Genç monşerin ıstırapları
Dünyanın her yerinde temel diplomasi eğitimi verilirken “devletlerin insanlar gibi dostu düşmanı olmaz, çıkarları belirleyicidir” denir. Biz maşallah son dört beş yıl içinde bu öğretiyi de boşa çıkarmayı becerdik.
Ömer Ersun*
2020 yılını cehenneme uğurladığımız şu günlerde ciddî ciddî Türkiye’nin dış politikasından söz etmek profesyonel bir diplomat açısından abesle iştigaldir. Hele hele tek adamın bazı vaatlerinden ümitlenip iyimser yorumlar yapmak en hafif deyimiyle hayalcilikten öteye gitmez. T.C.nin dış politikasının bazı sağlam temelleri, uzun erimli yönelimleri, dayandığı evrensel değerler vardı. Öyle ki yabancı meslektaşlarımız esasları sabit (örneğin barış arayışı gibi) değişmez bir görev talimatımız (Gazi’nin bize miras bıraktığı) olduğunu bilirlerdi. Son beş altı yıl içinde bunlar adım adım tahrip edildi. Önce üstü örtülmesine çalışılan, sonra tamamen açığa vurulan Müslüman Kardeşler kafasıyla T.C.nin taammüden altı oyuldu, kuruluş değerleri yok sayıldı. Dünyanın İstiklal Savaşımız sırasında şaşkınlık sonra hayranlıkla baktığı kurucu önderine düşmanlık giderek olağan hale getirildi. Atatürk’e küfür edenler, İstiklal Savaşı'nı “keşke Yunan kazansaydı” diyenler saraylarda ağırlandı, omuzlarında Türk ordusunun onurlu rütbesini her nasılsa taşıyanlar tarafından evlerinde bile ziyaret edilebildi.
Benim 40 küsur yıl süren ve 2002’de yaş haddinden noktalanan meslek hayatım sırasında Müslüman Kardeşler T.C.'nin gözünde, normal bir devlet düzeninde uygulamaya aktarılması imkânsız şeriat devleti peşinde koşan bir terör örgütüydü. Uygar ülkelerde olduğu gibi devlet arşivleri ileride açıklanırsa MİT, Genel Kurmay ve Dışişleri'ndeki yazışmalar bu ifademi fazlasıyla doğrulayacaktır. Günümüzde şeriatı siyasî sistem olarak uygulamaya koymak isteyen toplumlar yoğun acılara ve geriliğe/yoksulluğa mahkûm oluyorlar. En çarpıcı örneklerden biri olan Taliban gibi… İsmiyle müsemma Boko Haram gibi... Ülkemizdeki hanımlara, genç kızlara sormak lâzım: Suudi Arabistan şartlarında yaşamak isterler mi? Sudan’ın resmî soykırım suçlusu devrik diktatörü El-Beşir otuz küsur yıl şeriat için ısrar etti ve sayesinde ülkesi ikiye bölündü. Şimdi sanırım yargılanmasına Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde (Sudan vermeyi kabul etti) devam edilmesi için dua ediyordur. Zira ülkesinde yargılamaya devam edilirse idamı söz konusu.
ABD’deki sersem bazı yumurta kafalılar, masa başında Müslüman Kardeşler'in ehlileştirilebileceğini hayal ettiler. Büyük petrol tacirleri ve silah üreticileri daha uysal işbirlikçiler bulabilecekleri ümidiyle bu projeye dört elle sarıldılar. Sözüm ona Orta Doğu'ya demokrasi, barış ve istikrar gelecekti. Hedeflenen ülkelerin halklarının payına düşen kan, gözyaşı ve ülkelerinin parçalanması oldu. Çok uluslu şirketler ise bilhassa ABD’deki Neo-Con’ların candan desteği ile kârlarına kâr kattılar. En acıklı hikayelerden biri Mısır’da yaşandı. Müslüman Kardeşler serbest seçimlerle iktidara geldi. Yumurta kafalılar sevindi, bazı Batılı aydınlar kısa süreyle ümitlendi. Mübarek’in devrilmesinden sonraki birkaç yılı merak edenlerin araştırmasını tavsiye ederim. Kaynak çok, bu makalede ise ayrıntıya yer yok. Şu kadarını söyleyebilirim: Müslüman Kardeşler örgütünün baskısı altındaki Mursi seçilmiş bir başkan olarak kendine de yazık etti. O kısmi kaos şartlarında Mübarek’ten devraldığı, doğallıkla otoriter eğilimlere sahip askere karşı demokrasiyi yaşatabilmek için toplumda destek ve laik kesimlerden de müttefik aramak yerine tek başına İslamcı kimliğiyle hükümran olmak istedi. Üstelik adam kalmamış gibi askeri istihbaratın başı Sisi’yi Savunma Bakanı yaptı. Sisi de fırsatını bulunca Mısır dışında da tüm dürüst ve aydın insanların tepki duyduğu bir diktatörlüğe yönelmekten elbette geri durmadı. Mursi ise “seçilmiş Cumhurbaşkanıyım ben yaptım oldu/olur” anlayışıyla atmaya kalkıştığı çeşitli idari/hukuki adımlarla laik kesimi tamamen karşısına aldı. Diyalog aramadığı için hiç gereksiz gösterilerin yapılmasına yol açtı. Anlatması uzun, ancak bu stratejik hataların faturasını şahsen sadece Mursi’ye kesmek haksızlık olur. Uzlaşma kültürü siyasal İslamcıların fıtratına ters. Nedeni de basit: Kaç yüzyıl öncesine ait kuralları günümüzde uygulamak saplantısından vazgeçemiyorlar. Takiye ile sorunları erteleyerek çözebileceklerini sanıyorlar. Kadınlara tanınacak statü bu arkaik sorunsalın merkezinde yer alıyor. Neyse hiç değilse Suudi Arabistan yumurta kafalıları sevindiren büyük(!) bir devrim yaptı, hanımlara otomobil kullanma hakkı tanıdı. Siyasal İslam'ın faturasını ise tabii ki mazlum halklar ödüyor.
