Üniversite öğrencisi, değişik bir insan türü. Çocuk değil, ergen değil, genç değil, yetişkin değil... Hepsinden biraz var ama hiçbiri değil.
Dertlisi, dertsizi, sorumlusu, sorumsuzu, duyarlısı, umarsızı, çalışkanı, serserisi, doğrucusu, yalancısı, kredilisi, burslusu, gitarlısı, bağlamalısı, arabalısı, rengarenk saçlısı, eşofmanlısı var. Daha hayatı hiç bilmiyorlar ama hayatın anlamını çoktan çözmüşler. Derin aşklar, büyük kavgalar, çok gizli sırlar, sabaha kadar dedikodular, tuvalete bile beraber gidecek kadar kopmaz (sanılan) dostluklar hep onlarda.
En nefis menemenleri, en lezzetli makarnaları, bakkalla en sıkı pazarlıkları onlar biliyor. Sabah kahvaltısını akşama doğru, ders çalışmayı sabaha doğru yapıyorlar. Sınav zamanları, hepsinin elinde okulun yakınlarındaki fotokopicinin poşeti, ne kadar “şu an çok bunalımlı ve gizemliyim” diye görünmeye çalışsalar, ne kadar derin derin nefesler alarak ufuklara baksalar da gözlerinde hep bir pırıltı...
Eskiden, bu pırıltının içinde kıpır kıpır bir heyecan, anlamsız bir coşku vardı. Eskiden, o gözlerin içinde güven vardı. Şimdi yok. Umut vardı, o hiç yok.
Geleceğe umutla bakmalarını geçtim, herhangi bir şekilde bakmıyorlar bile bu aralar. Yine gülüyorlar, eğleniyorlar, ağlıyorlar, kızıyorlar, konuşuyorlar ama gelecekle ilgili bir soru sorulduğu an, çat... Biri gelip ana şalteri indiriyor ve bütün ışıklar aynı anda sönüyor. Omuzlar aşağı iniyor, kafalar yana eğiliyor.
O eğilen kafalardan, sırayla neler geçiyor? Okul, dersler, kira, yurt, iş arama, iş bulma, iş bulamama, memleket halleri, ekonomik kriz, özlemler, patlamalar, korkular... Bu düşünceler resmigeçidine, şimdi hocaları da katıldı. KHK’lar sonrası, istemeden gitmek zorunda bırakılan hocaları...
Üniversite demek, biraz da hoca demek çünkü. Hocanın gitmesi ne demek yahu? Hocayla birlikte neler gidiyor, haberiniz var mı?
Yıllar yıllar önce, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğrenciyken (ve henüz iç mekanlarda sigara içmek yasak değilken) hocalar derste fosur fosur sigara içerdi. Bir gün, Gülseren Adaklı’nın dersinde çok garip bir şey oldu.
Gülseren Hoca, sigarasını yakmış, tatlı tatlı ders anlatıyordu. Sonra bir sigara daha yaktı. Kafamda çok inanılmaz bir konuşma hazırladım. Dünyayı kurtarmak üzereydim. “Neden siz derste sigara içebiliyorsunuz da biz içemiyoruz?” diye sordum. Sınıf dondu ama Gülseren Hoca güldü. “İçmek istiyorsanız, için tabii.” dedi. İçtik. Sigara içe içe konuştuk, dinledik, anlattık.
Bu olay, benim için bir dönüm noktası oldu. Bir şey istiyorsam, talep etmem gerektiğini öğrendim çünkü. Merak ediyorsam, soracaktım. Sormaktan korkmayacaktım.
Cuma günü, bana bunları öğreten Gülseren Hoca’nın da katıldığı bir veda vardı Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde. Giden hocaların hepsi, “Hani o bırakıp giderken seni, bu öksüz tavrını takmayacaktın?” şarkısını söyler gibi gülümsüyordu. Onların dışında herkes, sessizce gürültülüydü bu yüzden.
Giden bir başka hoca, Sevilay Çelenk, bütün zarifliğiyle ince ince konuştuktan sonra, bir öğrenci ağlamaya başladı. Hocası gidiyordu, ağlaması normaldi. Sonra biraz abarttı. Dışarı çıktı, ağladı. Sarıldı, ağladı. Güldü, ağladı. “Aaa, yeter yahu! Geri gelecekler, merak etme!” dedim. “Onlar geldiğinde, ben burada olacak mıyım peki?” dedi.
Yıllarca, her şeye (öyle ya da böyle) cevap uydurma konusunda, bir dünya markası olmaya aday olacak şekilde yaşamıştım. Cevap bulamadım, öylece sustum kaldım.
Bu kadar gözyaşının arkasında, Sevilay Hoca’yla tez yazma hayali varmış meğerse. Son sınıftaymış. Mezun olunca, yüksek lisans yapacakmış. Ortalamasını yüksek tutmasının, son iki yıldır eşek gibi çalışmasının sebebi buymuş. Henüz Sevilay Hoca’nın haberi yokmuş ama onun tez danışmanı olacakmış. Onunla tez yazacakmış. Şimdi ne yapacakmış? Akademisyen olmaktan da vazgeçmiş. Hiçbir şey olmayacakmış.
Haklıydı. Sonra başı çok ağrıdığı için, ilaç aldı. İlaç bir süre boğazına yapıştı. Gitsin diye, damacanayla su içmesi gerekti.
O haklıydı ve etraf haksızlıkla doluydu.
Haksızlıklara şahit olmak, işte bu boğaza yapışan ilaç gibi bir şey. Her yutkunmada, boğazı acıtıyor. Kelimeleri düğümlüyor. İnsan ne yapacağını bilemiyor ve o orada, gittikçe büyüyerek duruyor da duruyor. Boğazdan aşağıya bir türlü inmiyor.
Bu aralar, boğazınızda garip bir düğümlenme hissediyorsanız, yutkunmayın. Konuşun. Düğümler, konuştukça çözülsün. Belki ondan sonra geleceğe bakacak yüzümüz olur.
Ankara Üniversitesi'nde ihraç edilen akademisyenlere veda töreni