Tekrar merhaba! İş yoğunluğu nedeniyle düzensizleşen yazılarıma daha düzenli biçimde devam etmeye çalışacağım.
Seçimlere dair gecikmiş bir yazı ile dönüş yapmış olayım.
DAİMİ OTORİTERLİK
Duvar’da yazılarıma ara verme nedenlerimden birisi bu yılın ilkbaharında Simon Fraser Üniversitesi’nde “Diktatörlükten Demokrasiye” adını taşıyan dersi vermemdi. Yeni bir ders hazırlamak, üstelik de hem karşılaştırmalı siyasetin ana konularından birisini bir yandan yazının inceliklerini gözetip öbür yandan basitleştirerek aktarmak son derece zevkli ancak çok zaman alan bir iş. Bu işin üstesinden gelmeme karşın dersin sonunu bağlamakta zorlandığımı itiraf etmeliyim.
Son haftaları iki tartışmaya ayırmaya karar vermiştim: Otoriter dayanıklılık ve demokratik (öz)güçlenme. Farklı otoriter rejimlerin kabuk değiştirerek devamlılığının esas olduğunu vurgulayan ana akıma göz kırpmadan da eleştirel siyasal iktisat perspektifinden yeni büyüme stratejileri ve baskı yöntemleriyle otoriter rejimlerin kendilerini yeniden üretebildiğini ve ömürlerini uzatabildiklerini söylemek mümkün. Bunun karşısında demokratikleşmeyi teknik bir soruna indirgeyen ve demokratik güçlenmeyi muktedirin dayattığı koşullar altında aktifleşmek olarak gören bir yaklaşımın başarısızlığa uğrayacağı ise açık. Alandaki tartışmalar bunu açık bir şekilde vurguluyor.
Bu anlatımıma karşın dersin sonunda sürekli olarak tartışmayı Türkiye’ye getirmemek için kendimi zor tuttum. Acaba bu literatüre birkaç hafta sonra ilginç bir ek, bir şerh gelecek miydi? Nisan ayında dersi bitirirken aklımda benzer sorular vardı: Türkiye’deki seçimler ve sonrası farklı bir yorumu, dipnotu gerekli kılacak mıydı?
Türkiye’de muhalif yankı odalarında estirilen rüzgâr nedeniyle demokratikleşme ihtimali olarak sunulan şeyin ekonomi ayağı bir neoliberal restorasyondu. Anayasada esaslı bir tadilat öneren Millet İttifakı, çok önemli bazı değişiklikleri sonraya havale ettiği ve geçiş sürecine dair yol haritasını nihayete erdiremediği için söz konusu restorasyonun siyasi ayağının otoriter bir nitelik taşıması ihtimali de azımsanmayacak kadar yüksekti. Fakat büyükşehirlerdeki oy depolarının katkısı ve Kürtlerin desteğiyle, oyunu iktidarın kurallarına göre oynayıp, iktidar blokunun yeni büyüme stratejileri karşısında etkili bir yanıt üretmekte aciz kalmış bir grubun önderliğine karşın yeni bir oyun zemini kurulabilirdi. Kısacası, zayıf da olsa umudumu koruyordum.
ATALET KAZANIM GETİRMİYOR
Türkiye’nin gündem dayanmayan temposu (daha sonraki yazılarda tekrar ele alacağım) rejim biçimi değişimini sıradanlaştırdı ve siyaset tartışması seçimin hemen sonrasında parti kurultaylarına, yerel seçim hazırlıklarına ve ekonomi politikalarına kaydı. Aradan geçen bir ay sonunda muhaliflerin seçimi neden kaybettiğine dair birkaç noktanın tekrar hatırlatılması gerekiyor. Biraz da bu noktaların bizzat bazı muhalif partiler tarafından unutulması istendiği için...
Seçime giderken ana muhalefet blokunu oluşturan Millet İttifakı ve başka muhalif partiler Türkiye’nin seçim sisteminde kurabilecekleri en iyi defansı kuramayacak kadar örgütsüzlük kapanına savrulmuş durumdaydılar. Türkiye’deki 190 bini aşan sandığın en az yüzde 10’una gözlemci gönderemeyen ana muhalif blok kronik oy kaydırmalarını engelleyemedi.