Torunumun 10 yıl kadar önce beni üye yaptığı Twitter’a hiç zaman ayıramıyorum. Geçen gün okumak için girdiğimde bari bir kelime de ben yazayım dedim ve yazdım: “Ben artık ölü bir mesleğin emeklisiyim”. Bu ifademin günümüz siyasi iktidarının eleştirisi olarak anlaşılması çok yanlış olur. Muhalifi muvafıkı bugünkü siyasetçilerin büyük çoğunluğu benim mesleğimin mezar kazıcıları. Benim kuşağım, büyük acılar çekmiş hatta tarihten silinmesine çalışılmış bir ulusun diplomatları olmanın bilinciyle yetiştirildik. Yurtta sulh cihanda sulh prensibinin bizim için açık anlamı bundan böyle ulusumuza benzeri acılar çektirmemek, elimizde kalan son, tek ve öz yurdumuz Anadolu tehdit edilmiyorsa Osmanlı döneminde olduğu gibi evlatlarımızı yabancı diyarlarda kırdırmamaktır. Asker veya sivil bize Türk insanın sağlığını, çıkarlarını ve Türk devletinin varlığını korumak en yüksek görev ve değer olarak aşılandı. Mensubu olmaktan gurur duyduğum Mülkiye camiasının marşını söylerken öğrenciler yukarda değindiğim acılı geçmişe gönderme yaparak T.C.'ye “göz yaşların dinsin, yetiştik çünkü biz” derler ve bunu her seferinde hissederek söylerler çünkü bir iki kuşak geriye gittiğinizde şeceresinde şehit bulunmayan Türk ailesi yoktur. T.C.'nin uygar çağdaş kimliğinin özü, inanılmaz büyüklüğü bütün bu acılara son verme kararlığında yatmaktadır.
Bugün ülkemizde olup bitenler T.C.'nin eğitip yetiştirdiği bir diplomat eskisi olarak benim idrakimi aşıyor. Rusya İdlip’te göz göre göre 34 askerimizi öldürüyor, kimsenin kılı kıpırdamıyor. Libya’da bir canımızı şehit veriyoruz MİT mensubu olduğu için haber değeri var sayılıyor. Peki diğer canlarımıza neler oluyor? S-400 alımı baştan aşağı “yanlış” bir karar zira kullanma alanı yok. İki buçuk milyar dolar çöpe gitti. Siyasi sorumluluk hükümetin üzerinde tamam da asıl suç, siyaseti bu kararın yanlışlığı konusunda uyarmayanlarda. Örneğin rahmetli Torumtay nur içinde yatsın, görevde olsaydı böyle saçma bir karar alınamazdı çünkü siyasî karar makamını etraflıca aydınlatıp muhtemel sakınca ve sonuçlarını gözler önüne sererdi. Teknik/stratejik konular kendilerine açıklıkla izah edilince siyasetçi niye riske girmek istesin ki? Ben böyle bir deneyi bizzat rahmetli Özal’la yaşadığım için teorik konuşmuyorum.
