Öncelikle 1999 depreminde çok sayıda sevdiğini ve bütün aile birikimlerini yitirmiş Düzceli bir annenin evladı olarak yaşanılan bu büyük felaketin kurbanlarına rahmet ve yakınlarını kaybetmiş insanlarımıza başsağlığı diliyorum. Bu acı deneyim, yirmi küsur yıl boyunca hükümet adamları ve onların finansal işbirlikçilerinin 99’da yaşanılan büyük felaketten hiçbir ders çıkarmayarak, bildikleri rant oyunlarına kaldıkları yerden devam ettiklerini gösteriyor. Tarih felsefesinden büyük ölçüde etkilendiğim büyük düşünür Hegel, “Müslümanların, Arapların, Türklerin, Hintlilerin vb. bir tarihi yoktur” der. Böyle dediği için de bizim tarihçilerimiz Hegel’i Avrupa-merkezcilikle, ırkçılıkla suçlar ve “Nasıl olur da tarihimiz yok, şu kadar bin yıllık tarihimiz var” diye serzenişte bulunurlar. Ama işte, tarih aynı kısır döngü ve sarmal içinde dolanıp durmak değil de bir hedefe, amaca doğru hareketse, tarih her kuşağın bir öncekini aşmasıysa, tarih bir parça ilerleme, kusurlardan arınma, olgunlaşma bilinci gibi bir şey ise bütün bunların bizde olmadığını söyleyebilirim. Koskoca Hegelci tarih felsefesini fazlaca kabalaştırdığımın farkındayım ama “tarihsiz ulus” söyleminin tam olarak bizi tanımladığı konusuna ikna olmanın kenarına kadar gelmiş bulunmaktayım. Umarım bundan sonraki gelişmeler beni bütünüyle haksız çıkarır.
***
Türkiye’de ‘muhafazakârlar’ ve ‘modernistler’ arasında kültürel bir savaş yürütüldüğü iddia ediliyor. Bence kültürel savaşın asıl “muhafazakâr” tarafı Türkiye’yi doğdukları, alıştıkları ve buldukları gibi torunlarına bırakmak isteyen modernist-sekülerler ama konumuz bu değil. Bu yazıda üç ilginç örnekten yola çıkarak hem ‘muhafazakâr’ hem de ‘modern’ olarak tanımlanan insanların gelenekle bağlarını incelemek istiyorum.
ÇOCUK İSİMLERİ
İlk dikkat çekeceğim örnek çocuk isimleri… Son yüz yılda çocuk isimlerinde yaşanan değişim bize kültürel evrimimiz hakkında hayli bilgi vermekte. Bundan yüz-yüzelli yıl önce Anadolu’nun Müslüman ahalisi çocuklarına genellikle Arapça kökenli ama Türkçe fonetiğe uydurulmuş isimler takardı. Erkekler için: Ahmed, Mehmed, Mustafa, Hasan, Hüseyin, Ali, Osman, (ve muhtemelen İslam dünyasında bir bizde rastlanabilecek bir ad olan Ali Osman), Ömer; kızlarda Ayşe, Fatma, Zeynep vb. Okur yazar ve kentli kesim daha “Arabi” ve çift ismi tercih ederdi, Ali Fuad, Mehmed Emin, Yakub Kadri, gibi… Okumuş tabakada Arapça eril isimlerin dişil versiyonları makbuldü Latife, Fehime, Kebire, Kamile, Emine vb. Döndü, Satılmış, Dursun gibi Türkçe isimlere az da olsa rastlanmaktaydı ama daha ziyade köylerde... Zamanı geri sardıkça Türkçe isimlerin sayısı da artmaktaydı. 16.-17. yüzyılda mahkeme kayıtlarına (kadı sicillerine) bakıldığında Alaca, Karaca, Saruca, Karagöz, Alagöz, Timurtaş, Çiçek gibi çok sayıda Türkçe isme de rastlanmakta. Bu bakımdan Osmanlıda da herkes çocuğuna Arapça isim koymamaktaymış bunu anlayabiliyoruz. Geleneğin salt Arapça isimlere dayandığını düşünenlere hatırlatalım.
