Geçmişin sesi

Geleceğin henüz belirlenmemiş olmasına güvenmek gerekir, hem de en güvenilemeyecek yanının bu olması paradoksuna karşın. En kötü, insanlık kendi yarattığı mezar taşı olarak dışsal hafızasına gömülür.

Abone ol

Diğer yazılarımızda* da genel olarak bahsettiğimiz gibi tekniğin gelişim hızının bu denli şiddetlenmesi bizi şöyle bir açmazda bırakıyor: Önümüzdeki acil sorunları çözmek adına, kendi kendini daha da hızlandıran ve problemleri ortadan kaldırdığı ölçüde bir o kadar başka belirsiz ihtiyaçları da gündeme sokan tekniğin aceleci belirlenimini ne olursa olsun en uç noktasına kadar götürmeli miyiz, hem de kimliğimizi bile unutabileceğimiz bir kültürsüzlük yaratma pahasına? Yoksa teknik-kültür bağını görece uyumlu hale getirerek nesiller arası varoluşsal hafıza aktarımının olanağını yeniden tesis edebilir miyiz, hem de herkes için acılı bir süreç yaratacaksa da tekniği tümden yavaşlatmak pahasına? Ama böyle açık hatlarla belirlenmiş berrak bir test ile karşılaşma olasılığını geçtim, bir seçim söz konusu olsa bile kolektif olarak iradi davranabilme şansımız mı var ki bir de üstüne bunun spekülasyonunu yapabiliyoruz? Peki tarihte benzeri yaşanmamış tüm bu karmaşıklıklarla yüzleşirken ve ilk defa çok yakın bir gelecek için bu denli kaygılanırken, bir delilik yaparak her şeye sırtımızı dönüp bize en uzak geçmişlerden birinde söylenenlere kulak kabartmamız bir fayda sağlar mı?

Antik Yunan’ın büyük ozanı Homeros’un Kutsal Kitap niteliğindeki eserleri, İlyada’yı ve Odysseia’yı dinleyelim mesela. İlkinin ana motifi “kleos”, ikincisinin ise “nostos” kavramıdır. Kleos; şan, şöhret namına, yani bir anlamda unutulmamak için korkusuzca atılımda bulunmayı içeren önemli erdemlerden biri kabul edilir. İlyada’da, Truva Savaşı’na katılması teklif edilen Akhilleus, anne tarafından gelen tanrısal bir kehanetle şu açmaza sürüklenir: Eğer savaşa katılmayıp evde kalırsa uzun yıllar süren huzurlu bir hayat sürecek, nihayetinde sessiz sedasız bu dünyadan göçecektir. Eğer savaşa katılırsa sonsuza kadar süren bir şan, şöhret elde edecek, ama savaşta öleceği için kısacık bir ömür yaşamış olacaktır. Aslında gönlü ilk seçenekten yana olan Akhilleus, canından çok sevdiği dostu Patraklos’un savaşta ölmesi sonucunda, gururuna, hırsına, gazabına yenik düşüp savaşmaya atılacak, belki adının bugün bile anılmasını sağlayan bir destan yaratacak, ama sonuç olarak tek ölümlü noktası olan topuğundan vurularak genç yaşında hayatını kaybedecektir. Odysseia ise bir şekilde kleos’tan duyulan pişmanlığın hikayesidir. Aynı vaatlerle savaşa getirilmiş Odysseus, savaşın çok uzaması bir yana, bir de dönüş yolunda karşılaştığı talihsizlikler (Poseidon’un verdiği cezalar) sonucu bir türlü ülkesine ulaşamaz, şiddetli bir sıla hasretine düşer, bu yüzden artık tek arzusu kleos’un tam tersi olan nostos’tur, yani “eve dönüş”. Aslında Odysseus ilk elde tam da kleos’u seçtiği için huzurlu bir evden uzaklaşmıştır ya, işte Odysseia bu kararın tüm dönüş yolculuğu boyunca sorgulanmasını anlatır. Maceranın bir yerinde Odysseus’un yolu Hades’e (ölülerin gittiği yeraltı dünyasına) düşer ve orada Akhilleus ile karşılaşır. Yaptığı kahramanlıklardan dolayı Akhilleus’u öven Odysseus ummadığı bir cevap alır: “Burada ölüler oturur, düşünme gücünden yoksun olanlar, işi bitmiş ölümlülerin görüntüleri. [...] Ballandırma bana ölümü şanlı Odysseus; bütün geçmiş göçmüş ölülere kral olacağıma el kapısında kulluk edeydim keşke; varlıksız, yoksul bir çiftçinin yanında ırgat olaydım.” (çev. A. Erhat – A. Kadir) Hatta Platon’un Devlet’teki ünlü mağara alegorisinde, gün ışığını (doğru düşünme biçimi olan ideaları) algılamış mahkumun, dışarıda mücadele gerektiren sıkıntılı bir hayatla uğraşacağını bilse dahi mağaradaki gölge oyunlarının rahatlığını asla buna tercih etmeyeceğine dair yapılan vurguya bu pasaj yardımcı olur. (Zira mağarada gölge oyunlarının kazananlarına kleos bahşedildiği belirtilir.) Sonuçta hiç unutulmamak adına yapılan bir atılım ve ilerleyiş olmasına rağmen kleos’un varıp vardırabileceği tek yer, unutuluşun, kayboluşun temsili olan gölge diyarıdır. Ayrıca ironiktir ki Odysseia’nın da ünlü bir destan olması dikkate alınırsa Odysseus kleos’u tam da ondan vazgeçerek elde etmiştir.