Ancak, yurtseverler için işin gerçekten katlanılması en zor yönü, küçük siyasî çıkarlar uğruna muhalif/muvafık profesyonel siyasetçilerin “yanlışın” arkasında kümelendiklerine tanık olmak. Bu yanlışın yol açması muhtemel yaptırımlar konusu şu anda beni öncelikli olarak üzmüyor. Bu noktaya gelene kadar zaten öylesine ağır bir darbe yedik ki. En büyük, en ağır zarar F-35 uçakları projesinden çıkarılmak. Ortak üretim söz konusu olduğu için firmalarımızın akçalı zararından çok daha önemlisi en son teknolojiden mahrum bırakılmak. Bu aymazlığın faturasını umarım ilerde ciddî güvenlik açığı olarak ödemeyiz. Türkiye’nin birinci sınıf devletler kategorisine çıkabilmesi için en önemli şart (Kore gibi) yüksek teknolojiye terfi etmesidir. Yüksek teknolojiye açılan kapı olan nükleer santral yapımını da Rusya’ya vermeyi becerdik. Nükleer alanda birazcık uzmanlığı olan herkesin bildiği gerçek Rusya’nın teknoloji paylaşımı ya da transferinde Sovyetlerden kalan alışkanlıkla en katı ülke olduğudur. Ayrıca büyük paralar söz konusu olduğu için uygar Batı’da bile şaşırtıcı yolsuzlukların nükleer ihaleleri kirlettiğini açığa çıkan mahkeme kayıtlarından biliyoruz. Sovyet mirasını devralan Rusya’nın Batı’dan daha temiz olacağını varsaymak için ileri derecede ahmaklık gereklidir.
Bu söylediklerimi Türkiye’de önemseyen galiba yok. Eksiksiz bir hamaset korosu halinde ABD’yi yaptırımlar için kınamaktayız. Asıl vahim yanlışları geri plana iten göz yaşartıcı bir milli birlik sergileniyor. Bu ABD bizim dönemimizde de her yurtseveri çıldırtacak işler yapmadı mı? Örneğin, Kıbrıs ambargosunu, haşhaş yasağı rezilliğini unutmak mümkün mü? Yunan muhibbi AB de Amerikalılardan aşağı kalmamak için açık çifte standart uygulamalarıyla sinirlerimizi zorlamadı mı? Dünyanın her yerinde temel diplomasi eğitimi verilirken “devletlerin insanlar gibi dostu düşmanı olmaz, çıkarları belirleyicidir” denir. Biz maşallah son dört beş yıl içinde bu öğretiyi de boşa çıkarmayı becerdik. Dünya âlemi hatta Arapları bile blok halinde karşımıza aldık. Şimdi “aman milliyetçiliğimizden halk kuşkuya düşmesin” diye aptalca ya da oy perest-bencil bir endişeyle hamaset koroları kurarak mı bu yanlışları düzelteceğiz? Hiç kendimize güvenimiz, tatsız da olsa gerçekleri ulusumuza açıkça söyleyecek cesaretimiz yok mu?
2020 musibetinin son ayında odama kapanarak (laf gelişi; biz yaşlılar zaten hücre cezasındaki ağır korona hükümlüleriyiz) kısa bir araştırma yapıp sadece yazıştığım dostlarıma dağıttım. İki kelimeyle vardığım sonuç şu: 2021’de erken değil olağanüstü genel seçim yapmaya mecbur kalacağız. İç ve dış dinamikler karşı koyulamayacak biçimde bizi buna zorlayacak. Bu seçimde ülke başarılı olursa yani seçimler sonucunda A) Dürrizade hortlağının mülevves sureti mezarına geri tıkılabilirse B) Damat Ferit’in üzerimizdeki meşum gölgesi tamamen dağıtılabilirse aydınlık günlere yönelebiliriz. Dış politikamızın Gazi dönemindeki gibi ülkenin ve insanlarımızın çıkarlarının, esenliğinin her şeyin üstünde tutulduğu saygın kimliğini yeniden kazanması için Müslüman Kardeşler kafasının toplumumuzda izinin kalmaması gerekecektir. Üniversitelerimiz fuhuş yuvası diyebilen sözde profesörlerin, İran’ın sabık Başkanı Ahmedinejad gibi ciddi ciddi Mehdi’nin gelişine hazırlık yapmaya kalkışan emekli generallerin aslında birer meczup olduklarının yaygın biçimde kabul görmesi gerekecektir. Bu kesin bir zorunluk ve siyah beyaz denilebilecek bir ön şart. Biliyorum kolay değil ama şu “Çılgın Türkler” zor zamanlarda hiç umulmadık sürprizlere imza atabiliyorlar. 2021’in olağanüstü seçimlerinde niye yeni bir sürpriz yaratmasınlar?
