Dünyanın, mahallede top oynadığımız yerler dışındaki kısmına
bakmaya başladığımda duymuştum Genco Erkal ismini. Solcu olduktan
sonraysa hep karşımızdaydı. Yani yanımızdaydı. Sözkonusu olan sahne
insanıysa, ikisi birden olabiliyor.
Tamamen kendine has bir tarz yaratmayı becermiş sanatçılardandı.
O tarza yakınlık duymuyordum. Fakat ısrarla, istikrarla, usanmadan,
üşenmeden, yorulmadan, yorulmadan, yorulmadan… genişleterek,
geliştirerek, tek hecesini duyduğunuzda bile sesini, tonunu,
tavrını seçebileceğiniz kadar yerleştirerek, herkesi alıştırarak…
şu koca yeryüzünde tek bireyin ömrüyle onyıllara yayılan bir sanat
pratiğini ayrılmaz kopmaz şekilde içiçe geçirerek, bütünleştirerek,
kendi bildiği, kendi çizdiği bir yolda durmadan yürüyen adama gıpta
ediyor, içten içe sempati duyuyordum.
Haksızlığa, adaletsizliğe karşı aynı safta olmak böyle içten
hissedilen yakınlıkları üretmeye, beslemeye yetmiyor çoğu zaman. O
“aynı saf”ın gereği ve armağanı sandığınız içtenliklerin vitrin
veya ambalaj malzemesi olduğunu teşhis ettikçe çoğalıp çeşitlenen
hayal kırıklıkları, kesici delici molozlar gibi yığılabiliyor
yüreğinizin iyilik için çalışması gereken kısımlarına. Bu yüzden,
molozlar konusunda maalesef yaşandıkça biriken tecrübe yüzünden,
Genco Erkal’a duyduğum özel sempatinin ikimizin de solcu oluşundan
ileri gelmediğini biliyorum. Başka bir şey vardı ondan insana doğru
gelen. Bir ışık mı, ses mi, titreşim mi, bir şey…
Adını koyacağım diye beklemeyin, koyamayacağım. Ama o şey her
neyse onu günün birinde elle tutulur, gözle görülür somutlukta
kavrayabildiğimi söyleyebileceğim.
Birkaç yıl önce, çok sevdiğim ve sanatına -boş kibrit kutusuyla
iki eski gazete verseniz bundan derinlikli bir sahne tasarımı
çıkarabilecek o müthiş yeteneğine- hayranlık beslediğim, ne yazık
ki kısa süre önce kaybettiğimiz sevgili, çok sevgili Claude (Leon)
aracılığıyla, Genco Bey’le çalışma fırsatı buldum. Claude arayıp,
Genco Erkal’ın göçmenler üzerine bir oyun hazırladığını, oyunda
fonda videoların kullanılacağını, bunların yapılması için ona beni
önereceğini söyledi. Hem oyunun konusu itibarıyla -görev
saydığımdan- hem yukarıda sözünü ettiğim “gizli sempatim” nedeniyle
Genco Erkal için birşeyler yapmayı onurlandırıcı bulduğumdan hem de
onunla çalışmanın nasıl olacağını merak ettiğimden hemen kabul
ettim. Genco Bey’le buluşacağımızda epey heyecanlanmıştım. Fakat
elbette en az merakım kadar endişe de taşıyordum ilk buluşmaya
giderken: Ya acayip kasıntı biri çıkarsa?.. Bunca yıllık tecrübenin
ve ortaya konmuş bunca eserin ardından, kendi dışında hiçbir şeyi
fazla önemsemeyen, gıcık bir yıldızla karşılaşabilirdik pekâlâ.
Genco Bey tam tersiydi. Samimi ve saygılıydı. Nazik ve
alçakgönüllüydü.
İzlenecek, sahnelenecek işler üreten insanların, tasarlama ve
hazırlık süreçlerinde, alanları farklı olsa da pek çok ortak unsur
vardır. Birbirimizin dilinden kolayca anlayabileceğimizi umuyordum,
nitekim öyle oldu. Ayrıca, beraber çalıştığı, yani tasarladığı
gösterinin bir unsurunu hazırlattığı insana açtığı alanda neye ne
kadar, nasıl müdahale ettiği de onun olgunluğunu ilk andan ortaya
koyan, önemli bir kıstastı. Burada da baştan içimi rahatlattı.