1908 Jön Türk devriminin ardından çocuklara Öztürkçe isim koyma modası başlıyor. Bu moda sonradan Çağatayca, Yakutça isimlerden Moğolcaya kadar genişliyor. Böylece artık Mete, Atilla, Kubilay dönemine giriyoruz. Türkçülüğün yükselişi ile İslam öncesi isimlere dönüş modasının muadilleri imparatorluğun diğer etnik gruplarında da karşımıza çıkmakta. Mesela Güney Marmara Rumları ile ilgili yaptığımız bir çalışmada[1] 19.yüzyıl sonunda Hellenizmin etkisiyle Anadolu Rumlarında da çocuk isimlerinin hızlı değiştiğini ve Georgios (Yorgi), Dimitros (Dimitri), Theodoros (Todori) vb Hıristiyanlıkla özdeşleşmiş isimlerin yerini artık Patroklos, Akhilleus gibi antik Yunan kahramanlarının aldığını görmüştük. Mesela Kyzikoslu Doktor Konstantin Makris (1850-1920) üç oğluna şu isimleri vermiş: Hippokrates, Perikles ve Aristoteles (daha doğrusu dönemin Rumcasıyla İppokratis, Periklis, Aristotilis). Diğer etnik grupları ayrıntılı biçimde incelemiş değilim ama onlarda da antik isimlere dönüş modası yaşanmış olabileceğini tahmin etmekteyim.
Sonuç olarak seküler-milliyetçilik etkisiyle artık isimler Türkçeleşmeye başlıyor. Benim kuşağımdaki çocuk isimleri Özkan, Hakan, Özlem, Umut, Selçuk, Uğur vb idi. Arapça isimler de var elbette ama onlar da Türkçe fonetiğe uygun geleneksel adlar. Hasan, Hüseyin, Mehmet, Osman, Ali, Ayşe, Fatma ve 1980’lerin modası olan Fatih gibi… Bir de elbette 80 öncesinin heyecanlı kuşağının verdiği Deniz, Eylem, Devrim, Savaş, Barış, Ürün gibi çocuk isimlerine de bolca rastlıyorduk. Kürtlerde de aynı zamanda ‘Özkürtçe’ isimler yaygınlaşıyor: Rojin, Rojda, Baran vb. Bu konuda pek bir bilgim yok ama Kürtçe isimlerin de seküler kültürün etkisiyle İslam öncesi veya dindışı isim verme eğilimlerinin bir sonucu olarak yaygınlaşan yeni isimler olduğunu sanıyorum. Kürtlerin tarihinde de Mihriban, Şehriban, Nuşirevan (Neçirvan) gibi isimlerin her zaman olduğunu biliyorum ama Rojda, Hevin gibi adlar tarihte var mıydı, varsa ne kadar yaygındı bilmiyorum. Bilenler bana da bilgi verebilir.
Kürtçe isimler giderek artarken; Türkçe isimlerin yerini sonradan ağır Arabi isimler alıyor. Gelenekten kopuş olarak gördüğüm isim değişikliklerinin radikal boyutlarını kamu okullarında çalışırken fark ettim. Öğrencilere not dağıtmak zorunda kaldığım yıllar boyunca isimlerin yavaş yavaş değişimine tanık oldum. Son yıllarımdaki öğrencilerimin adı belirgin biçimde ağdalı Arapça oldu. Talha, Zübeyr, Furkan, Enes en yaygın isimler haline geldi. Bir de Nur…Bir ara bütün genç kadın öğrencilerimin adı mutlaka Nur’la bitiyordu. Ecrinnur, Semanur, Edanur, Büşranur vb. Aynı sınıfta öylesine çok Edanur ve Sedanur oluyordu ki öğrencileri artık aklımda tutamıyor not girerken genellikle tüm Nurları karıştırıyordum. İsimler Arapçalaştığı gibi Türkçe fonetiğe uyarlanmış olanların da artık Arapça fonetiğe göre kullanılmaya başlandığı görülmekteydi. Mesela Ayşe yerine artık Aişe, Fatma yerine Fatıma gibi… Mehmet adı da kayboldu ve yerini Muhammed’e bıraktı. Eskiden Anadolu halkı Muhammed adını çocuklarına koymaktan imtina ederdi. Zira çocuk bu ismin hatırasını doğru biçimde taşıyamayan biri olabilirdi. Alimallah bu çocuğa sert bir söz söyleyeceğiniz zaman mukaddes bir isimle sinkaflı bir sözcüğü yan yana getirme riskinden de kaçınılırdı. Tıpkı Moğolların çocuklarına o saygınlığa halel getirebilir endişesiyle Cengiz adını vermemeleri gibi… Bunun yerine Mehmet, Mustafa, Ahmet adları tercih edilirdi. Günümüzde bu geleneğin de yok olduğunu söyleyebiliriz.
