Gazze’de yazılacak olan senin kaderindir!

Değiştirilebilir ve değiştirilmek zorunda olan bir 'son'! Çünkü savaş bir kere başlayınca onun nasıl sonlanacağını kimse garanti edemez. Ve savaşlar sadece en güçlülerin kazandığı bir 'oyun' olsaydı ne Hitler kaybederdi ne de Kurtuluş Savaşı kazanılırdı!

Yavuz Halat yavuzhalatt@gmail.com

Bir önceki yazının “fikri takibine” devam eder isek;

7 Ekim günü, Gazze’den İsrail’e yapılan saldırı nasıl bir biçimde sonlanacak? O saldırının kurmay heyeti herhalde sadece o günü planlamamış, olası devamını tahmin etmiş, bir siyasi hedef de belirlemiştir! O siyasi hedef de İsrail devletini bir “çözüme” zorlamak olsa gerek. Peki bu nasıl olacak?

Öyle ahım şahım bir keşfe gerek yok! 7 Ekim’deki saldırı, İsrail halkını “yıldırmayı” ve pazarlık için kullanmak üzere rehin almaları hedefliyordu. Yetmez elbette! Arap devletlerinin (halklarının baskısıyla), İsrail ile olan ilişkilerini koparmaya zorlamak –ki bu İsrail’in son dönemde Abraham Anlaşması ile harcadığı tüm çabayı heba edecektir- hatta mümkünse İsrail karşıtı bir Arap Cephesi örgütlenmesi sağlamak. Başta Avrupa ülkelerini, yine halklarının baskısı ile İsrail destekçisi pozisyonundan uzaklaştırarak, İsrail devleti üzerinde “uzlaşma baskısı” yaratmak. Dünya halklarının desteğini almak için ülkelerinin dışında yaşamak zorunda olan 10 milyondan fazla Filistinlinin “özel bir çaba” sarf etmesine gerek bile yok çünkü İsrailli Siyonistler uzunca bir zamandır dünyanın en barbar şahsiyetleri olduklarını (İŞİD ile yarışırcasına) kanıtlamış durumda.

Gazze’deki el-Ehli Baptist Hastanesi’ne atılan bomba, İsrail’in herhangi bir uzlaşmaya (henüz) razı olmayacağının hatta saldırılarını sürdüreceğinin açık bir kanıtı. Hastanenin bombalanmasının zamanlaması “ilginç” elbette. ABD Başkanı’nın bölgeye geleceği ve İsrail ile görüştükten sonra Ürdün Kralı Abdullah, Filistin lideri Mahmud Abbas ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah El Sisi ile dörtlü görüşme yapacağı günün öncesinde.

Hastaneyi bombalama kararı veren İsrailli yöneticiler, nasıl bir sonuç elde etmek istedi acaba? Neredeyse tamamını; yaralıların, hastaların, hasta yakınlarının ve sağlık çalışanlarının oluşturduğu 500’ye yakın kişiyi katledip sonra da Kral Abdullah, Mahmut Abbas ve El Sisi ile fotoğraf çektirip “uzlaşma” aranacağını mı? Samimiyetsizlik, Biden’in açıklamaları ile netleşti; ABD-İsrail cephesinin hiçbir uzlaşı “aralığı” bile yok!

Akıllarınca, akıl oyunu oynuyorlar! İsrail, hastaneyi bombaladığını önce üstlenip sonra reddediyor, Biden “Hastanedeki patlamayı diğer taraf yapmış gibi görünüyor” diyor. Almanya Başbakanı Olaf Scholz, çakma siren sesinden tırsıyor. Oysa bütün dünya halkları biliyor ki emperyalistlerin, geçemeyeceği “kırmızı çizgileri” yoktur.(1) İsrail’in ise sözde bile olsa kırmızı çizgisi yoktur.

