Genç, yaşlı demeden… Bayram bir de bu Bayram!

Hiç unutmayın, aklınızdan hiç çıkmasın. Hafızanıza bir kazınsın: Bir anaydı, onun da bir oğlu vardı. Bir canı kaldı. Belki utanırsınız diye… Onu da kendi aldı!

Umur Talu umurtalu479@gmail.com

“Densizlik, hadsizlik yapma, akıllı ol!”
Epeydir bulunduğumuz siyasi, idari, toplumsal, kültürel mevki burası.
Eskiden de yok muydu? Vardı elbette.
Ama mazlumluktan, mağdurluktan geldiğini söyleyenlerin bu şiddetli kibri ve kibirli şiddeti artık katmerleşti.

AKP Konya İl Başkanı’nın kendisini eleştiren vatandaşa söylediği bu.
Meclis’te eleştiren TİP’liye “Tipine bak, tipsiz” diyen milletvekili…
“Hayvandan aşağıdır” diyen bakan…
Ana muhalefet liderine “Ürkek, korkak, pısırık zavallı” diyen “Cumhuriyet” makamı!

Sözlerde kalsa, gözler şu aşağıdakileri de görmeseydi, ama görüyor.
Çünkü bu kibir, aşağılama, tehdit dili yukarıdan aşağıya yayılıyor.
Emniyet güçlerinin dili de oluyor, ilişmiş gazeteciliğin de, trolleşmiş, çirkinleşmiş, artık sadece kötülük temsil eden birilerinin de.

Başörtüleri yüzünden okullara alınmayan, yerlere düşürülen genç kızların, kadınların da omuzunda iktidara gelmiş bir parti, artık yaşlı kadınları, erkekleri de yerlerde sürükleyen bir hiddet iktidarı.

14 Mart Tıp Bayramı’nda, Taksim Cumhuriyet Anıtı’na çelenk koymak isteyen Tabip Odası Üyesi 89 yaşındaki Operatör Dr. Erdinç Köksal polis müdahalesinde yerlerde…

Gezi Davası’nda “finansör” olarak mahkûm edilen mülkiyetsiz mimar, 72 yaşındaki Mücella Yapıcı kelepçeyle hapiste…

Son olarak da 1995’ten beri, polisin elinde kayıplara karışmış oğlu Murat’ı arayan 70’ini aşmış Cumartesi Annesi Hanife Yıldız yerlerde, karakolda.

Cezaevinden ölüme giden “teröre yardım” suçlusu 73 yaşındakileri, oğullarını sakladılar diye aynı suçtan mahkûm edilen 70’ini aşmış karı kocayı…
Ya da her fırsatta susturulmak istenen genç kadınları, yere devrilip tekmelenen “başörtülü müritler”i, LBGT yürüyüşçülerini, patronun evi önünde protestoda bulundu diye kelepçelenen gözü yaşlı işçiyi de unutmayın!

19 MAYIS GENÇLİK…

Bu hoyratlığın sınırsız, insafsız, izansız oluşu tabii yeni değil, lakin manzara artık kesif halde böyle.
Bugün 19 Mayıs ya…
Size 12 yıllık bir gençlik hikayesi anlatayım o zaman. Bir ailenin (daha) nasıl yok oluşa sürüklendiğini.
Yine bir 19 Mayıs’taki yazımla, “sizin oğlunuzu hiç çırılçıplak soydular mı? Hiç çıplak bir boşluğa attı mı kendini, evladınız?” diye yeniden sorarak.

“Bebeklikten söz etmiyorum Beyefendi. Karyoladan düşmekten de değil.
Bir karakolda mesela. Siz başbakansınız o sırada, mesela.
Önce ‘kahraman’ sonra ‘çete’ dediğiniz kimi polis, 2010 Haziran başında, 28 yaşındaki mimar Onur Yaser Can’ı gözaltına aldı.
Pardon, gözaltı bile değil. Ailesine haber verilmedi. Avukat istenmedi.
Ama nezarete kondu. Çırılçıplak soyuldu. Cinsel tacize maruz kaldı.
Çıkışta doktor raporu bile aynı polislerin huzurunda hazırlandı.
İfadesiyle defalarca oynandı. Kâğıt üstünde ne kadar hukuk kuralı varsa, yer üstünde hepsi çiğnendi.