2015 seçimlerinden bu yana çok belirgin biçimde görülen bu oy kaydırmalarının ne kadarlık bir destek sunduğu çeşitli araştırmacılar tarafından incelenmeye devam edecektir. Ancak örneğin 2017 referandumu, 2018 seçimlerinde olağan dışı katılım olan sandıklar ve bazı sandıklardan çıkan blok oyların işaret ettiği üzere, sandıklarda müşahit eksikliği iktidar bloku partilerinin ve Erdoğan’ın lehine tahminen yüzde 0.5 ila 2 arasında bir oy kaydırmasına vesile oluyor (Bu konuda Klimek vd.nin raporlarına ve son seçimler için Türkiye İşçi Partisi açıklamalarına bakılabilir). İstatistiki döküm seçim usulsüzlüğünü kanıtlamıyor, ancak süreğen bir soruna işaret ediyor. Birçok deneyimin aktardığı üzere sandıklarda müşahit olması da yeterli değil, bir avukat ordusunun ve gerekirse bir seçmen ordusunun karşı baskı uygulayabilecek konumda örgütlü bulunması gerekli.
2018 seçimleri sonrasında yukarıda değindiğim bulguların (seçim usulsüzlüklerinin işareti olarak görülebilecek tutarsızlıkların ve sıra dışı sandıkların) tepede karar alma noktasındaki CHP yöneticilerine ve Kılıçdaroğlu’na iletildiğini biliyorum. Konu kamuoyunda yaygın bir şekilde tartışılmış olmasına karşın beş yıl sonra bu kadar çok sandıkta müşahit eksikliğinin olması ise ataletle açıklanabilir kanısındayım.
Bu hususa şunu ekleyelim: Türkiye’de sosyalistlerin ve Kürt hareketinin içselleştirdiği ve fakat başka muhalif kesimlerin yeni öğrendiği bilgi, sopalı seçimlerde değişim ihtimalinin çok zayıf olduğu ve siyasal mücadelenin sandığa endekslenemeyeceğidir. Eğer sandığa yaslanmak istiyorsanız dahi yüzbinlerce kişilik bir gönüllü ordusunun aktif görev almasını örgütlemek gerekli. Bunun yolu mahalle bazında örgütlenmeden ve toplumun kılcal damarlarına sirayet edecek bir mobilizasyondan geçiyor. Millet İttifakının böyle zavallı bir performans göstermesi ve ortak Cumhurbaşkanı adayının yenilgisinin arkasındaki temel neden bu.
Başka nedenler yok mu? Elbette var, ancak bu ilk temel sorun çözülmüş olsa yenilgi gerçekten kıl payı görünecek, muhalif seçmeni son haftalarda esir almış çaresizlik engellenebilecekti. Diğer nedenler kişinin meşrebine göre yeni söylem gerekliliğinden, kutuplaşma siyasetine son verme maharetine kadar uzanan bir ikincil faktörler toplamı olarak zaten sıralanıyor. Siyaset bilimcilerin ise mobilizasyona ya da ekonomik alternatif geliştirememeye değil, ikincil hususlara odaklanması, biraz mesleki deformasyonla ilgili biraz da ısrarla gözünü bir tür siyasete açık diğerlerine kapalı tutmaktan geliyor. Türkiye’de bir kısım muhalif seçmenin çaresizliği, “esnaf ziyareti yapıp ekonominin durumunu sormayı siyaset zannedenler” ile ağzı sulanarak senaryo paylaşan ya da kriz iktidar götürür basitliğine savrulmuş kanaat önderi kostümlü siyaset esnafı arasına sıkıştırılmaktan kaynaklanıyor. Her seçim sonrası birçok tevatürün ve bu doksozofların kendinden menkul yorumlarının bu kadar kısa sürede alıcı bulması ise esasında bahsettiğim tarzda bir mobilizasyonun/örgütlenmenin namevcut olmasının yansımaları olarak okunabilir.