İsrail ilk kez hastane bombalamıyor ki, daha önce de onlarca kez bombalamıştı.(2) Bugün Gazze’de yaptığı katliamdan, daha önce de onlarcasını yapmıştı. Deir Yasin Katliamı, İbrahim Camii Katliamı, Şucaiyye Katliamı ve en iğrenci Sabra ve Şatilla Katliamı.(3) Üstelik İsrail sadece bomba da kullanmıyor, suikastlardan ajanlaştırmaya kadar, hatta bölge ülkelerinin ekonomilerini çökertme operasyonlarına(4) kadar her yol, onun için mubah. Beyaz fosfor bombası gibi kimyasal silahlar kullanması da sıradan bir vukuat. Doğrudan öldüremediklerini, zamana yayılan, başta kanser olmak üzere hastalıklarla yok etmeye çalışıyor.

ABD’nin, BM’ye sunulan ateşkes önerisini reddetmesi de göstermektedir ki herhangi bir “çözümün başlangıç aşaması” bile şimdilik çok uzakta. Çünkü ABD-İsrail Cephesi, (bu durumu fırsata çevirip) ilk önce Gazze’yi sonra Batı Şeria’yı ve geride kalan her toprak parçasını(5) Filistin halkının elinden alıncaya kadar durmayacak (Ölen her 1 İsrailliye karşılık 1000 Filistinli öldürdüklerinde belki mola verebilirler).

Ancak bu, mutlak kaçınılmaz bir son olmak zorunda değil! Değiştirilebilir ve değiştirilmek zorunda olan bir “son”! Çünkü savaş bir kere başlayınca onun nasıl sonlanacağını kimse garanti edemez. Sonuca nasıl etki edeceği hesap edilemeyen çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşür. Savaşlar sadece en güçlülerin kazandığı bir “oyun” olsaydı ne Hitler kaybederdi ne de Kurtuluş Savaşı kazanılırdı!

İÇİMİZ DIŞIMIZ KOMPLO

ABD-İsrail Cephesi’nin kuşkusuz en büyük gücü, devletler ve özellikle de dünya halkları üzerinde oluşturduğu algı; her şeyin kontrolünü ellerinde tutuyorlar ve her gelişme, bu ikisinin planı doğrultusunda ilerliyor. Bu “yargı”; bu ikilinin doğrudan borazanları, kendisini çaktırmayan borazanları ve komplo teorilerine çok yatkın binlerce “çok bilmiş” tarafından her gün ve her fırsatta beynimize kazınıyor. “Hamas’ı Mossad yarattı zaten, bu işi de Mossad yaptırdı(6), asıl planları bu saldırıyı gerekçe yapıp Gazze’yi silip süpürmek, sonuç şimdiden belli”, “ABD’nin planladığı da İran’ı savaşa çekip bütün Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak”, “hatta Çin’i bile bu planla dize getirecek”, “Rusya’ya korku salacak, Ukrayna’yı kurtaracak”. Komplo içinde komplo, komplolar içinde başka komplolar; “ABD, asıl bizden (Türkiye’den) korkuyor, Erdoğan’ın Ortadoğu’ya yayılmasını engellemek istiyor, Kürtlere devlet kurduracak”. Bir de “mehdi gelecek, yok mesih gelecek”, “bunlar, onların alameti” diyenler var ki, aklınıza mukayyet olun!

Bu komplocuların hayal güçleriyle baş edilemez elbette ancak bilinmesi ve farkında olunması gerekir ki buradan ilerlenince varılacak “yer” bellidir; bu savaş(lar) büyüklerin arasında, müdahale edilemez, değiştirilemez sadece seyredilir.

Başta Filistin halkı olmak üzere tüm Ortadoğu halkları (ve elbette dünyanın diğer halkları) siyasal süreçlere müdahale etmedikleri, müdahale etmek için örgütlenmedikleri sürece dünya, emperyalistlere ve onların işbirlikçilerine kalacak. Ve kuşkusuz bu sürecin asıl belirleyeni, sosyalistler ve sosyalist ideolojiden üretilen tutarlı politik (ve kişisel) tutumlar olmak zorunda. Bunun olmadığı her durumda, dünyanın ezilen halkları ya her türlü dinin gerici versiyonlarına ya her türden milliyetin faşist propagandasına ya da ideolojik keşmekeş içinde boğulan hümanist yaklaşımların karmaşasında “boğulacak”.