Çocuklara Arapça isim koyma yarışında öyle bir aşamaya varıldı ki artık anlamı olmayanlar da isim oldu. Mesela üzerine edatı Aleyna artık yaygın bir isim. Ya da İngilizce karşılığı from Türkçe den/dan eki olan Min-el de bir isim oldu. Şüphesiz anlamına gelen olasılık edatı İnna da öyle. Araplar bu edatların Türkiye’de çocuk ismi olarak kullanıldığını gördüklerinde ne düşünüyorlar çok merak ediyorum. Ben yurtdışına çıkıp rastgele karıştırdığı Türkçe sözlükten çocuğuna den/dan ekini veya üzerine/gibi edatlarını isim olarak koyan insanlarla karşılaşsam eğlenceli olurdu herhalde. Neyse sonuç olarak bu isimler giderek çeşitleniyor ve yayılıyor, aralarında “cennette yenilen hurmanın çekirdeği” ya da “cennette yere düşen su damlasının çıkardığı ses” diye tercüme edilenler bile var. Peki, bu bir tür geleneğe dönüş mü elbette değil. Bu yeni bir olay, bir tür yenilik, bidat demeye dilim varmıyor ama yepyeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz muhakkak. Osmanlıda bir Furkan Paşa ya da Enes Paşa ya da Ecrinnur adında bir sultan kızı ben duymadım, duyanlar varsa bana da bu bilgiyi iletebilirler.
ÇOCUK HACILAR
İkinci konu çocukların umre ve hacca götürülmesi olayı… Diyanet ve MEB ikilisi bir takım karmaşık protokoller imzalayıp-benim çocuğun gittiği okul da dâhil olmak üzere ilkokul-ortaokul yaşındaki çocukları Umreye götürüyor. Bazen bunu bir yarışmanın ödülü olarak koyuyorlar. Birinciyi umreye götürüyorlar ikinci ve üçüncüye ise laptop veya bisiklet veriyorlar (muhtemelen çocukların yarışmada birinci gelmektense ikinci, üçüncü olmayı tercih ettikleri bir yarışma bu).
Bu moda başladığında çocukların hacca/umreye götürülmesi laiklik ilkesinin delinmesi veya çocuk pedagojisi açısından değerlendirildi. Bana göre de bu faaliyetler çocukları çocuk olarak kabul etmemekteki ısrarın bir göstergesi ve pedagojik olarak da doğru değil ama bu işin ayrıntılarını psikologlara bırakalım. Biz meselenin tarihi/antropolojik tarafına ve gelenek açısından karşılığına bakalım. Çocuğun okulunda bu ilanı gördüğümde, aklıma geleneklerimiz ve ‘Eski Türkiye’ geldi. Zira geleneklerimizde çocuk-hacı ya da umreci kavramı yoktu. Ben küçükken hiç Hacca gitmiş çocuk görmemiştim. Hacı ve umreci bizim için yaşlı başlı biriydi. Hacca gidenlere de artık bir ‘haller’ olur, sanki daha bir ‘yaşlanırlar’ ve artık yavaş yavaş ticaretten, para pul işlerinden günlük yaşamın koşuşturmasından uzak durmaya başlarlardı. Farklı bir insan olurlardı ya da artık öyle davranırlardı. Böyle bir olgunluk davranışı beklendiğine göre de hac farizesi ya da umre çoluk-çocuğa göre değildi. Çocuk-hacıyı kafamda bir yere oturtamıyordum.
Acaba Osmanlıda durum nasıldı? Bu konuda çok araştırma yapmadım ama hacca gitmek o yüzyıllarda oldukça meşakkatli bir iş olduğundan zaten çoluk çocuğun oralara götürüldüğünü sanmıyorum. Belki Şam’dakiler, Halep’tekiler falan götürüyorlardır. Ama İstanbul’dan, Rumeliden Hicaz’a gidip gelmesi zordu. O yüzyıllarda başkentten hacca gitmek ve dönmek bir yıl-iki yıl kadar sürebiliyordu. Kum fırtınaları, susuz çöller aşılıyor, haydutlarla, tifüs, kolera gibi hastalıklarla boğuşuluyordu... Evliya Çelebi’nin Hac yolculuğunda -üstelik daha Batı Anadoludayken- başından geçenler (haydutlarla, haramilerle girdikleri kovalamacalar) bu yolculukların hiç de çocuklara göre olmadığını gösteriyor.[2]
Hacı olmayı bu kadar saygın yapan olgu da yolculuğun zorluklarıydı. Çoğu ihtiyar zaten bu yolculuğa geri dönmemek üzere çıkmaktaydı. Zaten bilindiği üzere kutsal topraklarda ölmek arzulanan bir şeydir. Dedesi, ninesi, anası, babası orada ölenler de hiç sesini çıkarmaz. Her yıl yüzlerce insan “yol çökmesi, vinç devrilmesi ya da falan prensin geçişi sırasında yaşanan sıkışıklık" nedeniyle can verir. Kimse de Arabistan’ı “neden önlem alınmadı” diye dava falan etmez. Sadece ölenlerin aileleri değil; hükümetler de vatandaşlarının hesabını sormaz. Vatikan Müzesini, Havari Paulus Kilisesini gezerken birinin başına taş düşse oralarda kıyamet kopar; ama hac sırasında bin kişi ölse hiç kimse bunu sorun etmez; tam aksine neredeyse ulvi bir mutluluk peyda olur. Bu durumun farkında olan Suudi yönetimi de insan hayatını korumak için çaba gösterme gereği duymaz.
Bu arada konudan uzaklaştığımın farkındayım ama Mekke neden S. Arabistan’ın tasarrufundadır onu da anlamıyorum. Her yıl hangi ülkeden kaç hacının geleceğini Suudiler belirliyor. Bir ülkeye kızdıklarında o ülkenin hacı kotasını azaltıp kendilerince o ülkeyi ‘cezalandırıyorlar’. Mantıken Mekke’nin idaresinin bütün Müslüman ülkelerin ortak oluşturduğu bit komisyonda olması gerekmez mi? Bu konuyu aklıma getiren de ne yalan söyleyeyim hükümetimizin ve İslamcıların Kudüs hakkındaki beyanatları. Hükümet adamları “Kudüs üç dinin de kutsal şehri, Kudüs üzerinde sadece İsrail’in inisiyatifi olmamalı, üç dinden de temsilcilerin olduğu orak bir yönetim kurulmalı” diyip duruyorlar. Aynısını Suudilere de söylemek gerekmiyor mu? Alo Diyanet hattına telefon edip soracağım.