İMKANSIZ ÜÇLÜ
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın yeterli performans sergileyemediği koşullarda Millet İttifakı partilerinin tutanak toplama ve seçim güvenliğindeki zaafa karşın parlamento çoğunluğunu kazanmaları etkili bir ekonomik alternatif önermelerinden geçiyordu. Sosyal medyanın ötesine geçen bir örgütlenme trenini zaten 2020-22’de sandığı bekleyin diyerek kaçırmışlardı. O tabutun son çivisi 2022 emek hareketlenmesine duyarsız kalarak çakıldı. Zaman zaman neoliberal restorasyonculuğun dışına taşacak bir ekonomik alternatif önerme ihtimali ise emekçiler için acı reçete imalı bir deklarasyonla 2022 sonbaharında itinayla boğuldu.
İkinci turda Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi, ilk olarak büyükşehirlerde muhalefetin oy deposuna dönüşmüş ilçelerde katılım oranının daha artırılmasına, ikinci sırada Sinan Oğan’a yönelmiş İYİ Partililerin ve Zafer Partililerin tercih değiştirmelerine ve son olarak da Kürt illerinde asgari aynı katılım oranı ve aynı desteğin elde edilmesine dayanıyordu (elbette ilk turda boş bırakılmış yerleşim birimlerine milletvekili göndermenin dışında bazı girişimler de gerekliydi).
Atıl bir CHP ve Millet İttifakı yukarıda saydığım üçünden en fazla ikisini başarabilirdi. Neo-faşistlerin desteğini almak, Kürtlerin daha az sandığa gitmesine yol açacak, Kürtlerin desteğini artırma girişimi askeri-sınai kompleks büyüsüne kapılmış faşist güruhun Erdoğan teveccühü ile sonuçlanacak, bu ikisini yapma yönündeki salınım seçimin kazanılamayacağı hissiyatı ile birinci faktörün önünü kesecekti.
Söz konusu imkansız üçlü atmosferi de bizi ilk noktaya taşıyor. Örgütlenme, alternatif önerme, söylediğinde ısrar ve siyasal mobilizasyon. Bunlar olmayınca bir mucize ihtimali pazarlanmış oluyor.
ESNEKLİK VE KATILIK BİR ARADA
İlkbaharda verdiğim derse geri dönerek bitireyim. Son hafta, dersin adının “Demokrasiden Diktatörlüğe” olarak değişmesinin uygun olacağı konusunda öğrencilerle hemfikir kaldık. Otoriter rejimlerin esnek katılığı (kabuk değiştirip ömür uzatma becerileri) siyaset bilimi literatürüne 21. yüzyıl başında hakim olmuş iyimserliği çoktan paramparça etmişti. Yeni karamsarlığın dersin adına da yansıması iyi olurdu.
Otoriter rejimleri değiştirmek, bilhassa bu rejimlerin esnekliğini, uluslararası arenada manevra yeteneklerini ve genel olarak rejimin niteliğini anlamamışken son derece zordur. Türkiye’de Erdoğan yönetiminin seçim kazanmak için kredi genişlemesinden, yüksek istihdam politikalarına, ilerleyen aylarda maliyeti yüksek olabilecek adımları atabileceği görülmedi. Rusya ve Körfez ülkeleriyle açık iş birliğine giren rejimin bu ilişkileri birer kaldıraç olarak NATO ve Batı bloku içinde (dışında değil içinde) kullanabildiği anlaşılamadı. Son olarak Türkiye’de 2017-18’de siyasal rejimin değiştiği, lakin devlet biçiminin 40 yılı aşkın süredir otoriter olduğu; siyasal rejimi değiştirme vaadi piyasa otoriterliğini hepten atladığında, otoriter devleti değiştirmeye uzanmadığında vaadin zayıf düştüğü anlaşılmadı. Otoriterliğin çok güçlü bir mobilizasyon ve örgütlenme ile alt edilebileceği bu olmadan havanda su dövüldüğü muhalefetin büyük kesimi (sadece Millet İttifakı değil, ne yazık ki başka bazı çevrelerde de) tarafından görülmedi.
Dikkatli Duvar okuyucusunun zaten bildiği bu hususları yaklaşan çalkantıları anlamak ve muhtemel tepkileri doğru okumak için hatırlatmak gerekiyordu. İlerleyen haftalarda Türkiye’de siyasal iktidarın 2021’in ikinci yarısından itibaren “dönüş yok” benzeri bir vurguyla model olarak pazarladığı uygulamaların izleğini, akıbetini ve Türkiye’yi bekleyen sorunları tartışmaya geçebiliriz.