Hamas’ın, Hizbullah’ın ya da İslami Cihad’ın Ortadoğu halkları için bir kurtuluş olmayacağını, tam tersine başka tür bir egemenlik ve tahakküm oluşturma amacında olduklarını, söylemeye bile gerek yok. Bugün Gazze’den yana olmak, Filistin halkının yanında olmak; Hamas’ı desteklemek anlamına elbette gelmez. İşgalci, sömürgeci, katliamcı, ırkçı, Siyonist ve Holokost istismarcısı bir devlete ve onu destekleyenlere karşı çıkmaktır, ezilenden yana olmaktır.(7)

Ezilenle ezeni yani Filistin ile İsrail’i aynı kefeye koyup aynı ölçütlerle değerlendirmek, aynı yaptırımın uygulanmasını önermek Filistin halkının taleplerini görünmez kılmanın yanında İsrail’in işine gelmektedir. Mesela, sadece “barış” talebini dile getirmek? Hangi koşullarda, kimin için, ne karşılığında barış? Kupkuru bir “barış” talebi, içi bomboş bir kabak gibidir.(8) Bir barışın olabilmesi için kat edilmesi, kabul edilmesi gereken liste çok uzun; İsrail’in katliamcı, işgalci politikalarından vaz geçmesi, hatta suçlarından yargılanması, Filistin halkının özgürlüğünü ve bağımsızlığını tanıması… Bunlar olmadan yapılacak barış, İsrail’in şu an edindiği statükoyu sağlamlaştırmaktan başka bir işe yaramaz!

ŞİDDETİN HER TÜRÜNE…

Aynı kefeye koyup birlikte “yargılanan” bir başka konu; tarafların birbirine uyguladığı şiddet! Her ne kadar İsrail’in hastane katliamı ile bu konu, bir nebze gündemden düşse de sürecin başında Hamas’ın İsrailli sivillere saldırısı ile İsrail’in bombalamaları aynı biçimde yargılanıyordu. İdeoloji yoksunluğunun ve apolitikliğin hafifletici nedenlerini bir kenara koyalım ama ezen ile ezilenin birbirine uyguladığı şiddet; tüm tarihsel sürecinden, egemenlik kurma politikalarından ve siyasi/toplumsal amacından tamamen koparıp değerlendirmek, tarafsızlık mıdır? Sivillere (güçsüzlere) şiddet uygulanması meşru görülemez, hatta bu şiddet üzerinden siyasi kazanım elde etmeye çalışmak daha da aşağılık bir tutumdur. Hamas’ın şiddetini yargılayabilirsiniz elbette ama o şiddeti İsrail’inki ile değil, kendi ideolojisi/davası ve benzer mücadele yöntemleri/örgütleri ile kıyaslayabilirsiniz.(9) Ancak ezilenin uyguladığı şiddeti, ezenin şiddeti ile kıyaslamak tek bir sonucu doğurur; ezenin (İsrail’in) şiddetini meşrulaştırmaya.

Hatırlanması gerekir ki savaşın hukukunun/kurallarının oluşmasında özellikle 1. ve 2. Dünya savaşlarında “yapılanlar” önemli bir rol oynamıştır. Ancak sivillere karşı şiddetin uygulanmaması kuralı asıl olarak devrimciler (Latin Amerikalı) sayesindedir, liberaller sayesinde değil. Sosyalist ideolojiden ve ideoloji ile “uyumlu” olması gereken kişisel etikten kaynaklanır. “Kurtarmak” istediğiniz halkı ne zorla ne de ona şiddet uygulayarak kurtarabilirsiniz! Ve devrimciler, amaca giden her türlü yolu mubah görmezler, araç ile amaç arasındaki “diyalektik” bağı kabul ederler. Yoksa şu anki politikacılar gibi “amaca giden her türlü yol mubahtır” deyip, bir yerde kendileri sivilleri katlederken diğer tarafta sivillerin katledilmesine sözde karşı çıkmazlar.

