17 Ekim gecesi İsrail’in Gazze’de bulunan El-Ehli Baptist Hastanesi'ni bombalayarak en az 500 kişiyi -güvenli olduğunu düşündükleri için hastaneye sığınmış yüzlerce sivili- öldürmesini tekil bir katliam olarak düşünemeyiz. Aksine, beton molozunun altında can vermiş bulunan yüzlerce insanın, hem öldürülmelerini hem de öldürülme biçimlerini sistematik ve yapısal bir imha eylemi olarak görmemiz gerekiyor. İmha mantığına teslim edilmiş bir kentleşme biçimi. Yerleşimci-sömürgeci şiddetin yeni ve belki en son stratejik safhası.
Bundan altı ay önce, İsrail devletinin kuruluşunun 75. yıldönümünü coşkuyla kutlayan Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, şu ifadeyi kullanmıştı: “Siz, kelimenin tam anlamıyla çölü yeşerttiniz." Yerleşimci-sömürgeciliğin tipik tasavvuru; boş alanda yeni yerleşimler kurarak yayılmak. Kuzey Amerika’dan Avustralya’ya, yerli halkların tarihten, zihinden ve giderek –“kelimenin tam anlamıyla”- coğrafyadan silindiği bir tasavvur. Buna bir de Oryantalist “çöl” motifini eklemeli.
İşte bu yerleşimci-sömürgecilik modelinin mütemmim cüzü olan yayılmacılık, İsrail örneğinde modern tarihin gördüğü en vahşi biçimlerden birine büründü 20. yüzyılın ortasından bugüne. Ve bu vahşetin vücuda gelişi -belki de önceki örneklere kıyasla daha kentsel bir çağda gerçekleştiği için- yapılı çevre ile yakından ilişkili.
Bugünü anlamak için dünle başlamalı. Gazze kenti, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla Osmanlı İmparatorluğu’nun Şam vilayetine bağlı Gazze Sancağı'nın başkenti idi. 19. yüzyıl başlarında Kudüs’ten daha büyük bir kent olan Gazze, uzun süre boyunca Mısır’la Levant’ı birbirine bağlayan yolun üzerindeki konumuyla önemli bir ticaret noktası oldu. Deniz ticaretine ihtiyaç duymayan kentin limanı bile bir balıkçı limanından öteye büyümedi. İngiliz mandası altında eski kent ile sahil arasında yeni ve modern mahalleleri gelişen Gazze, 1948’de Nekbe’nin ardından hem tarımsal hinterlandını kaybetti hem yeni yerleşimlerle tanıştı: Mülteci kampları. Geçici olduğu düşünülen ve kentin çeperlerine yerleşen kamplar. Kent, BM planı uyarınca tarif edilen, Batı Şeria’dan kopuk bandın en önemli merkezi olacak ve daha sonra bu şeride adını verecekti. Nekbe’nin hemen ardından Mısır’ın işgal ettiği Gazze, 1967’de İsrail tarafından işgal edildi ve kent için sömürge yönetimi altında yeni bir dönem başladı.
BETON: İNŞANIN VE YIKIMIN ARACI
Modernitenin mimarlığa ve dünyaya armağan ettiği en etkili icat olan betonarme, hem malzemenin ucuzluğu hem ihtiyaç duyduğu işgücünün niteliğinin düşüklüğü hem de üretim hızı ile dünyanın birçok yerinde konut sorununun ilacı olarak görüldü. Gazze’de de mültecilerin barınma sorunu için derhal başvurulan yöntem oldu. Ancak İsrail işgali ile birlikte betonun anlamı da işlevi de yavaş yavaş değişmeye başladı.
Her şeyden önce betonun kalıcılığı, geçici olması umulan mülteci kamplarına da problemli bir kalıcılık kazandırır. Dahası, tipik bir sömürgeci güç olarak İsrail, sömürgesinden ekonomik fayda sağlamak konusunda harekete geçer. Piyasasını Filistinli işgücüne açan İsrail, bu sayede ucuz işgücü kaynağı sağlamış olur; Gazze Şeridi'nde inşaat sektöründe çalışan Filistinli işçi sayısı hızla düşerken, İsrail kentlerinin inşasında çalışan Filistinli işçi sayısı tırmanır. Normal koşullarda bu entegrasyonun hem malzeme hem teknoloji hem de beceri olarak Gazze’ye de fayda sağlaması beklenir. Ancak (Batı Şeria’nın aksine) Gazze’de çakıl üretimi yoktur ve çimento konusunda İsrail’e bağımlıdır. İsrail hükümeti bu bağımlılığı bir tahakküm aracı olarak kullanmak için çimento ithalatını sınırlar ve piyasadaki üretimi denetim altına alır. Bunun doğrudan sonucu Gazze’de yapılı çevrenin biçimlenişinin sömürge yönetiminin tam kontrolü altına girmesi olur; örneğin modern bir ticaret limanının inşasına izin verilmez.
