'Gece benim annemdi'
Anna Kavan'ın kaleminden "Uyku Tanrısının Evi", geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından raflarda yerini aldı. "Uyku Tanrısının Evi", bir kızın çocukluktan ilk gençlik çağına kadar geçirdiği süreci anlatan bir roman olarak görülse de bilindik hikâye anlatımının dışında bir estetiğe sahip.
Yunan mitolojisinde az bilenen tanrılardan biri de uyku tanrısı Hypnoz’dur. Gece tanrısı Niks’in çocuğu olan Hypnoz’un şakaklarında bir çift kanat, bir elinde afyon yaprağı, diğer elindeyse Lethe Irmağı’nın suyu bulunur. (Lethe’nin suyundan içenlerse her şeyi unuturlar, arınırlar, diğer değişle yeniden doğarlar.) Yeraltındaki sessiz ve büyük sarayda, sadece Lethe’in sesinin duyulduğu bir yerde yaşayan Hypnoz, zaman zaman tanrılar arası yaşanan çekişmelerde de önemli roller üstlenmekten çekinmez.
Gece tanrısı Niks’in bir diğer çocuğu, Hypnoz’un sadık yoldaşlarından biri de Uyku Tanrısının Evi isimli romanın kız çocuğu olan B, otobiyografik tercihleri sebebiyle kitabın yazarı Anna Kavan’dır. Şefika Kamcez’in çevirdiği Uyku Tanrısının Evi, Everest Yayınları tarafından basılan modern klasiklerden biri. Geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini alan bu romandan bahsetmeden, B’yle tanışmadan evvel Anna Kavan’ın hayatına şöyle bir bakmakta fayda var.
KARAKTERİNİN ADINI ALAN YAZAR
Gerçek adı Helen Woods olan Kavan, 1901’de Fransa’da doğdu. İngiliz zenginlerinden bir aileye mensup olsa da hayatla arasındaki uyumsuzluk yaşamının sonuna dek devam etti. Henüz 11 yaşındayken, babası bir teknenin pruvasından atlayarak intihar etti ve Woods, belki de o günden sonra Kavan’laşmaya başladı.
Annesiyle pek anlaşamadığından çocukluğunu oldukça yalnız geçiren Woods, 19 yaşında ilk evliliği yaptı ve ilk yazı denemelerine aynı yıllarda başladı. Birkaç yıl sonra da eşinden ayrılıp yeni bir beraberliğe yelken açtı. İkinci çocuğu olan Margaret henüz bebekken, ilk oğlu olan Bryan II. Dünya Savaşı’nda öldü. Bu ve buna benzer çeşitli etmenlerin bir araya toplanması sonucunda intihar girişimlerinde bulunun Woods, kalan ömrünü düzensiz aralıklarla hastanelerde, uzun yolculuklarda ve “bazuka” adını verdiği eroin şırıngalarıyla geçirmeye başladı.
O vakte kadar yazdığı kitapları ve o kitaplardaki estetiği tümüyle reddederek, kendi karakterlerinden biri olan Anna Kavan’ın adını aldı sonra. Yeni eserleri oldukça kaotik, depresif ve deneysel kodlarla bezeliydi. “Kafka’nın kız kardeşi” yakıştırması da yine bu yıllarda yapılmaya başlandı.
Ciddi bir eroin bağımlısı olan Kavan, 5 Aralık 1968’de, Kensington’daki evinde kalp yetmezliğinden ölü bulunduğunda, etrafı çeşitli uyuşturucu maddelerle doluydu. Öyle ki polis memuru yaptığı açıklamada “Bütün caddeyi öldürmeye yetecek kadar,” diye ifade etmişti bunu.
EYLEMSİZLİĞİN EYLEMİ
“Şimdi artık ait olduğum karanlık ve ıssız yerden kımıldamaya hiç niyetim yok. Beni çağıran sesler duyduğumda cevap vermiyorum. Gecenin siyah elbisesiyle kulaklarımı tıkıyor, başımı karanlığa gömüyorum. Düşman gözlerinin kör edici ışıltısını bir daha asla görmemeliyim, felaketime yol açan ayak seslerini asla duymamalıyım.”
Uyku Tanrısının Evi'ni, bir kızın (ona B diyelim) çocukluktan ilk gençlik çağına kadar geçirdiği süreci anlatan bir roman olarak görsek de bilindik hikâye anlatımının dışında bir estetiğe sahip olduğunu da belirtmek gerek. Dahası bu hikâye lineer bir şekilde değil, bölük pörçük ve oldukça devingen şekilde akan imajların toplamından oluşuyor.