Yeri gelmişken kafaları iğdiş eden bir kavram daha var, gerekli gereksiz her yerde kullanılan: Terör. Hele hele devletlerin, daha doğrusu egemenlerin kendisini tehlikede hissettiğinde başvurulan kritik yardımcı; Terör. Asıl anlamı, “halkı sindirmek, yıldırmak amacıyla uygulanan şiddet” olsa da herhangi sıradan bir eylemi bile terör eylemi, onu yapanı da terörist olarak adlandırmak artık uzunca bir süredir “moda”. Eskiden bizde anarşi ve anarşist sözlükleri mevcuttu artık onlardan vazgeçtiler; her şey terör, herkes terörist. PKK’nin yaptıkları da terör, Cumartesi Annelerininki de. Fenerbahçe taraftarları da terörist, Ayşenur Arslan da. Direnen Filistinliler zaten terörist.

Oysa terör, sadece bir şiddet yöntemidir, amacıyla birlikte tanımlanmadığı takdirde “içi boş kabaktan” başka bir şey değil, içine ne doldurursan doldur. Mesela devlet terörü, mesela dinci terör, mesela faşist terör. Ya da devlet terörüne, dinci teröre, faşist teröre karşı çıkanların başvurduğu şiddet eylemleri de mi terör, yoksa bunları başka türlü tanımlamak gerekmez mi?

***

Neyse, konumuza dönersek; savaş bir kez başlayınca sonuç, kimse için garanti değildir. Bu ABD ve İsrail için de geçerli. Ve dünyada hiçbir devlet yöneticisi yoktur ki –elbette son dakikaya kadar direnecektir- kendi halkının öfkesinden korkmayan! Tayyip Erdoğan için de geçerli.

Hatırlanacaktır, İsrail’in yine bir “Gazze operasyonu” sonrasında Erdoğan, “one minute, one minute” diye haykırıyordu 2009’da. Çok değil, 5 yıl önce 2018’de Kudüs Platformu Konferansı’nda “Silemeyeceksiniz, bu tarihî gerçeği yok edemeyeceksiniz. 1 milyar 700 milyonluk İslam dünyasını, içinde gaflet içerisinde olan yöneticiler olabilir, ama bu halkları yok edemeyeceksiniz” diyordu. Şimdi ne oldu, sözde “birkaç çok sert” açıklama ve müthiş bir diplomasi trafiği ile geçiştiriliyor süreç. Ve o diplomasiyi de ne ABD-İsrail cephesi ne de Filistin Cephesi ipliyor.(10) (Sadece Fazıl Say’ın gözünü boyamaya yetiyor).

AKP’nin tek yaptığı hamaset nutukları atmak. Başkentin göbeğinde, 10 Ekim’de kendi vatandaşı olan 100 kişi katledildiğinde yas ilan etmeyen AKP, şimdi ulusal yas ilan ediyor. Neresinden bakılsa ikiyüzlülük! Muhalefet de aynı tonda. Ne somut bir adım var ne de öneri. Oysa yapılması gerekeni herkes biliyor! Yapılamaz değil, örneğin Kolombiya yaptı; İsrail büyükelçisini ülkeden 'kovdu'. Dünyanın dört bir yanında yapılan İsrail karşıtı eylemlerin somut taleplerinden biri; “İsrail devletinin temsilcilerinin ülkelerinden kovulması” olsa… Bu talebe, öyle cocacola boykotu ile “ne tokat attım” havalarına girmek yerine, “İsrail ile olan bütün ticari ve askeri anlaşmalar iptal edilsin” eklense… Bunların gerçekleştirilmeye başlandığı bir dünyada İsrail ve yanındakiler ne yapmak “zorunda” kalır?
Ve mangalda kül bırakmayan Filistin destekçisi ülkelerin yöneticileri (hatta muhalefet parti yöneticileri de) bir heyet oluşturup Gazze’ye gidip (en azından bir süreliğine) yerleşse… Bari maketlerini gönderip “cansız kalkan” olsalar. Sorunu kimler gerçekten “çözmeye” çalışıyormuş, kimler İsrail’e gerçekten “dur” diyormuş, hep birlikte görsek!
Biliyoruz ki ABD-İsrail cephesi, bütün dünya halklarının düşmanı. Ve kazandığı her muhareben daha da azgınlaşarak çıkacaklar. Ama kaybettiklerinde sadece Filistin’de yenilmiş olmayacaklar.