1979’da İsrail ve Mısır arasında imzalanan barış anlaşması ile Sina Yarımadası'ndaki İsrail işgali sonlanır; ancak yeni çizilen sınır Refah kentinin ortasından geçecektir. Aileleri, mülkleri ve arazileri bölen yeni sınır, bölgeye yeni bir mimari daha getirecektir: Tünel. İlk kez Refah’ın sınırın iki yanında kalan mahallelerini bağlamak için 1982’de açılan tüneller, 90’larda hayat bulan Oslo sürecinin ardından İsrail’in Gazze Şeridi'ni tecride başlamasıyla beraber soluk borusu hüviyeti kazanmaya başlar. Özellikle 2000’lerin ilk yarısındaki İkinci İntifada sırasında ve Hamas’ın Gazze Şeridi'nin kontrolünü ele geçirdiği 2007 sonrasında mutlak bir karakter kazanan İsrail ablukası koşullarında, Mısır’a açılan tüneller, ilaç, yiyecek ve tabii silah temini için yoğun biçimde kullanılmaya başlanır.
Başlangıçta iptidai nitelikteki tüneller giderek sistematik ve dayanıklı bir biçime kavuşur. Direniş faaliyetleri için kullanıldıkça askeri hedefler haline gelen tüneller betonarme olarak inşa edilir, bombardımanlara karşı güçlendirilir. 2013’teki darbenin ardından Mısır’da iktidarı ele geçiren Sisi tünellerin Mısır çıkışlarını tahrip ederek İsrail ablukasını mutlak hale getirdiğinde, artık tüneller sadece İsrail sınırına yönelecektir. Hem sınırdan hem denizden abluka altında olan ve hiçbir noktası İsrail bombardımanından uzak kalamayan Gazze’de direniş, düz anlamıyla yeraltına çekilir; kumtaşı zemin kazmaya elverişlidir; yerin 30 metre altında gelişen tüneller ağı, İsrail ordusunca “metro” olarak adlandırılır. 2008-9, 2012, 2014 ve özellikle 2021 hava bombardımanları tünelleri hedeflese de, her seferinde daha derin ve daha sağlam inşa edilirler. Özellikle 2021’deki bombardıman bu konuda çarpıcıdır. Sahte bir kara harekatı kisvesi yaratılarak Hamas militanlarının tünellerde pozisyon alması umulur; sonrasında da sığınak delici bombalarla taarruz edilir. Burada çarpıcı olan ise yerin altına yönelik bu saldırı için özel olarak seçilen en yıkıcı silahların, yerin üstündeki kenti ve içinde yaşayan sivilleri -sanki hiç yokmuşlarcasına- göz ardı ederek kullanılmış olmasıdır. (1)
KENTKIRIMIN ÖTESİNDE: KENTLEKIRIM
Kentkırım (urbicide) kavramı ilk olarak savaş dışı bir bağlamda kullanıldıysa da askeri operasyonların kentsel çevrelere verdiği zararları anlatmak için Bosna Savaşı sırasında kullanılmaya başlandı. Zira Bosna’da, kentsel dokunun kendisi, modern zamanlarda ilk kez, mantıksız ve aşırı görünen, yani anlamlı bir askeri hedefi olmayan bir saldırganlığın hedefi olmuştu. Kentkırım, bundan sonraki yıllarda, kentler giderek daha büyük askeri yıkımlar gördükçe tartışılmaya devam etti. Bugün bu kavramı, yapılı çevrenin, hedef alınan toplumun toplumsal ve kültürel dokusunun imhası amacıyla tahribini anlatmak için kullanıyoruz. Söylemeye gerek yok (ve burada detaylı tartışacak yerim de yok) ancak 2000’lerden başlayarak İsrail, kentkırımın en fütursuz ve en feci örneklerini sergiledi. Cenin, Nablus, Beyrut bu dönemin en akılda kalan örnekleri oldu. Bu kentkırım süreçlerinde İsrail ordusu yapılı çevre üretiminin tüm unsurlarını askerileştirdi: Buldozerler askeri araçlar haline geldi, duvarlar mahalleleri parçaladı, hatta mimari kuram metinleri bile mekansal imha rehberleri olarak yorumlandı.
Bugün ise, en başta dediğim gibi, yeni bir stratejik safhaya geçilmiş gibi görünüyor. Bugün Gazze’de yaşananları kentkırım kavramı ile açıklamak mümkün değil. Betonu yıkıma inat bir inşa aracı olarak düşünmek anlamsız. Aksine, artık kentin bir imha aracına, betonun ölümcül bir silaha dönüştüğünü görmek gerekiyor. Artık kentkırımdan değil, kentlekırımdan bahsetmeliyiz. Gazze sakinleri, erkeği, kadını, yaşlısı ve çocuğuyla, vatanlarına tutunmak ve yaşamakta direnmek üzere “içine başlarını soktukları” beton yapılar kullanılarak kırılıyorlar. Yıllar boyunca tekrar tekrar yıkılan ve yıkıldıkça inatla yeniden inşa ettikleri evleri ölüm olup çöküyor üstlerine bu kez. Dünyanın gözleri önünde, sömürgeci şiddetin askeri mantığına teslim edilen yapılı çevre kenti bir toplu imha sahasına çeviriyor; bir mezarlığa.
1- Bu operasyonun kentsel-mekânsal boyutları için, İsrail işgalciliğinin mimari-mekânsal boyutlarını yıllardır keskin bir politik perspektifle analiz ve teşhir eden Eyal Weizman’ın şu yazısına bakılabilir: “Tunnel Vision: Eyal Weizman on Israel’s multidimensional warfare”, London Review of Books 43/ 24, 16 Aralık 2021