç ciddi tepki gelmemesini, mükemmel işletilen ikna sürecinin başarısı olarak kabul etmek gerekir. Böyle bir ortamda Kariye’nin camiye dönüştürülmesi elbette ki alelade bir haber olarak değerlendirildi ve arada kaynadı gitti. Hatırlayın, Rumelihisarı sahnesinin tam ortasına cami yapılınca da herkes üç maymunu oynamıştı. Hal böyle olunca temennim bundan sonra Sümela Manastırı’nın külliye olmasıdır, çünkü hedefsiz yaşayamaz propaganda aygıtı, hedef her zaman yükseklerde, en yüksek dağlarda olmalıdır. İnsan da alışınca hep daha fazlasını istiyor işte, ne yapalım.
Bugün, Diyanet bütçesinin 7 bakanlığı geçmesinin mantığını anlamak artık hiç de zor olmasa gerek. İletişim Başkanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mükemmel uyumunu izliyoruz hep birlikte. Bu kurumlarda çalışan binlerce kişi bizi ikna etmek için var güçleriyle mesai harcıyorlar, harıl harıl çalışıyorlar. Açılışlarda kurdeleler “ya Allah bismillah” nidalarıyla kesilirken, müjdeler modern zamanların tekniği olan reklam tizırlarıyla iki gün önceden duyuruluyor. Harika bir sentez değil mi? Milli duygularımıza oynayan, hamasetle yoğurulmuş metinlerde, hemen her 5-10 cümlede bir Allah’a referans veriliyor. Neredeyse her yıl Karadeniz’de, Trakya’da orada burada petrol ya da doğal gaz buluyoruz. Her yıl yerli ve milli uçaklarımızın eli kulağında olduğu haberleriyle cuşuhuruşa geliyoruz. Orta-üst segmentteki yerli mili arabanın hayaliyle geceleri mutluluktan uyuyamıyoruz. Gururumuzun sürekli okşandığı, “doğal” bir “gaz”a gelme filminin figüranlarıyız, ne mutlu bunu idrak edenlere…
Tüm bunların üst şemsiyesinde elbette ki disiplinle izlenen temel propaganda teknikleri bulunuyor. Muhalefetin, hiçbir detayını bilmeden, 320 milyar metreküp olduğu söylenen doğal gaza en az iktidar kadar sevinmesi şüphesiz ki AKP’nin başarısıdır. Önder Algedik’in Duvar’daki yazısında ve Necdet Pamir’in televizyondaki tokat gibi argümanları ortadayken “oyuna gelmeme” stratejisiyle muhalefetin yine hiçbir şey dememeyi tercih etmesi artık trajedi yaratıyor ülkede. Böylesi bir aymazlık ancak adı konmamış, hatta kimsenin farkında bile olmadığı bir AKP-CHP koalisyonu ile açıklanabilir. Her hafta bir talan (Doğal gaz projesinin yaratacağı çevre tahribatı minör detay zaten), radikal bir dönüşüm ya da yasa hayata geçerken, dostlar alışverişte görsün muhalefetinin takip edilmesi, yolsuzluğun dahi “israf” olarak tanımlanması, oyuna gelmemek adına, aslında oyunun ana aktörü olmakla eşdeğerdir.
Yaşadığımız süreç literatürde ifade edilen bütün propaganda tekniklerini kapsar nitelikte. Jean-Mari Domenach’ın ifade ettiği propaganda kurallarını bugünün ışığında kısaca hatırlayalım:
1. Yalınlık ve tek düşman kuralı: Propaganda, her şeyden önce konuyu basitleştirir, herkesin anlayacağı hale sokar. 320 milyar metreküp gaz bulduk demek birçok insanın kafasında “artık doğal gaz ücretsiz olacak” algısı yaratmadı mı? Zaten algıyı yönetirsen ülkeyi de yönetirsin. Bu gazın daha önce bulunmuş olması, yatırım maliyeti, kaç yılda hayata geçeceği, yabancılardan nasıl destek alınacağı, uluslararası doğal gaz sözleşmelerinin varlığı iktidarın söylemini bağlamaz, dolayısıyla kitleleri hiç bağlamaz. Amaç zaten hasıl olmuştur bir kere…Buna karşı çıkanlar da zaten gelişmemizi istemeyen, mücadele edilmesi gereken “düşmanlardır.” Hoop tamamlandı işte, yalınlığın yanına geldi düşman imgesi de. Dışarıda ise düşman bulmak çocuk oyuncağı, Almanya zaten bizi öteden beri kıskanıyor, Biden altımızı oymaya daha başkan seçilmeden başlamadı mı?