Meslek hayatımızda mücadele ettiğimiz ırkçı Türk düşmanlarının ülkemizin bugünkü diplomatik yalnızlığından müthiş keyif aldıklarını ve bu olanağı onlara kendi ellerimizle ikram ettiğimizi bilmek beni gerçekten kahrediyor. Bir işe yaramadığı için artık makale filan yazmama kararımı bu yüzden bozmaya mecbur kaldığımı düşünüyorum. Yukarıda değindiğim muhalif/muvafık büyük bir çoğunluğun gönüllü korist sanatçı olarak görev aldığı hamaset korosu solistlerine, aralarındaki nüansları dikkate almayıp kabaca bakıldığında görünen manzara şu: Siyasetçilerimiz yurtseverliği önceleyip “acaba oy kaybeder miyim?” hesabından kolayca vazgeçemiyorlar. Egolarını frenleyip “o varsa ben yokum” demekten hiç vazgeçemiyorlar. Ülkeye zarar verdiği aşikâr zararlı algılara karşı bile “beni siyaseten zayıflatır mı?” kaygısıyla cesaret gösterip yüksek sesle karşı çıkamıyorlar. İçe dışa, dosta düşmana ilkeli, korkusuz, evrensel değerlere samimiyetle bağlı, uygar, güvenilir bir görüntü vermiyorlar. Sadece karşılıklı didişip birbirlerini ağır ifadelerle suçlamakla yetiniyorlar. Oysa kaosa yol verirlerse ülkenin elden gitmesi tehlikesi mevcut. Bu takdirde siyasetçilerimizin bencil siyasi hesaplarının hiçbir anlamı kalmayacaktır.
Diyeceksiniz ki bu şartlarda senin, 2021’in olağanüstü seçimlerinde sürpriz beklentini, kararını bozup böyle işe yaramayacağı peşinen belli bir makaleyi kaleme almanı hangi mantığa oturtacağız? Haklısınız bir mantığı olduğunu iddia edemem, sadece “kendimi tutamadım” diyebilirim. O yüzden bir başlık seçmekte de çok zorlandım. İlk gençliğimde evimizde bizimkilerin bir kitabının başlığı garibime gidiyordu: “Genç Werther'in Istırapları”. O dönemde kitap kurdu olmama rağmen o kadar sıkıntılı, ağır bir metindi ki, okuyamamıştım. Sadece kapağını hatırlıyorum. Sanırım ünlü yazar Goethe’ye ait. Şimdi benim gibi 84 yaşındaki bir gencin çektiği ıstıraplar bir yaşam gerçeği. Bunların Goethe’ye ithafen kaleme alınması içinde yaşadığımız ortamla uyumlu bir kara mizah gibi göründü. Zaten artık her yanımız kara mizah.
EK NOT: Lütfen benim hedef aldığım “siyasal İslam” ile bireylerin özel dünyalarında yaşadığı İslam'ı birbirine karıştırmayalım. Ülkemizde okur-yazarlık oranı düşük olduğu için böyle bir tehlikenin önünü almak isterim. Saadet Partisi lideri Sayın Temel Karamollaoğlu hatırımda kaldığı kadarıyla “Ben İslamcı değil Müslümanım” demişti. Kendisiyle henüz genç bir milletvekili iken kırk küsur yıl önce Strasburg’da bir Avrupa Konseyi toplantısında tanışıp, konuşmuştuk. Mükemmel İngilizcesiyle Batılıların iki yüzlülüğünü eleştiren harika bir sunum yaptı. Öncesindeki benim talep ettiğim görüşmemizde Dışişleri temsilcisi olarak eleştirilerini içtenlikle desteklemem sanırım onun için sürpriz olmuştu. Ecevit Başbakandı, Sayın Karamollaoğlu’nun sert eleştirileri zarafet ve incelikle formüle edilmişti. Ülkemizde sanki çok renkli gerçek bir demokrasi varmış izlenimine yol açacağı için mutluluk duyarak destekledim. O toplantıda istisnaen farklı partilerden 7-8 milletvekilimiz söz aldı. Turan Hoca (Güneş) ve Temel Bey dışında kalanların iki sayfayı geçmeyen konuşmalarını ben kaleme aldım. Gazetelerimizde “Türkiye Avrupa Konseyi'nde detant çıkarması yaptı” gibi manşetleri süsleyen haberlere konu olduk. Yukarıdaki karamsar yazıya bu bilgi notunu eklememin nedeni Temel Bey'in kişiliğinin benim sertçe eleştirdiğim cahil, saldırgan siyasal İslamcılarla tam bir tezat oluşturmasıdır. Kurtuluş Savaşımızda da günümüzde de emperyalistler pis çıkarlarını gerçekleştirmek için siyasal İslamcıların sersemliğinden yararlanırlar. Temel Bey kıratındaki kültürlü, donanımlı Müslümanların sayısı daha çok olabilse heveslerinin kursaklarında kalacağına eminim.
*Emekli Büyükelçi