Kendisi şöyle aktarmış başına gelenleri:
‘Gözaltında çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler. Bir süre çömelerek bekletildim. Tokatlandım, aşağılandım. İfademden farklı ifadeler imzalatıldı.’

Sonra bir daha çağırmışlar karakola.
O da, çırılçıplak soyulduğu karakola bir daha gitmektense, çırılçıplak soyundu…
Ve kendini öylece, devlet tacizine karşı bu kez kendi iradesiyle kaldığı çırılçıplaklığıyla, yaşadıkları apartmanın penceresinden boşluğa attı.

Hemen ölmedi. Ambulans bir türlü gelmedi. Hastane hastane dolaştırıldı son nefesini vermeden önce.
Yani yaşarken işkence, ölürken işkence.
Siz o sırada başbakansınız mesela.

Sonra ne mi oldu?
11 ay sonunda polisler hakkında işkenceden takipsizlik verildi.
Savcı, tanıdıktı.
‘Hain, çete, haşhaşi, örgüt, paralel, Fetö’ diyerek hukuku, HSYK’yı, adliyeleri, emniyeti, istihbaratta neden sonra birden keşfedilenlerden.
‘Başkasının oğlu’ olunca, çırılçıplak soyulunca, ‘başkasının oğlu olunca’ ne kelime, ‘başkasının oğlu olarak ölünce’ bir fırtına kopmuyor, bir deprem olmuyor, iktidar sinirlenmiyor, ‘O savcı var ya, o savcı’ demiyor haliyle.

Sonra daha ne mi oldu?
Polisler hakkında evrakta sahtecilikten dava açıldı.
İki polis mahkûm oldu, iyi halden indirildi, şu bu.
Anne Hatice Can, o duruşmalarda, adeta son nefesiyle, dedi ki:
‘Bebekliğinden itibaren ailesinden tek kötü ses duymadan, bir fiske dahi vurulmadan büyütülen, mimar, müzisyen, heykeltıraş bir genci çırılçıplak soydular, aşağıladılar. Kamera kayıtları da ortada yok.’
O sırada, misal, siz başbakansınız.

Daha sonra ne mi oldu?
Günlerden pazardı. Hatice Can, hani bir daha çırılçıplak soyulmamak için karakolda; çırılçıplak atlayıp da boşluğa, kendi canını alan gencin annesi yani…
Balkondan kendini de atıp kendi canını da verdi bu adalet düzenine!

Belki şimdi merak edersiniz o oğulun da adını; yazıvereyim bir kez daha, şu köşeye:
Adı Onur’du…
Soyadı Can.
Canını verdi… Onuru baki kaldı!

Hiç unutmayın, aklınızdan hiç çıkmasın.
Hafızanıza bir kazınsın:
Bir anaydı, onun da bir oğlu vardı.
Bir canı kaldı.
Belki utanırsınız diye…
Onu da kendi aldı!

Babasınız, anasınız ya, sizin oğlunuzu hiç çırılçıplak soydular mı? Hiç çıplak bir boşluğa attı mı kendini evladınız?”

Gençlik bayramınızı kutlarım!

Not: Özetlersem: Onur Can’ın dayanamayıp balkondan atlayışı 2010 Haziran. Annesi Hatice Can’ın artık dayanamayıp balkondan atlayışı 2014. Babası Mevlut Can’ın dayanamayıp son nefesini verişi 2019. Ablası Ezgi Sevgi’nin hukuk mücadelesinde, diğer polislerin sorumluluğunun da nihayet dikkate alınışı 2021.

Tüm yazılarını göster