Bu hafta başında, 1 Eylül’de Dünya Barış Günü'nü kutladık. Barış isteyen akademisyenlerini kamu görevinden çıkartmaya başlamak için iktidarda bulunanların seçtiği bir tarihti bu aynı zamanda. İroninin böylesi az bulur. Barış istemeyi suç sayan bir hükümetle yönetilen, bu talebi dile getirmek üzere yazılmış bir dilekçeye imza verdikleri için sayıları bine yakın akademisyenini “terörle iltisaklı” ilan ederek yargılayabilmiş, işlerinden edebilmiş bir ülkede “Barış için” güvercinler uçuranlar oldu. Her gün sınır ötesinde “operasyonlar” düzenleyen, bu “operasyonlarda” ölsün diye çocuklarını davullarla zurnalarla askere uğurlayanların ülkesinde uçuruldu o güvercinler. Her şeyin sembollere indirgendiği bu topraklarda yaşadığını varsayan bizler yadırgadık mı bunu, elbette hayır.
Barışın ne olduğunu çoktan unutmuşların ülkesi burası. Öyle bir ülke ki, devleti kendi halkına karşı savaş açmış, politikacıları halkın içinden sürekli yeni düşmanlar, düşmanlıklar türetiyor, halkın yarısı diğer yarısına düşman olsun diye elinden geleni ardına koymuyor. Halkının büyük çoğunluğunun içine işlemiş militarizm dillerden taşıyor. Kimse barışın gerçekten ne olduğunu konuşmaya cesaret edemiyor. Savaş çığırtkanlığından oy devşirenler, barış isteyenleri “teröristlikle” yaftalayarak sindirmeye çalışıyor. Öyle bir ülke ki burası, uzunca bir süredir neredeyse bütün komşularıyla ilişkileri bıçak sırtı, politikasızlıkla malul, savaşın eşiğinde.
Çocukluğumdan beridir asker doğmuşların milletinin parçası olmaktan övünç duymam beklendi. Buraları yurt bellemiş herkesten beklendiği gibi. Bunun gerçekten ne anlama geldiğini sorgulamışlar mıydı bu beklentiyi dillendirenler? Bir dogma haline gelmişse bir şey sorgulamak cesaret işidir. Bu cesareti gösteren de olsa olsa bir avuç insandır. Ancak sorgulanmadan basit bir ezber gibi tekrar edilerek tartışılamaz hale getirilmiş, “kanla sulanmış vatan toprağı”, “ecdadı kahraman asker millet”, “dünyaya korku salan savaşçı halk” gibi tamlamalar tarihe mal olmuş nice vahşeti, vahşetin dehşetini görünmez kılıyor. Acıların üstü örtülüyor. Kahramanlık örtüsüne sarılan tarihin aslında gerçek insanların ilişkilerinden, acılarından, yokluklarından, mücadelelerinden başkaca bir anlamı olmadığı unutturuluyor. Bu kahramanlık anlatıları, bir sonraki savaşı meşru kılan araçlar olarak kitaplara gizleniyor. Oysa gerçek kahramanlar, o acılara direnerek her şeye rağmen barışı şiar edinenlerin, küllerinden doğan Anka kuşları gibi her seferinde yeniden barışı inşa etme gücünü kendinde bulanlar değil mi? Adalet ararken sessizce ölmeye yatanlar, barışa erişebilmek için bedel ödemeye hazır olanlar, toplumu saran militarist dile karşı barışın dilini egemen kılmaya çabalayanlar, insanları düşmanlaştıran ayrımcılıklara, nefrete direnenler değil mi? Onlar bize kahraman olmak için eline silah almak gerekmediğini gösterenler. Çivisi çıkmış bu dünyada geriye birkaç değer kalabildiyse o ölmeye yatanların, adalet için analarının gözleri önünde günbegün erirken ışığa kesenlerin, hayatlarını barışa, hak savunuculuğuna adayanların sayesinde değil mi?
Savaşın olmadığı, kimsenin adalet için ölmesinin gerekmediği, birbirine nefretle bakmayı bilmeyenlerin ülkesini arıyorum. O olmayan-yeri, ütopik diyarı bulan olursa haber etsin olmaz mı?