Tahmin edileceği üzere nostalji kelimesi nostos’tan gelir. Nostalji hissinin eski bir teknik araç (mesela çevirmeli telefon, tüplü televizyon, faks makinesi, cızbız sesiyle internete bağlanan modem...) ile karşılaştığımızda şiddetlendiğini hepimiz iyi biliriz. Bu duygunun en yaygın eşlikçilerinden biri de elbette müziktir. Müzik, teknikle ilişkisi ölçüsünde çok güçlü bir anı çağrıştırıcısı, hafıza bağlayıcısıdır. Zira icra edilebilmesi için daima bir enstrümana muhtaçtır; sadece vokal söz konusu olsa bile bu da yine teknik bir beceri gerektirir. Enstrümanlar, vokaller teknikle birlikte sürekli değişir, başka başka türler ortaya çıkar. Böylece bir şarkı duyduğumuzda onun hangi dönemde, nasıl bir bağlamda, hangi amaçla, kimlere yönelik yaratıldığını yaklaşık olarak tahmin edebiliriz (barok, klasik, 60’lar, 80’ler, elektronik vs.). İşte neredeyse otomatik olarak edindiğimiz bu tanışıklık duygusu bizi evimizde hissettiren şeydir. Zaten bir neslin, o nesil kimliğiyle evindeymiş gibi rahat ve yetkin yaşamasının, yani tarihin belli bir dilimine yuvalanabilmesinin şartı, o nesli doğurtmuş teknik araçların ve bunların karşılığı olan kültürün mevcudiyetiyle sarılı olmasıdır. Bunlar yoksa boşlukta hissedilir, bu kadar basit. Hesap makinesiyle, analog şekilde, kağıt kalemle muhasebe yapmaya alışmış birinin “excel” karşısında boşa düşmesi gibi. Bu serzenişlerin yaşlılık kuruntusu olduğu düşünülmesin, çünkü gelecekte yapay zeka karşısında birçok yetisi elinden alınan olası Hiç Kuşağı ne denli bir boşluğa düşecek kim bilir!

Belki temelde sadece var olmak için başlatılan, ama sonra bir kleos elde etme çabasına dönüşen teknik ilerleme girişimi tam önümüzde at başı ilerleyen bir fenomen. Nesillerin zamansal açıdan göz göre göre evsizleştirildiği, toptan bir kurtuluş gelir şiarıyla atılım ve ilerleme adına düşüncesizce tekniğin daha fazla güdümüne girildiği bir dönemdeyiz. Eski nesiller henüz yaşarken dahi hafızalarından koparılıyor, yeni nesiller de henüz bir hafıza oluşturmalarına bile müsaade edilmeden kendi kendilerini unutma riskine sürükleniyor. Bu noktada, insanlık kleos’u mu nostos’u mu seçmeli diye keskin bir soru sormanın alemi yok. Ne olursa olur! (Çünkü bu soruya sistemli ve net bir cevap vermek de kleos döngüsüne tekrar sokar bizi.) Yine de tüm bu yazı her şeye rağmen, “Geleceğe Dönüş”teki Marty’nin ilk filmde, geçmişteyken yazıp otuz yıl sonra açılması şartıyla Doktor Brown’a teslim ederek ona gelecekteki ölümünü bildiren mektup gibi sunduğumuz bir uyarı olsun. Fakat, bozulması durumunda evreni yok edeceği düşünülen zaman-mekan devamlılığını takıntı yapmış Doktor ne yapar, tüm kaygısına rağmen mektubu açar, ölümden kurtulur ve Marty’nin endişeli sorusuna şu cevabı verir: “Ne olursa olsun!”

Dolayısıyla geleceğin henüz belirlenmemiş olmasına güvenmek gerekir, hem de en güvenilemeyecek yanının bu olması paradoksuna karşın. En kötü, insanlık kendi yarattığı bir mezar taşı olarak yine kendi dışsal hafızasına gömülür (misal yapay zekaya); öyle bir mezar ki bildiğimiz insanlığın artık hem sonunu imleyen bir gösterge anlamında hem de bundan sonra işinin gücünün oradan kendisine içsel bir anlam çıkartmaya dönüştüğü arkeolojik bir kazı alanı anlamında. Dünyanın sonu değil ya! İster içsel (kültürel) olsun ister dışsal (teknik), hafızamızdan başka neyin hükmünde yönetilegeldik ki zaten bugüne kadar!

Aslında bir bütün olarak okunması daha uygun olacak son üç yazımdaki birçok fikir ilhamını, kendisinin doktora tezi “Yeni Teknokratik Eğilimler”den bulduğu için dostum Erbil Ertürk’e teşekkürlerimi sunuyorum.

*Önceki yazılar: