Gelibolu kukla dolu

“Küçük köyündeki küçücük yaşamından çoook uzaktaki Hasan ile yuvasından kuş uçuşu 17 bin 350 kilometre uzaktaki Johnnie’yi bu topraklarda bir araya getiren acaba neydi; bunu asla bilemeyeceğiz!”  türünde bir cümleyi asla kurmayacağım. Çünkü bal gibi, kan gibi biliyoruz onları bir araya getirenin ne olduğunu hepimiz!

Abone ol

Datlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm,

Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen.

Neşet Ertaş

Çanakkale içinde bir kırık testi

Analar babalar ümidi kesti, of, gençliğim eyvah!

Anonim

Ahmet’in oğlu Hasaaannn…

Hasaaannn, Hasaaannn…

Yavruuummm…

Beyiiimmm…

Babaaammm…

Neredesin sen?

Ana babasının, karısının, bebelerinin sesi yankılanıyor içli içli. İç Anadolu’nun kıyısında, bozkırın sık ağaçlara kavuştuğu o küçücük dağ köyünün yamaçları çığlıkları yutuveriyor. Ne çare; yok da yok. Yer mi yarılmış da içine girmiş? Kimse bilmiyor, nerede Çoban Hasan. Balkan Savaşları’na gidip dönmüş. Ancak bu kez gidip de dönememek varmış Çankırı’ya, Çerkeş’e.

O seslerin yankısının gölgesinde uyuyarak geçirecek yüz yılını; yalnız Hasan. Gelecekler Çoban Hasan, bulacaklar seni sevdiklerin, az daha sabret…

Dünyanın en büyük kabristanını ziyaret edeceğiz bugün. Kabir deyip geçme; yeşilin huzura, mavinin sonsuzluğa kavuştuğu cennetten bir parça Gelibolu Yarımadası. Adından belli “Kallipolis” yani “Güzel Şehir”. Sanki yüz yıl önce olanlar hiç olmamış. Mermiler bile sözleşip havada çarpışmamışlar sanki, tek vermemek için bu taze canları kara toprağa. Ne çare, bir insan bir mermi kadar olamamış, duramamış ecelin önünde.

.

Asya tarafında, Çanakkale şehir merkezindeki feribot iskelesinden, Avrupa yakasındaki Kilitbahir ve Eceabat’a düzenli feribot seferleri var. Sıradaki ilk feribot Kilitbahir’e geçiyordu atladık hemen. Rehberimiz Aysel Hanım ile Eceabat’ta buluşacağız. Kilitbahir’den sahil yolu Eceabat’a araçla sekiz dakika sürüyor. Aysel Hanım’ı önceden tanımıyorum, içimden “Ne olur mütevazı birisi olsun.” diye geçiriyorum. Yıllar önce Midilli’de rehberli bir gezinin kurbanı olmuştuk. Midilli’nin meşhur rakısına tadını veren o muhteşem suyun, kaynağını Kaz Dağları’ndan alıp tıpış tıpış denizin altından geçip adaya ulaşan Türk suyu olduğunu iddia etmişti rehberimiz. Suyun milliyeti mi olur yahu! O gün bugündür uzak durmaya çalışıyorum bu tür rehberler ve o tür otobüslerden.

Dinleyenleri etkilemek veya heyecanlandırmak amacıyla yapılan abartılı anlatım.” diye tanımlıyor hamaseti Türk Dil Kurumu. Burada her şey o kadar doğal, o kadar saf ve o kadar gerçek ki; hamasete ne hacet. DUR YOLCU, hiçbir şey yapma, olduğun yere çök, sadece rüzgârı dinle. O zaten her şeyi anlatıyor.

.

Aysel Hanım çocuklarla çok iyi, arabaya biner binmez Çınar ile işi pişiriyor. Ohhh, demek ki yol da gün de güzel geçecek. Bir insan nasıl olur da, yılın her günü aynı yerleri tekrar tekrar bıkıp usanmadan anlatabilir? Günün sonuna kadar, heyecanından gıdım kaybetmeden “Hadi bir şehitlik daha var, hadi bir de şu tabyaya götüreyim sizi.” diye diye neredeyse göstermedik yer bırakmıyor. Tam bana göre bir gezi yoldaşı, helal olsun.

İlk durağımız “Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi”. Bence sen de oradan başla turuna. Simülasyon teknikleri kullanılan on bir ayrı canlandırma odasının ikisinde üç boyutlu gösterim yapılıyor, üç ayrı odada da hareketli platformlarla Çanakkale Savaşları’nın önemli kesitleri aktarılıyor. Hepsi toplamda bir saat sürüyor. Mesela Nusret Gemisi hareket ediyor ayaklarının altında, sanki denizdeymişsin gibi, hafif rüzgâr esiyor yüzüne, bombalar patlıyor. Turun sonunda iki kata yayılan bir de müze var. Sabah erkenden gidersen her bi yanı gezersin. Yazın çok yoğun oluyormuş, telefonla önceden rezerve ettir yerini derim. Biz biraz geç kaldık, tamamını hakkını vererek gezemedik müzenin. Yine de dışarı çıktığında Çanakkale Savaşlarına ilişkin bilmen gereken pek çok şeyi öğrenmiş oluyorsun. Sonrasında ziyaret edeceğin şehitlikler ete kemiğe bürünüyor böylece.

Bir arkadaşım vardı, savaş kelimesini duymaya dayanamaz, sinirlenir:

“Alma ağzına o kelimeyi!” diye azarlardı. Sanki o kelimeyi anmazsam dünyada bir daha asla savaş çıkmayacak hissine kapılır, sus pus olurdum. Karşı saldırıya geçmeden önce cesaretimi toplamak için biraz bekler:

“Günün büyük kısmı kendi içimizde verdiğimiz savaşlarla geçmiyor mu, onlar da gerçek savaşlar değil mi?” diye bodoslama dalar, hızımı alamaz; “Büyük savaşlar, bireyler olarak içimizde tek tek verdiğimiz mücadelelerdeki yenilgilerimizin toplamının sonucu değil mi?” diye yapıştırırdım.

Durup bir düşünürdü, gözleri dalar giderdi bir yerlere. Anlar mıydı, anlamazdan mı gelirdi bilmem. Sadece susardı. Kendimizi ve başkalarını beğenmeme, sevmeme ve birbirimize saygı duymama hali günbegün birikir topaklaşır, düğümlenir, karman çorman olur. İşte o zaman çıkar büyük savaşlar, ister iç ister küresel olsun, bence hepsinin kök nedeni aynı. Aman sosyal bilimci arkadaşlar duymasınlar, yoksa topa tutarlar hem beni hem eften püften buldukları analizimi.

Oysa biz biliyoruz ki, 28 Haziran 1914'te Gavrilo Princip isimli bir Sırp milliyetçisinin Arşidük Franz Ferdinand'ı öldürmesidir I. Dünya Savaşı'nı başlatan kıvılcım. Ahhh Gavrilo, seni gavur, gavrulasın e mi! Yaktın hepimizi. Yok yok, asıl Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kavrulsun. Onlar değil miydi 1908 yılında Bosna-Hersek'i işgal edenler? Neredeydi bu ipin ucu, kimindi bu topraklar? Balkanlarda zaman nerede başlar, nerede biter sınırlar?

Oysa savaşı kim ister? Savaşı yücelten biri nasıl “Ben insanım.” der? Öyle de bir der ki, eğer durumu meşrulaştırabiliyorsa kendi içinde. “Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi” bu meşrulaştırmanın afişleri ile kaplı.

Yüz yıl öncesinin capcanlı şimdinin solgun afişi: “Sörf yapmak güzel, peki ya siperlerdeki askerler. GİT ve YARDIM ET.” yazıyor. Belli ki hedef kitle sarışın Anzaklar. Bir diğer afiş Britanya’nın kadınlarına yönelik hazırlanmış, hem de madde madde belirte belirte, üstüne basa basa:

1. Almanların Belçikalılara yaptıklarını [gazetelerde] okudun. Bu ülkeyi işgal ederlerse neler olacağını düşündün mü hiç?

2. Evinin ve çocuklarının güvenliği için ŞİMDİ daha çok erkek gerektiğinin farkında mısın?

3. Ağzından çıkacak tek bir “GİT” kelimesinin bir erkeğin daha Kralımız ve Ülkemiz için savaşmasını sağlayacağının farkında mısın?

4. Savaş bittiğinde birisi oğluna ya da eşine büyük Savaşta ne yaptıklarını sorduğunda, sen gitmelerine izin vermediğin için insanların yüzüne bakabilecekler mi?

BUGÜN BİR ERKEĞİN DAHA ORDUYA KATILMASINA DESTEK OLACAK MISIN?

Kendisini savaş karşıtı tanımlayan birisi olarak, kendimi en çok sorgulamama neden olan belki de yegâne savaş Çanakkale. Savaştan çok varoluş mücadelesi. Belki de ne ben ne de arkadaşım savaşın ne olduğunu anlamışız. Savaşın gerekli olmadığına inanmış ama gerçek bir savaşın ortasında hiç kalmamışız!

Şimdi tam ortasındayız savaşın. Belli ki İngiliz, Fransız, Alman, Türk demeden analarımızı inandırmışlar, inandırmışız savaşın gerekliliğine. Bir anlığına savaş sanayisi ve ekonomisi denilen canavar aklımızdan uçmuş gitmiş. Neden sonuç ilişkisinin dehlizlerinde yolumuzu kaybetmişiz, kendinden daha değerli bir şey olmayan hayat anlamını mı yitirmiş ne? Futbol takımı bile tutmayan ben, bu savaşta ciddi ciddi tarafım “Yahu sizin ne işiniz var benim vatanımda!” diye haykırmaktayım. Bir zaman makinesi olsa, 1453 yılının 29 Mayıs’ına götürse beni, o Bizanslı kalkıp da aynı soruyu sorsa bana; “Yahu sizin ne işiniz var benim vatanımda!” dese ne yanıt veririm en ufak bir fikrim yok.

Bizim “İstanbul’un fethi” dediğimize, Batı dünyasının “İstanbul’un düşüşü” demesi de bundan mı acaba? Aaaa dur, var Bizanslıya yanıtım benim, nasıl da çıkmış bir anda aklımdan. Derim ki: “Orta Asya’daki kuraklık yüzünden buralara gelmelerim.” sonra eklerim “Moğollar sürdü bizi taa buralara. Gidin ne söyleyecekseniz onlara deyin.

Gel biz öbür darboğaza dönelim, Çanakkale’ye; zamanı orada, haklı olduğumuz noktada donduralım. Bir film izler gibi, filmdeki kahramanın yerine kendini koyar gibi, kahramanın kazanmasını canla başla ister gibi geziyoruz Gelibolu Yarımadası’nı.

Bol bol yürüyoruz. Aysel Hanım [elbette benim değil] zaman zaman yorulan diğer arkadaşların dağılan dikkatini toparlamak için sorular soruyor ara ara. E insan madden de manen de yoruluyor tabii:

Biliyor musunuz, bizim Arıburnu dediğimiz bu yere Anzaklar ne diyormuş? Sfenks diyorlarmış. Anzakların Çanakkale’den önceki durakları Mısır’mış. Tam olarak nereden nereye gittiğini bilmeyen; oradan oraya taşınan askerler, Arıburnu’na gelip de Sfenks’e benzeyen bir tepe parçası görünce, döndürülüp dolaştırılıp Mısır’a geri getirildiklerini sanmışlar önceleri.
.

Her yer ama her yer şehitlik, her yer ama her yer yeşillik mavilik. Mermi atılmamış, siper kazılmamış tek bir alan yok. Zaman ve doğa, siperleri yavaş yavaş toprağında öğütse de, havada asılı anılar capcanlı.

Her ülke, inşa ettiği şehitliğiyle, mimarisiyle karakterini gözler önüne seriyor. Anzak mezarlarının belirgin sınırları yok örneğin. Toprağın üzerine yerleştirilmiş küçük mezar taşları çimlerin üzerinde geometrik bir düzen içerisinde hafif eğimli tepeden kumsala doğru dizilmiş, insana sonsuzluk hissi veriyor. Burası gerçekten huzur dolu. Neden bilmem “Bu bizim savaşımız değil, bizi buraya zorla getirdiler.” hissini yaşatıyor.

Oysa İngiliz Şehitliği'nin duvarları alçak da olsa sınırları son derece belli; büyük bir anıtı merkezine almış, adeta gövde gösterisi yapıyor. İlginç, üzerine yerleştiği tepede, her şeye rağmen güçlü bir dinginlik sunuyor ziyaretçisine. Hemen ilerisindeki deniz fenerine bakıyor bu anıt, yolunu kaybettiğinin farkında, kayalara çarpıp batmaktan çekinir bir hali var.

Fransız Şehitliği hiçbirine benzemiyor, en aykırı olanı, etrafı tamamen yüksek duvarlarla çevrili. Her yere dağılmış irili ufaklı Anzak şehitliklerinden farklı olarak, Fransızlar şehitlerinin bulabildikleri bütün kemiklerini burada tek bir alanda toplamışlar. En geride bir kule ve onun önüne dizilmiş demir haçlar. Son yıllarda askerler arasında Musevi ve Müslümanların olduğu anlaşılınca bazı haçları kaldırıp nizamı bozmak yerine, o haçları sadece kollarını bükerek korumuş, aynı zamanda diğer dinlere de saygılarını göstermişler. Zamanın ruhuna uymuşlar.

Aysel Hanım, yabancıların şehitliklerini Türkiye’den neredeyse kimsenin ziyaret etmediğini söylüyor. Bence gidip görmelisin, eğer Mustafa Kemal’in, kimilerinin aslında söylemediğini iddia ettiği şu sözleri biraz olsun gönlünde hissetmek istiyorsan:

“Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Peki bu sözlere Avustralyalı annenin verdiği yanıtına ne demeli?

“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını, alicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi. Bir ana olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz. Çünkü, yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…”

Anası Hasan’ı bir daha asla kucaklayamadı. Ne babası, ne karısı, ne de çocukları… Hasan, hayattaki tek torunu ile onun çocukları ve torunlarını görebilmek için yüz yıl kadar beklemek zorunda kaldı.

.

Çanakkale Boğazı’nın girişinde karaya ve denize hâkim Eski Hisarlık Burnu üzerinde yer alan Abide’deyiz. Gelibolu Yarımadası’nın en çok ziyaret edilen noktası burası. Hemen girişinde büyük şehitlik yer alıyor. Sadece Anadolu ve Trakya’dan değil, o dönemde Osmanlı’nın her tarafından, üç kıtadan savaşmak için gelen askerlerin adları şehir şehir, köy köy sıralanmış.

Taptaze bir umut! Acaba büyük büyük dedemiz burada yatıyor olabilir mi? Burası sembolik bir şehitlik biliyoruz, ama, olsun. Belki? Eşim hiç görmediğim kadar heyecanlı, küçük bir serçe gibi oradan oraya koşuşturuyor, tek tek isim arıyor. Çankırı’yı buluyor, ardından Çerkeş’i. Bir isim sadece bir isim o kadar. Ne olur burada olsun, ne olur! Adının burada olmasını o kadar çok istiyorum ki eşimin yüzünde o mutluluğu görmek için. Eşim de aynı mutluluğu babasının sesinde duymak istiyor çok belli.

Kayınpederimin dedesini arıyoruz. Yıllar önce evinden çıkıp gitmiş, bir daha dönememiş, asla kendisinden haber alınamamış o çobanı. Uzaktan koyun çanlarının sesleri çalınıyor kulağa, duyuyor musun? Anası çağırıyor oğlunu; babası, karısı, bebesi çağırıyor:

Hasaaannn, Hasaaannn…

Ebru titriyor. Pek az ağlarken gördüğüm, ufak tefek, güçlü kadınım. Gözünden iki yaş sessizce süzülüyor. Elinde cep telefonu tuşlara zorlukla basıp, babasına ulaşıyor.

Baba bulduk, gözün aydın, dedeni bulduk.

Bir evladın babasına verebileceği en büyük hediyeyi vermişçesine mutlu, anılarını! Kızının aksine, bencileyin sulu gözlü, bencileyin ikizler burcu kayınpederin göz yaşları cep telefonundan Çanakkale Boğazı'na fışkırıyor. Duymayan kalması a dostlar.

Büyük dedem Ahmet oğlu Hasan’dı değil mi? Ahhh baba bulduk…

.

Bundan tam 104 yıl önce bugün, 19 Mayıs 1915 tarihinde, Türklerin on binin üstünde kayıp vererek geri çekildiği o günde, Çanakkale Savaşı’nın en kanlı gününde, Çoban Hasan, ailesinin haberi bile olmadan sonsuz istirahatine çekilmiş. Bizi beklermiş Hasan…

“Küçük köyündeki küçücük yaşamından çoook uzaktaki Hasan ile yuvasından kuş uçuşu 17 bin 350 kilometre uzaktaki Johnnie’yi bu topraklarda bir araya getiren acaba neydi; bunu asla bilemeyeceğiz!”  türünde bir cümleyi asla kurmayacağım. Çünkü bal gibi, kan gibi biliyoruz onları bir araya getirenin ne olduğunu hepimiz!

Hava alacakaranlık oluncaya kadar gezdik durduk. Aslında durduramadık kendimizi bir türlü, onlarca şehitlik, binlerce gönül yüküyle savrulduk. Aysel Hanım son sayfayı çevirdi:

Düşman yenildi, ancak içine sindiremedi. Yavaş yavaş geri çekildiği anlaşılmasın diye arkasında içlerini doldurduğu üniformalı korkuluklar bıraktı. Sonra ellerine birer tüfek yerleştirdi bunların, her tüfeğe de bir mekanizma. Damlayan suyla dolan teneke kutular belli bir ağırlığa gelince tüfekleri ateşliyordu. Güya paaaat, paaat diye ara ara ateşlenen silahların sesleri etrafta hâlâ asker var izlenimi verecekti. Oysa düşmanın çekildiğini tepelerden izleyen askerlerimiz, izin verdiler gitmelerine, arkadan vurmadılar. Kendileri gittiler geriye şehitlerini ve kuklalarını bıraktılar.

Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: hayatevinde@gmail.com