B, gündüzden, gündüzün insanından ve ilişkilerden kaçmaya çabalayan bir kız. Sadece gündüzü değil, dışarıyı da tümüyle reddetmiş şekilde, odasının karanlığında var olmaya çalışıyor. İnsanlarla kurduğu ilişki çoğunlukla duyduğu seslerden ibaret olsa da penceresinden attığı bakışlara takılan çeşitli şey’ler yok değil. Bu şey’lerin de birbiriyle doğrudan bir ilişkisi bulunmuyor, okur olarak tam bir şey yakaladığımızı düşündüğümüzde, Kavan oyuncağımızı elimizden alıp bizi B ile beraber odanın karanlığına geri itiyor. Her şey kendine içkin olarak görevini tamamlayıp uzaklaşıyor.
Tabii B’nin hayatla yaşadığı uyumsuzluk sadece dış dünyayı değil, aynı evin içindeki anne ve babasıyla da ilişkilenerek devam ediyor. Onlarla ilişkisi de soğuk bir iki temas, adım ve kapı seslerinden ibaret, hepsi bu. Eğer ki kitapla yazar arasında bir ilişki kuruyorsak, Kavan’ın kurmaca âlemde ölenle-kalanın yerini değiştirdiğini söyleyebiliriz. Gerçek hayatta intihar eden babasını değil, annesini öldürüyor, bakalım bu sefer nasıl olacak, gibi bir iddiaya tutuşuyor fakat pek bir değişiklik olmuyor.
“Sebebini bilmesem de gündüzlerin hiçbir önem taşımaması gerektiğini çok iyi anlıyorum. Gündüzlerin gerçeğe dönüşmesini önlemek zorundaydım. Bütün gün, eve gidip gece dünyama, evin gizli yaşamı içinde bulduğum gerçeğe kavuşacağım anı iple çekiyorum.”
B’nin gündüzden, gerçekten kaçarak sürekli gecenin koynuna sığınmasının en önemli sebebi rüyalar. Rüyaların bu hâli de kurmaca içinde, başka bir kurmaca âlem olarak karşımıza çıkıyor gibi ama bu da yeni, akışkan bir hikâye anlatmıyor, aksine gerçeği kırmak için bir balyoz görevi görüyor.
Böyle olunca da gerçeğin sadece imgesel yapısı değil, fiziksel özellikleri de imaj imaj parçalanmaya, dönüşmeye başlıyor. Bunun en güzel örneğiniyse B’nin babasına ulaşma çabasında görüyoruz. Aynı evde yaşasalar da onunla bir türlü konuşma fırsatı bulamayan B, arkasından koşsa da ona yetişemiyor, uzun yollar kat ederek babasının şirketine geliyor sonra, orada da bulamayınca öğle yemeği için X restorana gittiğini öğreniyor ve hemen oraya yollanıyor. Önceden bu restoranda pek çok defa beraber yemek yediklerini öğreniyoruz ama B restoranı bir türlü bulamıyor. En sonunda bir polis memuru çıkıyor karşısına ve binanın “emniyetsiz” olmasından dolayı yıkıldığını söylüyor…
BOZULAN İMAJLARIN SALTANATI
Kavan’ın devingen imajları sadece okura sunulan birtakım yazar triklerinden değil, B’nin de maruz kaldığı parçalı bir bütün şeklinde karşımıza çıkıyor. Gerek rüyalarda gerekse rüyayla iç içe şekilde bozularak ilerleyen pencere seyirlerinde gördüklerimiz net, belirgin ve tutarlı şey’ler değil. B’nin boyu nereye kadar yetiyorsa biz de o kadarını görebiliyoruz; B’nin kaçışları ne kadar keskinse biz de o kadar kaçıyoruz.
Ne var ki bu kaçışları bir edilgenlik olarak değerlendirmek oldukça zor. Kitabın küçük bir bölümünde attığı isyankâr tirat bir yana B, üzerine düşünülmüş, deneyimlenmiş ve neredeyse rasyonalize edilmiş şekilde geceye sokuluyor. Ev, oda kutsal bir mabet, bir axix mundi hâlini almaya başlıyor sonra. Böyle olunca da korku filmlerini aratmayacak şekilde devingenliğini yükseltiyor; kimi odalar yok oluyor kimi yeni odalar ekleniyor, kapı kulpları, duvarlar ve pek çok nesne sürekli hareket etmeye başlıyor. Ve B, bu hareketin ortasında gecenin kollarına, rüyalarına, penceresine doğru huzurla sokuluyor.
“Pencerem yansıttığı her şeye kibar bir yüz veren büyülü bir ayna gibiydi. Düşmanlık ve karışıklık bile bu aynada güler yüzlü olurdu. Penceremden dışarı baktığımda her şey dost, berrak ve basit görünürdü. Bütün gün boyu beyaz gökyüzünü seven ve oyun bahçesinde kuşlar gibi hür dans eden çocukları seyredebilirdim. İçinde bulundukları hava onları bir anne gibi korurdu. Gece ise benim annem, benimle buluşmaya pencereye gelirdi. Bir yabancı gibi, yapayalnız fakat sayısız yıldızlarla donanmış olarak. Gece benim annemdi. Yalnız benim, sevgili annem. Benim sığınağım.”