Neyse çocuk hacılara dönelim… Osmanlıda çocukluğu bir kenara bırakalım gençlerin bile hacca gittiğini sanmıyorum. Dediğim gibi eskilerde hacı olmak ahirete hazırlanmak ve dünya işlerinden elini eteğini çekmekle eş anlamlıydı ve doğal olarak bu iş gençlere göre görülmemekteydi. Osmanlı padişahların (Vahdeddin tahttan indirildikten sonra gitmiş o ayrı) ve şehzadelerinin (Cem Sultan hariç) hiçbirinin hacca gitmediği bilinir. Neden hacca gitmedikleri sorulduğunda ise tarihçiler “İstanbul’dan çok uzaktı”, “padişah hacca giderse devlet işleri felç olurdu”, “İstanbul boş bırakılamazdı” gibi bahanelerle konuyu geçiştirirler. Hâlbuki Hacca gitmekle Almanya içlerine veya Şirvan taraflarına sefer düzenlemek mesafe ve zaman olarak aynı… Mısır’a giden Hacca da gidebilirdi. Neden gitmediler? Bence cevap Hacca giden Cem Sultan’a II. Bayezid’in yazdığı şu satırlarda saklı:
Hacc-ül harameynim diyü benda'vi kılursun
Ya saltanat-ı dünyeviye bunca talep ne[3]
Yani Bayezid bu günkü dille “Mademki Hacca gittin ne diye halen siyaset/koltuk peşinde koşarsın, madem siyasete, tahta bu kadar meraklı idin o halde ne diye hacca gittin” diyor. Bana göre padişahların da, artık dünyadan elini eteğini çekme vakti geldiğini hissedenlerin de olaya bakışı böyleydi. Osmanlı geleneğinde hacı olanın anlamı buydu. Hacca gitmek fiziki olarak İstanbul'dan uzaklaşıldığı için değil, ruhen, metafizik anlamda bu dünyadan kopulması gerektiği için padişahların tercih etmediği bir farzdı. Bu sebeple de bir eğlence, gezelim görelim faaliyeti değil bir tür olgunlaşma imtihanıydı. Bu nedenle Diyanetin laptop, bilgisayar vaatleriyle karışık "Haydi Çocuklar Umreye" kampanyaları bana göre geleneğin yıkılışının bir diğer örneği temsil etmekte
BEBEK SÜNNETİ
Ele alacağım son ilginç konu da son zamanlarda yaygınlaşan bebek sünneti olayı. Bunu anlayabildiğim kadarıyla daha ziyade ‘modern-seküler’ aileler tercih ediyor. Ama yanılıyor da olabilirim. Bebek sünnetini sanırım gelenekten kopmak istemeyen ama çocuğun da bu acılı, stresli aşamadan geçmesine gönlü razı olmayan aileler yaptırıyor. Bebek sünnet olduğunu anlamadığı gibi hızlı biçimde iyileşiyor. Sünnet birçok antropolog tarafından bir tür kabileye dahil olma uygulaması olarak görülür. Dünya nezdinde falan ya da filan kabileye ait olduğunuzun belli olması için kimisi kulak memesini, kimisi göğüs uçlarını keser, kimisi iki alt dişini söker vb. Bu gelenekte de malum yeriniz kesilerek o topluluğa dahil olduğunuzu kanıtlamış oluyorsunuz. Bunun bebekken yapılmasında bir sakınca yok diye düşünülüyor.
Ama sünnet gelenekte böyle bir işlem değildi ki. Sünnet sadece bir topluluğa ait olma ritüeli değil aynı zamanda gelenekte bir tür ergenliğe geçiş sınavıydı. Sünnet olacak çocuğun 7-9 yaşına kadar beklenmesinin sebebi onun artık ‘erkekliğe adım atma aşamasına geldiği' düşüncesiydi. Çocuğun neden sünnet olduğunun farkında olması istenir; hatta bunu cesurca karşılaması beklenirdi. Sünnetçiyi görünce ağlayan çocuklar ayıplanır; bu cesaret sınavını ağlamadan atlatanlar ödüllendirilirdi. Ödüller çocuğun artık “gerçek bir erkek olduğunu” çağrıştıran anlamlar taşırdı. Mesela sünnet düğününde dansöz oynatılır, çocuk paşa kılığına sokulur, kılıç kuşanır, ata bindirilir istisna bir durum olsa bir yudum rakı bile içirilirdi. Şimdi bebekken sünnet olan birinin bu ‘erkeklik sınavından’, antropolojik dille erginlik imtihanından geçmediği ortada. Geleneklerimiz elden gidiyor diye vaveyla edenler bu konuda ne düşünüyorlar acaba?
NOTLAR:
[1] Konstantinos S. Makris, Bandırma-Erdek Rumlarının Tarihi ve Etnografyası, çev. Sema Sandalcı, Ozan Sanatevi, bandırma, 2021, XV.
[2] Evliya Çelebi Seyahatnamesi Hac Kitabı,çev. Asiye Yılmaz, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2011, s.200-204.
[3] Carolin Finkel, Rüyadan İmparatorluğa Osmanlılar, çev.Zülal Kılıç,Timaş, İstanbul, 2007, s.76.