Sonra, seksen küsur yaşındaki bir emektar tiyatrocunun
basamakları seke seke çıkıp yanınıza gelişini izlemek heyecan
vericiydi. Yaşını arasıra, “Yahu, sahiden!..” diye kendinize
hatırlatmanız gerekiyordu. İnsana hem tevazu hem direngenlik hem
gayret aşılıyordu. Hele sahnedeki dinamizmi inanılmazdı. Top
başkasındayken de oyunu hızlandırabilen, çok usta oyuncuydu. Bir
buluşmamızdan sonra ayrılırken geniş caddede karşıdan karşıya geçti
ve uzaklaştı. Ardından şaşkınlıkla izlemiştim. Bencil tarafı da
olan bir sevinçle, aynı zamanda. Yaşlanmanın pekâlâ böyle bir
şeklinin de olabileceğini böylesine yakından izlemek… Güzeldi.
Moral vericiydi. Aynı zamanda hayranlık uyandırıcıydı. Hızla
uzaklaşan Genco Bey, biraz da “nasıl yaşamalı?” sorusuna verilmiş
kanlı canlı cevap gibiydi.
Buluşmalarımızda ve yaptığım işle ilgili konuşmalarımızda, sanat
âleminde “profesyonellik” denen olmazsa olmaz özelliğin ne olduğuna
dair fikrim zenginleşti. Fakat esas zenginlikle onu provada
izlediğimde karşılaştım. Onunla ilgili bildik klişelerin aksine,
gayet minimalist bir anlayışla, iki ufak hareketle, bir baş
çevirişle, asla fazladan dikkat çekmeden, akışa zarar verebilecek
bütün boşlukları dolduruyor, yaptığı işin maharet sergileme haline
gelmesine meydan vermiyor, temposuyla, ritmiyle hepimizi içine
katan bir hareket yaratıyordu. Oyunun bir yerinde kullanılmak
üzere, onun Fransa Cumhurbaşkanı rolünde konuştuğu bir video
çekmemiz gerekmişti. Çekime hazırlanırken de Genco Bey’in
profesyonelliği -kendi yüz yapısı, bedeni, hangi kamera açısıyla
nasıl sonuçlar alındığı vs…- konusunda sıkı bir ders daha aldım.
(Onun da benim profesyonelliğimden memnun kalmış olmasını umuyorum,
hep umdum.)
Genco Bey’le çalışmış olmak benim açımdan hem öğretici oldu hem
de yaptığın işe inanmanın, ısrarın, emeğin, öyle savruk, anlık,
gelip geçici heves ürünü gayretin değil her adımda tecrübe
biriktirerek ilerlenmiş yolun bir sanatçıyı nasıl
“kurumlaştırdığını” çok yakından görme şansı buldum. Yaptığın işe
inanabilmen için de inanılabilecek işler yapman gerekiyordu.
Genco Bey, alanındaki başarıyı, toplanmış hayranlığı, günler
geceler boyu hiç inilmeyen, sahibini hep başkalarından üstte -ve
uzak- tutan bir sahne inşasında kullanmamış, bütün o birikimle bir
tevazu ve olgunluk şalı örmüş, omzuna bunu atmakla yetinmiş bir
insan, benim gözümde. İnsana, özellikle başarılı insana dair
kaybolmaya yüz tutmuş umutlarımı ve beklentilerimi canlandırmak
gibi bir kabahat işlemiş olsa da.
Öğrenmenin ve çabalamanın sonunun olmadığını da değil, bireyin
hayatına anlam katabilmesinin öncelikle bunlara bağlı olduğunu az
buçuk fark edebilmiş biri olduğumu sanıyorum. Genco Bey ile
tanışmam ve kısacık süre de olsa birlikte çalışma şansı bulmuş
olmam, bu sezgiyi bilgi haline getirmeme yardım etti. Dolayısıyla
ona borçluyum. Sanırım bu bakımdan borçlu olan başka çok kişi de
vardır.
Genco Bey’e derin, güçlü ve kalıcı saygı duymuştum. Onu bu
saygımla eğilerek uğurlamak isterim.