Gazze’de yazılacak olan sadece Filistin halkının kaderi olmayacak.

(1) Yere göğe sığdırılamayan Avrupa demokrasilerine birlikte tanıklık ediyoruz! Demokrasinin temel şartı, düşünceni ifade edebilme özgürlüğü idi, değil mi? Fransa ve Almanya'da "kamu düzeni ve güvenliğine tehdit oluşturduğu" gerekçesiyle Filistin'le dayanışma gösterilerine izin verilmedi. Hatta bazı spor kulüpleri, Filistin’e destek açıklaması yapan futbolcularının sözleşmelerini feshetti.
(2) 2014’te Gazze'de en az 17 hastane ve sağlık tesisini bombaladı, 2016’da Gazze'nin kuzeyindeki Beyt Hanun'daki bir hastaneyi top ateşiyle vurdu, 2018’de Gazze'nin güneyindeki Han Yunus'ta bir hastaneyi vurdu, 2020’de Gazze'nin ortasındaki Deyr El Balah'teki bir hastaneyi vurdu. Vurulan mülteci kaplarını da eklemek gerekir mi? Nusayrat, Cebaliye, Eş-Şati, Kalendiye, Cenin,..
(3) https://rense.com/general8/butcher.htm 
(4) Eski bir Mossad ajanı; itiraflarında, Mossad’ın milyonlarca sahte Ürdün dinarı basıp piyasaya sürdüğünü söylüyordu.
(5) Sadece topraklarını değil, Filistin halkının Akdeniz’deki egemenlik haklarına da gözünü dikmiş durumda. Bilindiği gibi Gazze açıkları, Akdeniz’deki en zengin doğalgaz rezervini barındırıyor. İsrail’İn “Leviathan” diye adlandırdığı bölge.
(6) Bunun için 2000 İsrailliyi öldürmek, 200’ünü rehin vermek mantıklı mı??
(7) Bu konuda bizim ‘solcularımız”da da garipsenecek tutumlar mevcut. Ülkemizde yaşayan Yahudilerin “hedef olacakları” aygısıyla, eylem hedeflerini ve içeriklerini değiştirmeye çalışıyorlar. Açıkçası söylenecek şey şudur; “ülkemizde yaşayan Yahudiler, ilk önce İsrail devletinden rahatsız olduklarını bir zahmet beyan etsinler” de…
(8) Bu talebin, ABD ve Sovyetler Birliği kutuplaşmasında Avrupa’da çok popüler olduğu malum. Ama o zaman bile (gizli de olsa) bir siyasi amaç içeriyordu; “siz tepişirken biz ezilmeyelim”.
(9) Frantz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabına kadar gidip “Çaresizlik dönemlerinde duyulan çılgınca öldürme isteğinin sömürge insanının kolektif bilinçaltı” olup olmadığını ile de kıyaslayabilirsiniz.
(10) Biden’in 4. zirvesine Erdoğan çağrılmadı bile. Böylece “ben de görüşmüyorum” deme “fırsat”ı kaçırılmış oldu. En çok da Altun üzülmüştür, herhalde.

Tüm yazılarını göster