2. Büyütme kuralı: Propaganda tekniklerinde haberlerin büyütülmesi, kendi işlerine gelen haberlere aşırı önem verilmesi, her şeye “ennn” kalıbıyla başlanması esastır. Yandaş medya organları bu alanın şüphesiz büyük ustaları olsa gerek.
3. Tekrar kuralı: İyi bir propagandanın temel koşulu belli konuları bıkıp usanmadan tekrarlamak üzerine kuruludur. “Bizi çekemeyenler var, bizi kimse tutamayacak, bizi kıskananlara inat büyüyoruz, coşuyoruz, engelleyen güçler de içimizdeki düşmanlar” edebiyatı hem aslında net mesajlar içerir, hem de sistematik olması hasebiyle başarıyı getirir. Başka misal, pandemide her gün “şöyle başarılıyız, böyle başarılıyız” mesajlarıyla net sonuç alındığı aşikar. 150 gündür yaşadığımız “başarılıyız” bombardımanına karşı argüman geliştirmek dahi kolay değil. Çünkü “başarılıyız” işte…
4. Aşılama kuralı: Toplumun daha önce benimsemiş olduğu bakış açıları propaganda ile pekala yepyeni haller alabilir. Muhalefetin ısrarla anlamadığı ve “Türkiye muhafazakardır, hep de öyle kalacak” şiarıyla AKP artıklarına yamanması bu kuralı aslında hiç anlamadığı, AKP’nin ise 18 yılda nasıl benimsediğinin göstergesidir. Bugün AKP’nin kalesi olarak nitelendirilen yerlerin, 18, 28, 38 yıl önce nasıl bir siyasi iklime sahip olduğuna bakmak yeterli oysa ki. Yüzde 22’den bir anda yüzde 1’lere düşen partileri hatırlamıyor kimse. Ya da iktidarın sıkıca savunduğu konularda (Cemaat ilişkileri, Kürt açılımı v.s) çark ettikten sonra toplumun propaganda ile kolayca ikna edilmesi somut gerçek olarak karşımızda.
5. Birlik ve buluşma kuralı: Burayı açmaya gerek bile olmasa gerek. “Birlik beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” ekmek gibi, su gibi kullandığımız kalıp haline gelmişken…
Özetle dini motiflerle tatlandırılmış, sabredersek ama doğal gazla, ama onla, ama bunla zengin olacağımızı muştulayan bir propaganda organizasyonu var karşımızda. Bu mekanizma, 18 yıldır malzeme bulmakta da, kitleleri ikna konusunda da asla zorlanmıyor. Gönüllülük esasıyla rızamızı alıyorlar, rıza göstermeyenleri de “düşman” ilan ediyorlar. Muhalefetin “oyuna gelmemesi” stratejisi sayesinde de, oyunu daha da kanatlara yaymayı başarıyorlar. Bulunduğu iddia edilen gaz, aslında ülkeyi bir bütün olarak gaza getirmeyi amaçlıyor ve muhalefet de dahil herkes şıppadanak bu “gaz”a geliyor. Bir tek piyasalar o “gaz”a gelmiyor, döviz yükseliyor, borsa düşüyor… Bugün kafamıza yavaş yavaş bam bam bam vuruluyor olmasını ne yazık ki idrak edemiyoruz. Belki de kafa kalmadığı için algı seviyemiz düşmüştür bilemem…
Türkiye’nin asıl “gaz” ustası, İtalya’daki teknik direktörlük kariyerinde cibilliyetsiz futbolcuların ne dediğini bir türlü anlayamadığı Fatih Terim’in ünlü yönetim felsefesinde olduğu gibi, “doğal” bir “gaz”la geçiyor günlerimiz: “Taktik maktik yok, bam bam bam…”